Deprem bize ne der?

HASANALİ YILDIRIM
Abone Ol

İnsan ibrete muhtaç mı? Niçin? Bırakalım insan gözüyle gördüğünden, kulağıyla dokunduğundan, eliyle tuttuğundan ve bilumum azalarından ihsâs ve idrak ettiğinden ibret almayı, şahsen yaşadığından bile ibret ve pay almayan, alsa bile bir vakit sonra bu ibretin yerinde yellerin esebildiği bir varlık. Unutmak hamurumuzda, nankörlük mayamızda. Zaten insan azıcık ibret alabilseydi aynı mevzudaki aynı hataları bir ömür tekrar edip durur muydu? O yüzden sallanmak, ola ki silkelenmeye vesile ola... Silkelenmek de silkinmeye.

Hak Teâlâ’nın kulunu, meselâ bir deprem üzerinden niçin salladığı, ilk anda basit, hatta mâlâyâni bir suâl zannedilebilir. Öte yandan her ilk intiba gibi bu da muhtemelen yanıltıcı. Ve meselenin esasını anlamaya mâni. Hangi şey, üzerini örttüğünün lâyığınca idrakine yardım etmektense onu muğlaklaştırıyorsa o şey, nefsimizin o üzeri örtülenin idrak yahut ihsâsından hoşnutsuzluğu mânâsına gelir. Bir meseleyi lâyığınca anlamanın veya tesirini hissetmenin, herhangi bir şekilde bize zarar vereceğini vehmetmişsek, ilkyardım malzemesi gibi elimizin altında bulundurduğumuz ve ihtiyaç ânında derhâl müracaat edeceğimiz hilelerden biri tahfif. O yüzden de ekserinin rağmına, nerede bir meseleyi icabından fazla tahfif ve hatta tasgir ediyorsak orada o şeyden değil, bizden kaynaklanan bir kusur aramak boşuna bir iş olmayabilir. Elbet Hak Teâlâ’nın hikmetinden suâl olunmaz. Amenna ve saddaknâ. Ama gene de hikmetinden suâl olunamazın hikmetini anlamaya gayret mükellefiyetimiz de ortada: Niçin böyle sallandık? Niçin canımız böylesine yandı? Ve niçin tıpkı zemin gibi cemiyet olarak biz de âdeta tam ortadan ikiye yarıldık?

Müşteri bekleme umudu taşımadığım kanaatim şu: Türkiye’nin yüzde 99’unun Müslüman olduğunu her fırsatta söyleyenlerin bir kısmını, ne dediğini bilmez, neye taraf olduğunu anlamaz alelâde koro mensubu sayıp kıymetlendirme dışı tutabiliriz ama bu iddia, hele günümüzde, hem gerçekliğini çoktan kaybetmiştir hem de artık tehlikeli bir hâl almıştır.

Kabûlü pek çetin acı gerçek

Benim bu mevzuda muhtemel müşterisi pek kıt, aynı zamanda kabûlü pek çetin kanaatim şu: “Bildiğiniz gibi yüzde 99’u Müslüman bu memlekette...” şeklinde başlayan ama envâî çeşit devam eden bu neviden cümlelerin hakikatle zerre kadar uyuşmadığını artık kabullenmenin vakti geldi. Hayır, Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman falan değil. Belki hiç olmamıştı; bilmiyoruz.

Elbette kabûlü pek çetin kanaatim buraya kadar söylediklerim değil, bundan sonrası. Bunları vasat miktar aklı olan herkes görüyor ve zerre miktar vicdanı olan da söylüyor zaten.

Müşteri bekleme umudu taşımadığım kanaatim şu: Türkiye’nin yüzde 99’unun Müslüman olduğunu her fırsatta söyleyenlerin bir kısmını, ne dediğini bilmez, neye taraf olduğunu anlamaz alelâde koro mensubu sayıp kıymetlendirme dışı tutabiliriz ama bu iddia, hele günümüzde, hem gerçekliğini çoktan kaybetmiştir hem de artık tehlikeli bir hâl almıştır.

Şu deprem vesilesiyle ekranlardan ve sanal âlemden bir kısmına şahitlik ettiklerimize bakarak soralım: Türkiye hiç yüzde 99’u Müslüman bir memlekete benziyor mu?

Bir yalanın rehaveti

Şimdi de asıl soru: Acaba bu iddia bir hileyi örtmek için mi yerli-yersiz dillendiriliyor? Ve o hile nedir?

Tam yüz sene evvel Türkiye’nin yüzde 99’unun Müslüman olduğunu söyleyenler, kendilerini o ne idüğü belirsiz yüzde 1’in içine hapsedenler, sadece siyâsî kudret ve iktisâdî kuvvet bakımından değil, sayıca da artmamış mıdır? Üstelik devrimdi, mevrimdi, ilkeydi, bilmem neydi hileleriyle, bir vakitler sahiden sayıca az olan varlıklarına, belki de ummadıkları miktarda, mensup değil elbette ama bende devşirmediler mi? Mesleği, meşrebi, tahsili, mensubiyeti ve kavmiyeti hatta siyasî kanaati ne olursa olsun, akla-hayâle gelmeyecek miktarda insanımız, o yüzde 1’in, kargaları bile güldürmeyecek palavralarına inanmıyor mu artık? Sahi “Sen kalk da ben yatam”cılar yüzde kaç? Bu geçen yüz sene içerisinde, tatbik edilen bunca gayri İslâmî muamelâta ve aleni İslâm düşmanlığına ve hatta envâî çeşit İslâm bozgunculuğuna rağmen nasıl oluyor da doğruluğu bile şüpheli bu nispet hâlâ mer’iyyetini koruyor? Akıl kârı mı bu?

Bu yüzdenin 99’unu tam yüz sene müddetince her gün, her yoldan baskı altında tutacaksınız, küçülteceksiniz, itibarsızlaştıracaksınız; hususen de genç dimağlarına şüphe ekeceksiniz, mensuplarını hayvan yerine bile koymayacaksınız, ibadethanelerini meyhaneye çevirip tahkir edeceksiniz, her türlü üçkâğıtla inançlarını tarumar edeceksiniz, ama o taraf nispetini koruyacak, öyle mi?

Bırakalım insan gözüyle gördüğünden, kulağıyla dokunduğundan, eliyle tuttuğundan ve bilumum azalarından ihsâs ve idrak ettiğinden ibret almayı, şahsen yaşadığından bile ibret ve pay almayan, alsa bile bir vakit sonra bu ibretin yerinde yellerin esebildiği bir varlık. Unutmak hamurumuzda, nankörlük mayamızda

Değişmeyen nispet

Aynı şekilde o mutlu yüzde 1’lik kesim de siyâsî, iktisâdî ve daha mühimi îtibârî bakımlardan dâima korunup kollanacak, her fırsatta o yüzde 99’un sesi kesilirken bu yüzde 1 öksürdüğünde bile önlerine konan mikrofonlarla yer yerinden oynuyormuş intibâını uyandıracaksınız; akla, hayale gelmeyen, vicdana sığmayan usûllerle yüzde 99’un önünü keserken bu yüzde 1’in yollarına altından asfalt döşeyeceksiniz, sonra da kalkıp bu nispetin bozulmadığına inanmamızı bekleyeceksiniz.

İnsan tabiatına aykırı bir vaziyet bu. Hele ahâli, izzet ve ikram bulunan yere meyletmekten başka ne bilir ki? Bu yüz sene içerisinde neredeyse her şey değişiyor, bütün bir ahlâkımız tepetaklak oluyor ama bu yüzde 99’luk nispete hiçbir şey olmuyor?

Buradaki üçkâğıdı görmenin vakti gelmedi mi?

Ve göstermenin.

Meseleye başka bir zaviyeden baktığımızda elbette memleketin kaçta kaçının neye inandığını tespit etmenin bir kıymeti bulunmadığı düşünülebilir. Zaten o nispetin, bir matematik kesinlikte tespiti de kolay değil. Hatta belki birçok bakımdan doğru da değil. Ama biz, gene de bize yüz sene evvel inandırılan bu martavala inanmaya niçin devam edelim ki? Bu yanlış nispetlendirmenin üzerimizdeki yakıcı rehavetini ne vakit farkedeceğiz?

Basit suâlin zor cevabı

Gene de depremin asıl mühim tarafına gelmedik: İbret cephesine. Yani suâlin en basit cevabına.

İyi ama insan, meselâ kendisine bahşedilenlerin kıymetinin idraki için ne diye eksik veya kusurlu misallere ihtiyaç hissetsin ki? Gözün kıymetini anlamak için köre, yürümenin kadrini bilmek için topala, tokluğun ehemmiyetini farketmek için aça, var olanın nankörü olmamak için muhtaca niye ihtiyaç olsun? Hem bu durumda biri varlık içerisindeyken, o varlık içindeki varlığının kıymetini bilecek diye niçin başkaları yokluk içinde kalsın? İnsan sahip bulunduklarının kıymetini kendiliğinden anlamaz mı? Başını sokacak bir yuvan, içilecek bir tas çorban, yatacak bir yatağın, kendini emniyette hissedeceğin bir vasatın varsa depreme niye ihtiyaç var? Bu nimetlerin her birinin ve daha fazlasının ehemmiyeti zaten ortada. Bir kısmımızdan bunları alınca öbür kısmımız zaten en iyi ihtimâlle iki dakika ibret aldıktan sonra hayatına kaldığı yerden devam ediyorsa bütün bu hercümerç niye?

İnsan ibrete muhtaç mı?

Niçin?

Bırakalım insan gözüyle gördüğünden, kulağıyla dokunduğundan, eliyle tuttuğundan ve bilumum azalarından ihsâs ve idrak ettiğinden ibret almayı, şahsen yaşadığından bile ibret ve pay almayan, alsa bile bir vakit sonra bu ibretin yerinde yellerin esebildiği bir varlık. Unutmak hamurumuzda, nankörlük mayamızda. Zaten insan azıcık ibret alabilseydi aynı mevzudaki aynı hataları bir ömür tekrar edip durur muydu? O yüzden sallanmak, ola ki silkelenmeye vesile ola... Silkelenmek de silkinmeye.

Deprem nevinden felâketler insanın bir türlü anlamadığını ve kendi başına bırakıldığında anlayamayacağını ihtar: Falan veya filân gün, şu veya bu şekilde, şurada veya burada ö-le-cek-sinnn! Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamayı terket. Ölümü farket; ölümü yani bu dünyanın yegâne hakikatini.

Ne ki insan, anlatan kim olursa olsun farketmez, ancak anlamak istediğinde anlayan bir varlık. Hele bahis mevzuu, anlaşılması böylesine mesuliyetler yüklü bir mevzuysa.

Bir tek sallanırsak uyanırız bu gafletten.

Belki.