Dilde moda devrini açtık
Dünyanın herhangi bir yerinde bir haftada öğrenilebilecek herhangi bir dil müktesebatıyla akademimiz bilim ve düşünce ürettiğine inanmamızı bekliyor. Bilim, ilim, fikir yahut sanat sahalarından herhangi bir tanesinde beynelmilel herhangi bir isme sahip değiliz. Kendimiz çalıp kendimiz dinliyoruz; o da dinliyorsak. Beynelmilel bir şöhrete sahip yegâne edebi ismimiz de bu tanınırlığını sahasındaki marifetine değil, kavmiyetine ve siyasi palavralarına borçlu. Kültürümüz, kutuplardaki buz dağlarından hızlı bir şekilde eriyor. Ortalık vıcık vıcık bir çamur deryası... Ve biz bu sefaletimizi birbirimize ifade edebilecek bir dilden bile mahrum bırakıldığımızın çamur deryasında yüzüyoruz.
Biz aslen sanatperver bir milletiz. Binlerce sene evvelinden dahi azılı düşmanımız Çinlilerin bize taktığı lâkaplardan birisi ‘şair millet.’ Bu hususiyetimizi binlerce kilometre aşıp bu topraklara bile taşımayı başarmışken, aradan geçen birkaç bin seneye rağmen bu mümtaz hasletimizi ve hususiyetimizi muhafaza edebilmişken, bize ne vakit, neler oldu da başta şiir olmak kaydıyla bütün sanat sahalarıyla aramızda gittikçe kapanamazlaşan bir mesafenin açılmasına göz yumduk? Ve sanattan bu kopmuşluğumuzdan şikâyet bile edemeyecek kadar bihaberleştik.
En basitinden daha düne kadar her Türk genci en sığ seviyede dahi şiire bulaşabiliyorken ve birkaç yüz mısra karalamadan gençliğini devirmiyorken, şimdilerde bize kim, ne yaptı da kendimizi ancak nesir üzerinden ifadeyle sınırlandırdık. Üstelik ‘Ben var sevmek şiş kebap’ seviyesindeki metinlerle. Hayır, sadece köyden yarın gelenlerimizin Türkçesinin hâli pürmelâli değil bu; isminin önünde bir çuval akademik sıfat yazanlarımızın Türkçesi, 15 sene evvel memleketimizde 15 gün kalmış bir gâvurunkiyle aynı. Nasıl vahim bir manzaradır bu! Ve bu vahim manzaraya dair bu körkütük kayıtsızlık niye?
İyi ama bu derekedeki bir lisan vukufiyetsizliğinin kotaracağı şiir:
- Sepet sepet yumurta
- Sakın beni unutma
- seviyesine dahi çıkabilir mi ki!
Durum bu kadar vahimken, son bir asırdır ne halt ettiysek zaten Avrupa’dan araklama ya, Fransızların Akademi’sini güya taklit etmeye yeltenen ama onu da eline-yüzüne bulaştıran, kurulduğu günlerden çok daha fazla şimdilerde Türkçe düşmanı Türk Dil Kurumu, kargaların bile bırakın gülmeyi, nutkunu kesecek işlere imza atıyor. Dilde modayı başlatıyor meselâ. Bin sene düşünülse kimsenin aklına gelmeyecek bir zırva. Hani kapitalizmin, çalışana güya emeğinin karşılığı verdiği parayı cebinde tutmasın diye, senede birkaç defa kıyafetlerini değiştirme mecburiyetini alttan alta dayatan, meselâ “Üç ay önceki kırmızı puantiyeli döpiyes kombini tayyörler out, şimdi mavi çizgililer in” tarzında kararlar alıp tatbik ediyor ve bir önceki yanlış kâidesi henüz öğrenilmeden, yerine öbür daha yanlışını ileri sürüyor. Dil kurumu değil de modaevi mübarek.
Güya dilimizi yabancı kelimelerden arındıracak müessese, kuruluş iddiasının tersine, dilimizi İngilizcenin kölesi hâline getirdi. İngilizce asıl dilimiz sanki ve Türkçe âdeta mahalli bir lehçe. Öylesine bir sefilleştirilmişlik.
Bitmeyen zihin sefaleti
Bu zihni sefilliğe “Akıl alır gibi değil” demek zayıf kalıyor; bu kadarını ahmaklık bile almaz ki. Ama hepsi Türk dili uzmanlarından müteşekkil heyet, kâide icat edip sonra da kendi icat ettikleri o kideyi üç vakte kadar geçersiz kılabiliyor ve yerine yenisini dayatabiliyor. Ve yer yerinden oynamıyor. Tersine, herkes hâlinden memnun. Siyasetçisi de sanatkârı da âlimi de cahili de. Akademisyeni yani. İtiraz namına yaprak bile kıpırdamıyor. Dünyanın en mümtaz, en mütekâmil, en mükemmel birkaç dilinden biri durumundaki Türkçe, hızla bir diyalekte, yani konuşma ve kısmî anlaşma seviyesizliğine sürükleniyor; hem de yıllar yılı Dil Devrimi’ne güya düşman muhafazakârlar ve milliyetçilerin de elbirliğiyle. Bu körlüğü ölçecek mikyas yok.
Dünyanın herhangi bir yerinde bir haftada öğrenilebilecek herhangi bir dil müktesebatıyla akademimiz bilim ve düşünce ürettiğine inanmamızı bekliyor. Bilim, ilim, fikir yahut sanat sahalarından herhangi bir tanesinde beynelmilel herhangi bir isme sahip değiliz. Kendimiz çalıp kendimiz dinliyoruz; o da dinliyorsak. Beynelmilel bir şöhrete sahip yegâne edebi ismimiz de bu tanınırlığını sahasındaki marifetine değil, kavmiyetine ve siyasi palavralarına borçlu.
Kültürümüz, kutuplardaki buz dağlarından hızlı bir şekilde eriyor. Ortalık vıcık vıcık bir çamur deryası... Ve biz bu sefaletimizi birbirimize ifade edebilecek bir dilden bile mahrum bırakıldığımızın çamur deryasında yüzüyoruz.
Dili elinden alınmış millet
Yakında devireceğimiz bir dil kalmayacak elimizde. Her nesil bir öncekinden daha fazla dil fakiri. Ve neden mahrum bırakıldığının farkına var(a)mayacak kadar eblehleştirilmiş. Neredeyse her fakültede sadece cehalet tedris ediliyor.
Heyhat, bu gidişle torunlarımıza bir memleket bırakma umudumuzu muhafaza etme hakkına belki sahibiz ama aynı şekilde onlara bir dil, hele hele hayvânî seviyedeki anlaşmanın ötesine geçebilecek ve kendi üzerine eğilebilecek seviyede, insana mahsus olanca tahassüsü, en titiz mikyasla tartan ve beherine de ötekinden ayırabilen hassasiyette bir ifade kudreti seviyesinde bir dil bırakabilecek miyiz? Bu sorunun pek acı cevabı, zaten ahvâlimizde mahfuz değil mi?
Malûm, cüzzam öyle tuhaf bir illet ki siz gafletle kolunuzu kaşımaya yeltenirsiniz ama avucunuza bedeninizden bir parça geliverir. Bu melun hastalığınız icabı bedeninizden parçalar düşer de siz acısını hissedemezsiniz. Bedeninizden parçalar koptuğuna mı yanarsınız yoksa buna rağmen acı hissetmediğinize mi sevinirsiniz, size kalmış!
Biz kastı mahsusayla zihnen cüzzamlaştırılmış bahtsız bir milletiz. Dilini bilmeyen, bildiği kadarını bile yazarken usturuplu kullanmayı beceremeyen bir intelijansiyaya sahip bu seviyesizliğe, tarihte veya günümüzde, bırakalım bir millette, herhangi bir iptidai kabilede işaret edilebilir mi acaba? Anlaşmayı beceremediğini anlayamayacak kadar eblehleştirilmiş, birbirini anlar gibi yapmayı anlamak zanneden ama en ufak hassas bir mevzuda aslında zerre miktar tarafların birbirlerini anlayamadığı apaçıklaşan, en fazla herkesin ancak kendi söylediğini anladığının ortaya çıktığı, tuhaf, deli saçması bir kâbus bizimkisi. Ama bu kâbusu biz senelerdir yaşıyoruz. Ve bu yaşadığımızın gafletinden haz devşirerek üstelik.
Sanat ihtiyacı ve sanat perhizi
Sanat perhizi en tehlikeli his zafiyeti... Israrı, kaçınılmaz bir ruh hastalığı...
Herhangi bir sanata veya zenaate ciddi miktarda alâka göstermemiş her fert, zannedildiğinden çok daha kısa bir vakit içerisinde mânen makineleşir ve itinayla mühendislere havalesi şart hâle gelir. Yahut tamircilere. Bu kâide elbette mühendisler için de câri; hatta onlar için herkesten fazla.
Basit bir sebebi var bunun: Fen, elbette mühim bir sahadır ve bu sahada geç kalmışlığımızın bedelini 350 senedir ödedikçe ödüyoruz ama tahsilâtın sonu bir türlü gelmiyor. Bu ruh, his ve zihin sefilliğimizin müsebbibini Frenk’e fen sahasında yenilmekte aramak şart zaten. Ne zaman ki fende bizi geçmeye ve dolayısıyla harpte de bize galebeye başladılar, o gün bugündür belimizi bir türlü doğrultamadık. Ve sahte kurtarıcılarımız, bizi daha da aşağılara sürüklediler ama biz bunu fark edemedik. Belimizi doğrultacağını iddia edenlerse merhametsizce belimize belimize kazmayı çaktılar.
Ve tam ortasından ikiye ayrılmış bir kertenkele gibi bir asırdır ortalıkta debelenip durmaktayız.
Sanat kurtarır
Hâlbuki daha düne kadar sadece (zengin mânâsıyla) ‘meslek’lerini sanattan yana seçenler değil, handiyse herkes belli bir miktarda şiirin, edebiyatın ve sanatın içindeydi. Yahut zenaatin.
Sanat bizi öbür milletlerden ayıran en esaslı hususlardan biri.
Mesleğini başka sahalardan seçen dedelerimizin dahi tâli meşgaleleri, herhangi bir sanat veya zenaat dalıydı. Mesleği sanat olmayanların sanat alâkaları, kendi kemâlatları bakımından da mühim addedilirdi.
Eskilerin bildiği, bizim red ve inkâr ettiğimiz hakikat: Sanat kurtarır!
Sanat ise ancak dille kurulur. Evvelâ kâfi bir umumi dil müktesebatıyla, akabinde de şahsî ve husûsî bir dil anlayışına ve anlatış kıvraklığına ulaşarak.