Din, şeriat, fıkıh ve mezhebin birbirleriyle irtibatları

DR. AKİF DURSUN
Abone Ol

Cehaleti sebebiyle şeriat hakkında yanlış sözler söyleyenler kısmen mazur olsa da şeriatın İslâmî hükümler mânâsına geldiğini bilerek bunu söyleyenlerin mazereti olamaz ve bu kişilerin İslam’la bağlantıları da kalmaz.

Bazen çok kullanılan kelimeler için bunları kullananlara “haydi tarif edin” dendiğinde tarifte zorlanırlar ya da herkes kendine göre bir tanım geliştirir. Bismillah diyerek ilk yazımızda farklı mânâlar yüklenen temel terimleri ve bunlar arasındaki bağlantıyı ele alacağız.

Borç mânâsına gelen “deyn” kökünden türeyen dinin terim anlamı ile ilgili çok çeşitli tarifler yapılmıştır. İslam âlimleri “hak din”in tarifini yapmışlar, buradan bâtıl olanların çıkarılacağını ifade etmişlerdir. Buna göre Hak dinin kâideleri bizatihi hayırdır ve güzeldir. Kişinin kendi zannına göre iyi gördükleri değil aksine Hak dinin hükümlerini koyan ve tesis edeni Allah-ü Teâlâ’dır. O’nun koymadığı hiçbir kâide, kanun, hüküm hak değildir.

Tek hak din İslamdır

Buradan bâtıl din de anlaşılmaktadır. Vâzı Allah Teâlâ olmayan, beşerin kendisinin kural ve kanunlarını koymaya kalkıştığı dinler bâtıldır. İlk peygamber Hz. Âdem (a.s.)’den son peygamber Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’e kadar tüm peygamberlerin getirdiği dinin adı İslam’dır.

“Doğrusu Allah katında din İslam’dır.” (Âl-i İmran 19)

“Her kim de İslâm’dan gayrı bir din ararsa artık ondan ihtimali yok kabul olunmaz.” (Âl-i İmran 85)

Allah Teâlâ, Hz. Âdem’le birlikte dinini bildirmiş, her tahrifatta yeni bir peygamber göndererek aslını muhafaza etmiştir. Şeytanın adımlarına uyan insanlar her defasında İslam’ı bozmuşlar, başka bir dine çevirmişlerdir. Kitap sahibi olan milletler bile bu tahrifatı yapmış; Yahudiliğe, Hıristiyanlığa, Sabiiliğe, Mecusiliğe çevirmişlerdir.

Peygamber Efendimiz (a.s.v.)’ın nübüvveti ile kemâle ermiş, Allah (c.c.)’ın razı olduğu (Mâide 3) ve mukaddes kitabı İlâhî koruma altına alınmış (Hicr 9) dindir.

Tüm dinler üç ana bölümden oluşur: İnanç (itikad), amel ve ahlâk. Bu üçü, Cibril hadisi olarak meşhur rivayette açık şekilde belirtilmiş; inanç için iman, amel için İslam, ahlâk için de ihsan kavramları kullanılmıştır. (Buhârî, İman, 37)

Dinin üç ana kısmından inançla ilgili akid/kelam ilmi, amelle fıkıh ilmi, ahlâkla da tasavvuf ilgilenir.

Lügatte insanların ya da hayvanların su içtiği, açıkta olan ve kesilmeyen akarsu; bu suya giden yollar mânâsına gelen şeriatın terim olarak iki mânâsı var:

1- Geniş anlamda şeriatla Allah tarafından insanlar için din olarak öngörülen hükümler bütünü kastedilmektedir.

2- Dar mânâda kullanıldığında yalnız değişime konu olabilen hükümler, yani her peygambere ve onun tebliğ dönemine göre farklılaşabilen hükümlerin yanı sıra Kur’an ve Sünnet’teki neshe açık hükümlerle ictihadî hükümler de kastedilmektedir. Hatta bazı kelâmcı ve usûlcülere göre bu anlam, şeriatın tek ve aslî anlamını temsil eder.

Bir nesneyi gereği gibi anlayıp bilmek ve ince anlayış mânâsına gelen fıkıh, ayet ve hadislerde dini hakkıyla anlamak mânâsına kullanılmıştır. İmam Ebû Hanife (r.a.) fıkhı, “Kişinin yararına ve zararına olan şeyleri bilmesidir” şeklinde tanımlayarak buna işaret etmiştir. Bu tanıma ahlâk ve itikat da dâhildir.

Şeriat teriminin hem geniş hem de dar anlamda kullanımı erken döneme aittir. Katâde b. Diâme (ö. 117/735): “Tevrat’ın bir şeriatı, İncil’in bir şeriatı, Kur’an’ın bir şeriatı vardır. Kimin emirlere uyduğu bilinsin diye Allah bu kitaplarda dilediğini helal, dilediğini haram kılar. Buna karşılık kendisinden başkasının kabul görmeyeceği tevhid ve ihlâs tektir. O da İslam’dır. Bütün peygamberlerin dini İslam’dır. Ancak peygamberlerin ümmetleri için helal-haram, namaz, oruç ve diğer ibadetlerde şeriatları, Allah’ın dilediği şekilde çeşitlidir. Böylece Allah tüm ümmetleri hükümlerden dilediği ile imtihan eder. Mutilere mükâfat, asilere de ceza verir.” (Taberî, Tefsîr, 10/385) demektedir.

Zamanımızda da şeriat denildiğinde bu iki mânâdan biri kastedilmekte ancak çoğunlukla ikinci mânâsı yani ameli hükümler anlaşılmakta. Bu mânâda Hz. Musa (a.s.)’ın şeriatı, Hz. İsâ (a.s.)’ın şeriatı, Hz. Muhammed Mustafa (a.s.v.)’ın şeriatı ifadesi kullanılabilir. Ancak farklı dinlermiş gibi Hz. Musa’nın dini, Hz. İsa’nın dini vb. ifadeler kullanılamaz.

Şeriatı yanlış anlamaya son vermek

Son yüzyılda şeriat kelimesini ceza hukukuna hatta sadece hadlere, bunu da Osmanlı’nın uyguladığı cezalara indirgeyen bir yaklaşım yaygınlaştırılmaya çalışılmakta. Bu anlayış epey düzeltilse de hâlen şeriatın en azından İslam’ın amelî hükümleri mânâsına geldiğini bilmeyen veya bilse de maalesef kabul etmeyen bir güruh bulunmakta. Bu cahil zümre şeriat hakkında ileri geri sözler edebiliyor.

Cehaleti sebebiyle şeriat hakkında yanlış sözler söyleyenler kısmen mazur olsa da şeriatın İslâmî hükümler mânâsına geldiğini bilerek bunu söyleyenlerin mazereti olamaz ve bu kişilerin İslam’la bağlantıları da kalmaz.

  • Fıkıh kişinin yararına ve zararına olan şeyleri bilmesidir
  • Bir nesneyi gereği gibi anlayıp bilmek ve ince anlayış mânâsına gelen fıkıh, ayet ve hadislerde dini hakkıyla anlamak mânâsına kullanılmıştır. İmam Ebû Hanife (r.a.) fıkhı, “Kişinin yararına ve zararına olan şeyleri bilmesidir” şeklinde tanımlayarak buna işaret etmiştir. Bu tanıma ahlâk ve itikat da dâhildir. Ancak zamanla fıkıh, İslam’ın amelî hükümlerini açıklayan bir ilim haline gelmiştir. Buna göre fıkıh dar anlamda şeriatı açıklayan, insanların şeriatı nasıl yaşayacaklarını gösteren bir ilimdir.
  • Sözlükte “gidecek yer ve yol” mânâsına gelen mezheb, ıstılah olarak müçtehid âlimlerin delillere dayanarak dînî hükümler hakkında ortaya koydukları görüşler ve sistemdir.
  • Fıkhın gelişimi Peygamber Efendimiz (a.s.v.) ile başlar. Nübüvvetin başlangıcından itibaren dinî emirler gelmeye başlamış, Mekke döneminde daha çok itikâdî ve ahlâkî hükümler vaz edilirken, Medine devrinde daha fazla amelî hükümler konuldu. Bu devirde vahyin iniyor olması ve yapılan her davranışın, söylenen her sözün vahiyle kontrol edilmesi nedeniyle ashab arasında görüş farklılaşması nadirattandır.

Hz Ömer’in açtığı yol

Peygamber Efendimiz (a.s.v.)’ın vefatından sonra sahabe ihtiyaç duydukları konularda ictihad yapmaya başladı. Bu dönemde raşid halifelerin özellikle Hz. Ömer (r.a.)’in uygulamaları belirleyici olmuştur. Bu dönemde Hz. Ömer (r.a.) devleti yeniden düzenlemiş, şura ictihadı diyebileceğimiz bir usûle başvurmuştur. Vali, eğitimci, kadı olarak görevlendirilenlerin dışında ileri gelen sahabilerin hiçbirinin Medine dışına çıkmasına müsaade etmemiş, her yeni meseleyi onlarla istişare ederek çözümler bulmuştur. Bu durum icma müessesesinin ortaya çıkmasını temin etmiştir.

Hz. Ömer’den sonra sahabe ileri gelenlerine Medine’den çıkma izni verilmesi ekolleşmenin önünü açmış; Hz. Ali (r.a.) zamanındaki karışıklıklar ve Kufe’nin başkent yapılması bunun hızlanmasını sağlamıştır. Fıkıhta ileri gelen ve eğitim öğretimle uğraşan sahabilerin yetiştirdikleri tabiin neslinde ekolleşme gittikçe belirgin hâle geldi.

Sahabe ve tabiinden bu birikimi tevarüs eden müctehid imamlar döneminde fıkıh mezhepleşti. Bu dönemin başlatıcısı, kurduğu akademi ile İmam Ebû Hanife’dir. Bu dönemde fıkhı ayrı bir ilim haline getiren, konularını tespit eden çok sayıda güçlü müctehid yetişmiş ancak zamanla bu müctehidlerin mezheplerinden sadece dördü kaldı. Diğerlerinin görüşlerinden ise hâlen istifade ediliyor.

Mezhep olmadan olmaz

Fıkhın bütünü mezhepler sayesinde oluşmaktadır. Ehl-i sünnet mezheplerin temel usulleri hemen hemen aynıdır. Kur’an, sünnet ve icmâ temel kaynak kabul edilmekte, bu kaynaklardan kıyas yoluyla hükümler çıkarılmakta. Fıkıh nasıl dini hakkıyla anlama, İslam şeriatının nasıl uygulanacağını tespit etme ameliyesi ise bunun oluşumu da mezheplerle mümkündür.

Zamanımızda mezheplerin ortaya koyduğu fıkıh müktesebâtını görmezden gelerek doğrudan Kur’an ve sünnetten hatta mümkünse sadece Kur’an’dan ictihad yapma taraftarı olanların sayısı gün geçtikçe artmakta. Hâlbuki Hz. Peygamber (a.s.v.)’dan itibaren gelen ve müctehid imamların sistemleştirdiği fıkıh birikimi olmadan Kur’an ve sünneti hakkıyla anlama imkânı bulunmamaktadır.

Fıkhın bütünü mezhepler sayesinde oluşmaktadır. Ehl-i sünnet mezheplerin temel usulleri hemen hemen aynıdır. Kur’an, sünnet ve icmâ temel kaynak kabul edilmekte, bu kaynaklardan kıyas yoluyla hükümler çıkarılmakta. Fıkıh nasıl dini hakkıyla anlama, İslam şeriatının nasıl uygulanacağını tespit etme ameliyesi ise bunun oluşumu da mezheplerle mümkündür.

Kafana göre din yok

“Doğrudan Kur’an’a veya Rasûlullah’a uymak” gibi ayartıcı bir sloganla ortaya çıkılmakta ancak aslında Kur’an ve sünnete hakkıyla uyulmamaktadır. Bir mezhebi takip etmeyen yani bir müçtehide uymayan bir kişi için iki yol vardır:

a) Ya kendisi doğrudan Kur’an ve sünnetten hüküm çıkaracaktır ki bu, o kişinin müctehid olması, kendi mezhebini kurması demektir. Eğer buna layıksa mesele yoktur. Ama değilse “Kur’an’ı kendi reyine (görüşüne) göre (ilimsiz) tefsir eden cehennemdeki yerine hazırlansın!” (Tirmizî, Tefsîrü’l-Ḳurʾân, 1/2950) hadisinin şümulüne girecektir.

b) Ya da bir kişinin açıklamasına tabi olacaktır. Bu durumda tâbi olduğu kişinin müctehid olması ve mezhep imamlarından daha fazla dini anlaması gerekmektedir.

Bir silsile kurmak gerekirse din en kapsayıcı olandır. İtikat, amel ve ahlâkı kapsamaktadır. Şeriatı, dinin amele dönük hükümleri mânâsına aldığımızda dinin bir bölümü olmaktadır. Fıkıh hem dini hem de şeriatı anlama ameliyesi için kullanılır. Fıkhı oluşturan mezhep imamlarının da gayesi, dini ve şeriatı hakkıyla anlamaktır. Bunun için çeşitli usuller geliştirmişler ve Allah’ın kullardan muradını tespit etmeye çalışmışlardır. Bu sebeple dini hakkıyla yaşayabilmek için ya bu imamlara ya da onların seviyesine gelen birilerine uyulmalıdır.