Doğum kontrolü zulmünün acıklı hikâyesi ve evde doğumu yasaklama hadsizliği

KEMAL ÖZER
Abone Ol

Cumhurbaşkanı Erdoğan önceki hafta yaptığı konuşmasında nüfus meselesine değinerek büyük tehlikeyi şu cümlelerle özetlemeye çalışıyordu: "Nüfus artış hızımızın neredeyse yarı yarıya düştüğünü gördük. Avrupa ülkeleri bu tehditle uzunca bir süredir karşı karşıya. Türkiye'nin aynı akıbete dûçar olmasına izin vermeyeceğiz."

Erdoğan yaklaşık on yılı aşkın bir zamandır nüfus meselesine dikkat çekmeye çalışıyor. Zîra zatıâlileri, nüfusun nüfuz olduğunun farkında. Lâkin bürokrasi, Cumhurbaşkanı ile aynı fikirde değil. Özellikle de sağlık bürokrasisi ve uzantısı olan pek çok doktor, nüfus artışını engellemek için çabalıyor olmalılar. Aksi halde birazdan izah edeceklerimiz bu ülkede yaşanmaya devam etmezdi.

  • Dünya Sağlık Örgütü'nün 2020 Şubatında yaptığı resmî açıklamaya göre, dünyada 1970’lerde yüzde 4,5 olan sezaryen oranı, 2019’da yüzde 15’e yükselmiş. Bazı ülkeler için yüzde 25’i buluyor. Türkiye’de ise bu tamı tamına yüzde 53. Dünyada en yüksek sezaryen uygulaması Türkiye’deymiş maalesef. Bizdeki sezaryen dayatması dünya ortalamasının tamı tamına 3,5 katı.

Sağlık Bakanlığı’nın 2016 verilerine göre, sezaryenin yüzde 38,2’si kamu hastanelerinde, yüzde 70,5 özel hastanelerde yapılıyormuş.

Sağlık Bakanlığı’nın 2016 verilerine göre, sezaryenin yüzde 38,2’si kamu hastanelerinde, yüzde 70,5 özel hastanelerde yapılıyormuş.

"Sezaryen Oranlarının Azaltılmasında Etkili Yöntemler" konulu sempozyumda, sezaryeni ‘cinayet’ olarak tanımlayan, Cumhurbaşkanımızın zevceleri Emine Erdoğan Hanımefendi ise şöyle demişti: "Ülkemizdeki yüzde 53 sezaryen oranını, Fransa'daki yüzde 20, Hollanda'daki yüzde 15'ler seviyesine indirmek için büyük bir seferberlik başlatmalıyız.”

Şimdi söyleyiniz lütfen, hükümet ile bürokrasi ve son günlerde hakkında mersiyeler düzülen tıp çevreleri aynı amaca mı hizmet ediyor? Etmedikleri ortada…

Öte yandan ‘bürokrasinin bu işle ne alakası var’ diyebilirsiniz. Lâkin biraz sonra anlatacaklarımız ve Halime Kirazlı’nın dosyasında okuyacaklarınız, bürokrasinin nüfusu azaltma oyunlarının en mühim oyuncularından biri olduğunu gösteriyor.

Ülkede özel hastaneler, kamunun iki katı sezaryen yapıyorsa ‘SGK görevini yapıyor’ diyebilmek mümkün mü?

Ülkede özel hastaneler, kamunun iki katı sezaryen yapıyorsa ‘SGK görevini yapıyor’ diyebilmek mümkün mü? Ya da sadece veri yayınlamakla yetinen Sağlık Bakanlığı bürokrasisi…

Evde doğum suç

Bununla kalsa iyi, evde doğum yapan âilelerin çocuklarının nüfus kaydı yapılmamakta. Neden? Çünkü gidip bir hastanede sezaryen olmadın veya sağlık sisteminin çarkından geçmedin!

Bu uygulamayı dayatanların analarının kendilerini tarlada veya evde doğurmuş olduğu gerçeğini bir kenara not edip devam edelim.

Ülkemizde binlerce âile ister sağlık sistemine güvenmedikleri, isterse de doğum sancısının gelmesi ile bir sağlık kuruluşuna intikal etmeden evvel evde gerçekleşen doğum olsun, bu şekilde doğan bebeklerin nüfus kaydı yapılmıyor.

Bununla kalsa iyi, evde doğum yapan âilelerin çocuklarının nüfus kaydı yapılmamakta.

Vatandaşın beyanına göre, doğum kaydını yapmakla mükellef olan Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü’ne bağlı nüfus müdürlükleri, âilenin beyanının ve hatta ilgili bir hastane veya âile hekimliğinin raporlarını bile dikkate almayıp, yeni doğum yapmış âileleri, Sağlık Müdürlüklerine yönlendiriyorlar. Onlar da, bir sağlık kuruluşunda doğum yapmadığı gerekçesiyle kaydın yapılmamasına hükmediyor bir mahkeme edasıyla.

Sonrası mâlum, çocuğunun doğumuna sevinemeyen, o kurum senin bu mahkeme benim, çocuğunu kaydettirmek için senelerce kapı kapı dolaşan mağdur âileler…

‘Evde doğumu biz yasaklattık’

Âile Hekimleri Dernekleri Federasyonu adlı bir oluşum varmış. Sitelerinde 5 Temmuz 2018 tarihli “Evde Doğum Beyanları, Artık İl Sağlık Müdürlüğü Tarafından İncelenecek ve Karar Verilecek” başlıklı açıklamada şöyle deniliyor:

“Nüfus Hizmetleri Kanununun 15'inci maddesinin 4. fıkrasında yer alan " Sağlıkpersonelinin takibi dışında doğan çocukların doğum bildirimi'' nüfus müdürlüklerine sözlü beyanla yapılır.

Her sözlü beyanda mülki idare amirinin emri ile âile hekimlerince beyanların doğruluğunun araştırılması zorunludur" hükmü doğrultusunda, bazı illerde evde sağlık personeli yardımı olmaksızın gerçekleşen doğumlarda bebeklerin nüfus kütüklerine kayıtları için kişiler âile hekimlerine yönlendirilmekte idi.

Federasyonumuz ve üye il derneklerimiz tarafından, İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Genel Müdürlüğü (NVİGM) ve Sağlık Bakanlığımız nezdinde yapılan girişimler sonucunda, yapılacak sözlü beyanların doğruluğunun Valilikler tarafından verilecek emir ile İl Sağlık Müdürlükleri tarafından yapılması gerektiği NVİGM tarafından belirtilmiş olup, konu ile ilgili ayrıntılı talimatlar en kısa sürede Sağlık Bakanlığı tarafından taşra teşkilatına duyurulacaktır.

Söz konusu yazılar uyarınca, âile hekimlerinin kendilerine gelen başvuruları İl Sağlık Müdürlüklerine yönlendirmeleri gerekmektedir.”

İddialar doğru ise birileri âile tabiplerini harekete geçirmiş, bürokrasi de bunu emir telakki etmiş ve kanunun ‘evde doğan çocuklar sözlü beyan ile nüfusa kaydedilir’ hükmünü askıya almışlar.

Demek ki, ülkemizde hâlâ TBMM’nin üstünde hukukî düzenlemeler yapan bürokratik yapılar var ve bunların önü alınamıyor!

Tane tane anlatalım

  • • Gebesiniz ve hastaneye yetişemediniz veya ‘sezaryen gibi istemediğiniz tıbbî uygulamalar yaparlar’ gibi nedenlerle hastaneye gitmek istemeyip evde doğum yaptınız.
  • • Nüfus müdürlüğüne gidip çocuğunuzun dünyaya geldiğini beyan edip, nüfus kaydının yapılmasını istediniz. Hatta elinizdeki gebeliğiniz sürecinde Âile Hekimliğine veya hastanelerdeki gebeliğinizi gösteren tetkikleri dahi sundunuz.
  • • Beyanınız yeterli olduğu hâlde, İçişleri Bakanlığı Nüfus ve Vatandaşlık İşleri Müdürlüğü’nün ikamet ettiğiniz il veya ilçe Nüfus Müdürlüğünce çoğunuzun nüfus kaydı yapılmıyor.
  • • Tek gerekçe, çocuğunuzun hastanede doğmamış olması.
  • • Yazışmalar ve evraklar süreci başlıyor ve aradan aylar seneler geçiyor ama nâfile.
  • Olması gereken ne?
  • • Olması gereken bellidir. Kanun emrettiği gibi ebeveynin beyanı üzerine çocuğun nüfus kaydının yapılması.
  • • Şüpheli bir durum sezilmesi durumunda DNA testi…
  • • Beyanı yalan çıkan kişiler hakkında ise savcılığa suç duyurusu...

Ancak hastane çarkının içine girmediği için âileler, hukuk dışı uygulamalarla karşı karşıya kalıyor. Bu da devletle-milletin, Erdoğan ile halkın arasının açılmasına neden oluyor. Belki de bürokrasiyi bu şekilde yönlendirenlerin gerçek amacı, kişileri hastanelere yönlendirmek de değil. Tam da zikrettiğimiz gibi devletle-milletin, Erdoğan ile halkın arasının açılmasını sağlamak.

Tarihî sürece bir göz atalım belki insafa gelirler

Nüfus planlamasının tarihini Firavunlara kadar uzatmak gerekiyor. Kasas Suresinin ilk ayetlerinde, Firavun’un nüfus planlaması anlatılır. Hz Musa (a.s.)’da bu nüfus planlamasından, Allah-ü Teâlâ’nın yardımı ile kurtulmuştu. Firavun kendisine kulluk etmeyen, tanrılık iddiasını kabul etmeyenleri sistematik ola­rak soykırıma uğratmak için son derece iğrenç, bir o kadar da korkunç planını hayata geçirir. Onları en zor ve en tehlikeli işlerde çalıştırmak, aşağı­lamak, çeşitli işkencelerden geçirmek bu planın bir parçasıydı. Nüfusları artmasın diye de doğar doğmaz erkek çocuklarını öldürmekteydi.

2021’e gelmemize rağmen, Mısır’da hiçbir şey değişmemiş. 2013’de Mursi yönetimine karşı darbe yaparak deviren son Firavun Sisi’nin geçtiğimiz haftalarda yaptığı açıklaması, atalarının mirasını sürdürmeye kararlı olduğunu gösteriyor. Mısır’ı demir yumrukla yöneten Sisi, "Bu sorunu sert yasalar çıkararak çözmek istemiyoruz" deyip ekledi: “Âile başına 2 çocuktan fazlası çok büyük sorun. "İki çocuk yeter" (Etneen Kefaya) kampanyası yürütüyoruz.” AB ise bu konuda Sisi yönetimini fonluyor.

Soykırım fikri Malthus’tan

1803'de basılan “Nüfus artışı” isimli eserinde, dıştan müdahale edilmemesi hâlinde nüfusun her 25 senede geometrik nispette; 1, 2, 4, 8, 16, 32, 64, ... şeklinde artarak yüz milyarlarca rakama ulaşacağını ileri sürer. Malthus’a göre, nüfus katlanarak yani geometrik olarak artacak, buna mukabil gıdalar aynı oranda yani aritmetik olarak artacağından, dünyada açlık baş gösterecek ve insanlar büyük bir felaketle yüz yüze kalacaklardı.

İngiliz İktisatçısı Thomas Malthus (1766-1834), “Nüfus İlkesi Üzerine Deneme” çalışmasıyla da bu fikrin modern dönem babası olarak kabul edilir.

Bunu söyleyen 3 çocuklu Malthus, ya ahmağın biriydi yahut da insanlıkla dalga geçiyordu. Dünyadaki ekilebilir alanların yüzde birinden daha az bir kısmını ekip beslenebilen bir milyar insan ürettiği ile geçinebildiğine göre, nüfus arttıkça boş arazilerde ekilip dikilerek aynı şekilde gıda üretimi de artacaktı. Üstelik Malthus bu fikrini ileri sürdüğünde zaten sanayileşme başlamıştı. Kaldı ki, Malthus 1805’den sonra uzun süre İngilizlerin Hindistan bölgesindeki sömürge faaliyetlerinde görev almıştı ve olup biteni çok iyi görmekteydi.

Aslında Malthus’u endişelendiren şey, nüfusun artması sonrasında ortaya çıkacak açlık değil, sömürgecilerin artan nüfusu zapturapt altına almalarının imkânsızlığını görmüş olmasıydı. Bu zaviyeden bakınca Malthus haklıydı. Doğurganlık azaltılmalıydı ki, İngiliz’in sömürgeleri devam edebilsin. Malthus haklı da çıktı. Çünkü 1800’ün başında Hindistan 21 milyon iken Avrupa’nın toplamı 20 milyondu. İngilizler ise 1 milyon kadardı. Dünyada o tarihte Hindistan en hızlı artan nüfusa sahip bölgeydi ve bu durum İngilizleri dolayısıyla Malthus’u korkutmaktaydı.

Malthus şöhretli Yahudi simsarlardan David Ricardo’nun çok yakın arkadaşı olup, birbirlerini çok etkilemişlerdi. Aslen rahip olan Malthus İngiltere devletinin “poor law” yani fakirlik kanunu ile fakirlere yaptığı yardımlara son vermesi gerektiğini savunuyordu. Babadan zengin olarak doğan ve büyük bir mirasa sahip olan Malthus’a göre, artan nüfus istikrarı bozmakta ve fakirlik de tehlikeli bir şeydi. Bu yüzden fakirlerin geç evlenmelerinin sağlanması gerektiğini söyledi. Bunun, nüfusu kontrol edeceği fikrindeydi. Fakir ülkelere doğurganlığın azaltılması için destek fikrini de ilk o gündeme getirmişti.

Yağma düzeninin üyeleri toplandı

Daha az insan istemenin elbette farklı nedenleri vardı. Bunlardan biri açgözlülüktü. Ama bu, sıradan nedenlerdendi. Bir düzen kurulmuştu ve artan genç nüfus bu düzen için çok büyük bir tehditti. Hiç bir ahlâkî meziyete sahip olmayanlar için başkalarının aç olup olmaması, acı çekip çekmemesi ve yaşayıp yaşamamasının bir ehemmiyeti olamazdı. Onların refahı, dünyanın refahı demekti. Şahsî refahı için soygun, yağmalama, yok etme dâhil yapmayacakları bir şey de yoktu.

Bir düzen kurulmuştu ve artan genç nüfus bu düzen için çok büyük bir tehditti.

5 Mayıs 2009’da Rockefeller Üniversitesi Başkanı, genetikçi Sir Paul Maxime Nurse’in Manhattan'daki evinde toplanırlar. Katılımcılar arasında David Rockefeller, George Soros, Michael R. Bloomberg, Warren Buffet, Ted Turner, Bill Gates, Eli Broad, Peter George Peterson, Julian Hart Robertson, Jr. Oprah Winfrey, Patricia Q. Stonesifer, John Morgridge ve karısı Tashia Frankwurth var. New York Times’in haberine göre toplantının konusu: Dünya nüfusunu kontrol altına almanın yolları…

Daha sonra yayınlanan haber ve makalelere göre toplantının ana amacı; doğum kontrolü ve küresel nüfus azaltma konusunda daha etkin bir mücadele yürütmenin stratejisini belirlemek. Ev sahibinin en önemli özelliği ise şöhretli bir öjenist olması. Bu toplantıda Bill Gates Vakfı’nın Asya ve Afrika ile kriz bölgelerinde yürüttüğü kısırlaştırıcı aşı yani bir nevi soykırım faaliyetlerine destek kararı çıkar ve on milyarlarca doları bulan bağışlar dönemi başlatılır.

Amerika’nın ‘ilerici dönemi’ olarak da tanımlanan 1800 sonrası dönemde bazı iktisatçılar; Darwin’in, Malthus’un, Darwin’in yeğeninin öjeni fikirlerinden etkilenmişlerdir.

Filmi biraz geri saralım. Margaret Louise Higgins (1879-1966) isminde radikal bir doğum kontrolü savunucusu vardır. İlk kocasından üç çocuğu olan Margaret, hemşirelik yapmaktadır. Ölümlere yol açan kürtajları sonrasında İngiltere’ye kaçar. Burada Yeni Malthuscularla tanışır ve fikirlerini iyice güçlendirir. Ceza almaması üzerine dönerek, Amerika'nın Planlı Ebeveynlik Federasyonu'na dönüşecek olan Amerikan Doğum Kontrolü Birliği’ni kurar. “Doğum kontrolü" terimini yaygınlaştıran kişi olarak şöhret bulur. Öjeniyi destekler ve 1916’da Amerika Birleşik Devletleri'nde kız kardeşleri Ethel Byrne ve Fania Mindell ile birlikte ilk doğum kontrol kliniğini açarlar. Polis, kliniğini basar ve yasal olmayan yollarla doğum kontrolü yaptığı için tutuklanırlar.

‘İlerici’ dönem kâtilleri

Amerika’nın ‘ilerici dönemi’ olarak da tanımlanan 1800 sonrası dönemde bazı iktisatçılar; Darwin’in, Malthus’un, Darwin’in yeğeninin öjeni fikirlerinden etkilenmişlerdir.

Maltus’un bazı fikirlerini eleştirseler de; bunlar toplumun zayıf kesimleri ve işsizlerini “parazitler, sınai artıklar ve elverişsizler” olarak tarif ederler. Toplum sağlığını tehdit eden, iyiliği hak etmeyen kimseler olarak gördüler. Erken evlilikler ve çok çocuk doğuranlara engel olunması gerektiğini söylerler. Son yıllarda da yaygın olarak kullanılan “bakabileceğin kadar çocuk” cümlesini muhtemelen ilk onlar kurmuşlardı. Hasta, zihnî ve fizikî engele sahip olanlardan kurtulmak yani öjeniden söz ettiler. Anglo-Saxon ırkın önemli olduğunu ileri sürdüler. Simon Patten, “ilerlemenin tek yolunun verimsizlerin ortadan kaldırılması ile mümkün” olduğunu savundu. Irving Fisher, “Irk ve öjeniyi hesaba katamazsak gelişemeyiz” demekteydi. John R. Commons ise ekonomiye yük olan bu kesimden kurtulunması gerektiğini dile getirmekteydi.

1913’de Jr. John D. Rockefeller Amerikan Soy Arıtım Derneği’ni kurup, başına da oğlu David’i getirecekti.

Doğum kontrolü ve kürtaj yasaktı

ABD’de 1873’de ‘Comstock Kanunları’ olarak bilinen bir düzenleme yapılmıştı. Bu kanunun bir kısmı ‘müstehcen edebiyat malzemelerinin dolaşımı ve ahlaksızlığı teşvik eden maddelerin kullanımı ve ticaretin yasaklanması’nı da ön görmekteydi. Bu kanun, müstehcen yayınların yanı sıra doğum kontrol için kullanılan kontraseptifler, abortifasienler, cinsî organları gösteren oyuncaklar ve cinsî organ şekilleri, cinsî içerikli veya bilgi içeren şahsî mektupların hepsini de yasaklamaktaydı.

Biraz daha açmak gerekirse, 1873 tarih ve 211 sayılı Federal Ceza Kanununa göre; ABD’de her müstehcen, iffetsiz veya korkutucu konular işlemek, gebeliği önleyici ilaç, aşı, ilaç tarifi, yayın, alet, uyarı, teşvik edici sözler, baskı, kürtaj, kürtaj tarifi, kürtaj malzemeleri üretmek, satmak, bulundurmak, reklam yapmak, postaya vermek, posta ile taşımak, teşvik edici yazı yazmak, bunlara ait baskıları yapmak… 5 bin dolara kadar para, 5 yıla kadar da hapis cezası gerektiriyordu.

  • 1943’de Comstock Kanunları iptali için ilk dava açıldı, başarısızlıkla neticelendi. 1961’de tekrarlandı, bu kez de istenilen elde edilemedi. Üçüncü dava 1962’de ‘Griswold - Connecticut’ adıyla şöhret bulan dava açıldı. ABD Yüksek Mahkemesi 1965’de 7’ye karşı 2 ret oyla verdiği kararla; kanunu, anayasa ve özgürlüklere aykırı bularak iptal edince haydutların önü açılmış oldu.

1965’e kadar doğum kontrolü için kullanılan her türlü malzeme, Avrupa’dan resmi olmayan yollarla tedarik edilirdi. Oysa FDA 1960’da doğum kontrol hapına onay vermiş ve asıl kırılma da bununla baş göstermişti. Bu kararın sonucu, 50 eyalette doğum kontrolü ve kürtaj artık serbestti. Pusuda bekleyenler harekete geçti ve doğum kontrol hapları ile cihazlarının dağıtımı hız kazandı. Bununla kalmayıp aynı zamanda muazzam paralar aktarılarak propagandalar baş gösterdi. Nihayetinde nüfus kontrolü ABD’de de bir devlet politikasına dönüşüyordu.

1965’e kadar doğum kontrolü için kullanılan her türlü malzeme, Avrupa’dan resmi olmayan yollarla tedarik edilirdi.

Gebe kalmayı önleme amaçlı ilaç, araç, tıbbi makale yasağını ortadan kaldıran ve gazetelerin “devrim” manşetiyle duyurduğu Griswold kararı sadece Amerika’yı değil bütün dünyayı etki altına almaktaydı.

  • Kimileri bunu “Havva’nın kızlarının başına gelmiş dünyanın tanıdığı en dramatik sosyomedikal devrim” olarak niteledi. Gelişme, mafya usulü çalışan ilaç ve medikal şirketlerinin iştahını kabarttı. Bu vahşi devrimin yâhut da insan fıtratına müdahalenin yolunu açacak olan adımların tetikleyicisi gelişme de, hapların ardından hem erkek, hem de kadınlara yönelik koruma araçlarında patlama yaşanmasına yol açacaktı. Reklam sektörü bu işin içine balıklama daldı. Genç kız ve erkeklerin artık nikâhlı olmadıkları kimselerle dahi diledikleri zamanda diledikleri gibi birlikte olabilecekleri duyuruları yapıldı. Hem çocuk yapmayacaklar, hem de hayvanî zevklerini her yaşta diledikleri gibi tatmin edebileceklerdi. Bu da toplumları ahlâksızlaştırma açısından bulunmaz bir fırsattı.

Devrimin araçları “hap”dı. Bu hapların sayısız yan etkisi vardı ama hepsi gizlendi. Bir yıl sonra yayınlanan veriler, doğum sayısının düştüğünü gösterdi veya öyle gösterildi. Bu Çin, Hindistan, Pakistan, Bangladeş ve Türkiye gibi o günlerde iktisadî sıkıntı içindeki ülkelerin krizlerini atlatmaları için iyi bir silaha dönüştürülecekti.

‘Özgür cinsel kimlik’ Yani LGBT sapkınlığı

İşler yoluna girmiş, süreç adım adım arzuladıkları şekilde ilerlerken, bu kez de ‘özgür cinsel kimlik’ fikrini ileri sürdüler. Bu fikre göre, toplumun çoğunluğunda ebeveynleri veya dinleri tarafından öğretilen cinsî davranışlar vardı ve bu dayatılmışlıklardan gençlerin kurtarılması gerektiği ileri sürülüyordu. Ardından genç kız veya erkeklere, âile, din ve çevrenin baskılarından kurtulup cinselliğini dilediği gibi yaşaması, dilediği cinsî tercihte bulunabilmesi tavsiye edildi. Evlilik öncesi ilişkilerde gebeliği engelleyici ürünlerin maddî gücü olmayanlara da ücretsiz verileceğini duyuruyorlardı.

  • Materyalist şeytan imparatorluğunun planlamacıları; milletleri iffetsizleştirmek, âile düzenini bozmak, nüfus artışını engellemek, normali anormalleştirmek, yeni tartışma ve kavga alanları oluşturmak için Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Transcinsel kelimelerinin baş harflerinden oluşan LGBT adlı yapılanmayı başlattılar. Ardından LGBT-P oldu yani (Pedofili) adını verdikleri faaliyetlerini eklediler. Bugün ABD’yi bir sübyancının yönettiğini de not etmeden geçmeyelim.

Artık önlerinde kanunî engel kalmadığı gibi, arkalarında hem ABD hükümeti, hem ABD’li baronlar ve hem de BM vardı.

Ne yazık ki pek çok ülkeyi saran “ahlâksız abluka” bir süredir de tek hak din İslam’ın asırlardır bayraktarlığını yapan Türkiye’de de yayılıyor. ABD gibi ülkelerin aktardıkları hariç sadece AB, 2020 yılında ülkemizde faaliyet gösteren ve binden bile az üyesi olan 17 LGBT derneğine tam 25 milyon dolar fon aktarmış.

Kampüsler ve liselerin kurtarıcısı

Jeff Nilsson ve Steven M. Spencer ortak makalelerinde şöyle diyordu: “Doğum kontrol hapı üniversite kampüslerine ve hatta lise koridorlarına bir ‘kurtarıcı’ olarak uzandı!”

Bugün dünyada 15-24 yaşları arasında yaklaşık 2 milyar genç var. Bunlar dünya nüfusunun en az yüzde 20’sini oluşturuyor. İşte bu rakam şeytanîlerin en çok korktuğu şey. Onlara göre, bu gençler doğum kontrolü araçlarını kullanmalı, fıtrî ve meşru yani nikâhlı cinsî münasebet yerine eşcinsel birliktelikler yâhut doğum kontrolü yöntemleri kullanılan hayvânî hazları tatmine yönelik cinsî münasebetler şeklinde olmalı ki; nüfus artmasın, ahlaksızlık yayılsın ve hastalıklar çoğalsın!

Bugün dünyada 15-24 yaşları arasında yaklaşık 2 milyar genç var. Bunlar dünya nüfusunun en az yüzde 20’sini oluşturuyor.

Başkent Üniversitesi Sağlık Bilimleri Fakültesi’nden bir grup akademisyen, 2005’de talebeler arasında bu hususta bir araştırma yapar. “Araştırmaya katılan kız ve erkek öğrenciler son bir yıl içinde ortalama 3.5 farklı kişi ile cinsel ilişki kurmuş.

Bu ilişki sürecinde gençlerde cinsel yolla bulaşan hastalıklar, evlilik dışı gebelikler, kürtaj ve doğumlar gibi istenmeyen tablolar ortaya çıkmaktaymış. Öğrenciler arasında evlilik öncesi cinsel deneyimi normal karşılayanlar yüzde 41.9’muş. Parantezi kapatıp devam edelim.

Türkiye’de oyun ne zaman başladı?

  • • 27 Mayıs Darbesi sonrasında yeniden iktidara gelen İsmet İnönü döneminde nüfusu kontrol süreci başlar.
  • • Ardından Demirel Başbakan olmuştur. Meşhur Dışişleri Bakanı mason İhsan Sabri Çağlayangil, Rockefellerin direktiflerini Demirel’e aktarır ve Demirel’i yönlendirir.
  • • Türkiye, BM’ye müracaat ederek, nüfus planlamasının tüm dünyada uygulanmasını sağlayan ülke olur.
  • • Sonra devreye Batı fonları ile desteklenen Vehbi Koç ve avenesi girer.
  • • 12 Eylülcüler ise Koç ile işbirliği hâlinde nüfusu azaltma programını ülkenin her köşesine taşır.
  • • Yakın zamana kadar resmen süren bu uygulama Erdoğan’a rağmen, gayri resmi olarak devam eder.
  • • Sezaryen doğumunun dayatılması da, evde doğumun yasaklanması da bunun bir parçası.
  • • Merhum Erbakan hoca 10 Mart 1992’de TBMM Kürsüsünden şöyle diyordu: “Bir diğer muzır israf da nüfus planlamasıdır. Âile planlaması ve ana-çocuk sağlığıyla ilgili olarak bütçeye 245 milyar lira konmuştur. Maksat ne? Bu milletin nüfusu artmasın. Ayrıca, vakıflar kurulmuş. Kim bu? Rockefeller var. Rockefeller, meşhur Siyonist Yahudilerden biridir. Vakıf kuruyor. Türkiye'yi destekliyor. Niçin? Türkiye'nin nüfusu artmasın diye. Şimdi, onların desteği yetmiyor, biz de fakir fukaradan aldığımız 245 milyar lira ile burayı destekliyoruz... Köy köy dolaşın, bu milletin nüfusu sakın artmasın... Niye? İsrail ve Amerika bizim nüfusumuzun artmasından hoşlanmıyor da onun için. İşte bu, muzır israftır.”

1995’de ise Refah Partililere çağrı yaparak “Çok çocuk yapın, en az 4 çocuğunuz olsun. Nüfusu azaltmak için çalışanlar, Batı özentisi içindeki taklitçiler (âile planlamacıları) var. Artan nüfus yeryüzünde hakkı hâkim kılmanın saadeti ve gücüdür” diyordu.

Meseleyi anlamayan kaldı mı bilmiyoruz. Ama Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın evde doğum yapan âilelere uygulanan zulme son vermesi bütün milletin ortak isteği!