Bize Kızılelma lazım

SÜLEYMAN ŞAHİN
Abone Ol

Kamuoyunda geleneğe dayalı sahih İslâm anlayışını savunan bir isim olarak tebarüz eden Ebubekir Sifil Hoca ile son zamanlarda meydanı boş bulup İslâm adına kendi hevâ ve heveslerini topluma dikte etmeye çalışanları, bunları besleyen zihniyetin arka planını ve buna karşı neler yapılması gerektiğini konuştuk. Feyiz vermesi niyazıyla...

Son zamanlarda İslâm adına konuşup geleneği hiçe sayanlar artmaya başladı. Gereken cevaplar verilmediği gibi maalesef bazı kurumlarımız bunlarla ortak projeler bile yapıyor. Ne olacak bu ahvalimiz ne yapmalı, nasıl yapmalı, bu konuda ne söylemek istersiniz?

Oldum olası söylüyorum. Türkiye’de İslâm dini hâriç her alanın bir sahibi var ve bu alanı kimseye kaptırmıyor. Mühendislik öyle, hukuk öyle, diğer alanlar öyle. Fakat ne gariptir ki, din ve bilhassa İslâm dini söz konusu olduğunda sahipsiz, bomboş bir alan görüyorsunuz. Ağzı olan konuşuyor. Bu alanı meşru bir otoriteye nasıl bağlayabiliriz? Siyasi bir otoriteyi kasdetmiyorum. Bu alanın paydaşları tarafından benimsenen, salahiyeti teslim edilmiş bir kurumun, bir yapının boşluğunu hissediyoruz Türkiye’de.

Osmanlı’da mâlumunuz bir Meclis-i Meşayih vardı. Tam olarak dediğinizi karşılıyor mu bilemem ama en azından ağzı olan konuşamazdı.

Osmanlı’nın son döneminde Telif ve Tercüme Eserleri Tetkik Komisyonu diye bir heyet vardı. Neşredilen kitaplar topluma, dine, maslahata uygun mudur diye inceler ve karar verirdi. Bugün böyle bir heyet olsa sansürle bağdaştırıp isyan ederiz. Fakat Osmanlı’nın günümüz Türkiyesinden temel farkı, Osmanlı’da bir şeyhülİslâmlık makamının oluşu.

Bu makam, divan-ı hümayunda padişahtan hemen sonra geliyor. Dolayısıyla dini alan herhangi bir boşluğa, bir oldu bittiye bırakılmamış. Doğrusu da bu zaten. Türkiye’de ise bir Diyanet İşleri Başkanlığı var. Ama tabii bu kurumun toplum üzerinde misyon ifa etmesi, fonksiyon ifa etmesi Şeyhülislamlık’la kıyaslanamaz.

Bid’at mezhepler, fırkalar dediğimiz nasıl ortaya çıktı? Her biri kendi kanaatini yegane meşru anlayış olarak takdim etti, Kur’andan bir kısım ayetlere dayanarak doğrusu benim söylediğimdir dedi. İslâm dünyasında istikrar nasıl sağlandı peki?

Çeşitli sebepleri var bunun. Sistem ile ilgili sorunu var, yeterlilik sorunu var, iletişim ve daha birçok sorunu var. Şahsen şöyle bir şey arzu ederim. Türkiye’de çeşitli dini kesimler, cemaatler, kurumlar, kişiler, din konusunda kendisini yetkin gören adresler, bunların yetkinliği ve meşruiyeti bir sisteme bağlanmalı. Bir ortak platformun oluştuğunu farzedelim, içinde Diyanet İşleri Başkanlığı da olsun, ilahiyat hocaları da olsun, medrese mollaları da olsun, bahsettiğimiz türden kişiler de olsun. Burada ortak bir platform oluşsun, insanların beyan ettiği görüşlerin meşruiyetini konuşsun ve buradan bir karar çıksın. Buradan çıkan karara göre meselenin aslı neyse ortaya çıksın.

‘Sana göre - bana gör bir Müslümanlık moda oldu’

İşin şirazesi öyle kopmuş ki, sana göre-bana göre bir Müslümanlık moda oldu. Kendi uygun gördüğü şeyi din diye anlatıyor. Muhaliflerini de bin bir türlü şeyle itham ediyor. Bu tavır meşruiyetini nereden alıyor? Kuru bir söylemle olacak iş değil. Şu konuda şöyle düşünüyorum ve Kur’an’a dayanıyorum deyince meseleyi bitmiş zannediyoruz.

İslâm dünyası böyle bir tecrübeyi, kendi şahsî kanaatini din olarak görme hadisesini çok erken bir tarihte yaşadı. Bid’at mezhepler, fırkalar dediğimiz nasıl ortaya çıktı? Her biri kendi kanaatini yegâne meşru anlayış olarak takdim etti, Kur’an’dan bir kısım ayetlere dayanarak ‘doğrusu benim söylediğimdir’ dedi. İslâm dünyasında istikrar nasıl sağlandı peki? Bir şeyhülİslâmlık kurumu ihdas edildi. İlk olarak İmam Ebu Yusuf’un başkadı olmasıyla birlikte böyle bir tecrübe oluştu. Ondan sonra dikkat ederseniz İslâm dünyasında bu noktada genel bir istikrar söz konusu.

Böyle bir müessesenin varlığı şarttır. Bu müessese meşruiyetini nereden alır? Ortak ulema heyetinden, şura heyetinden alır. Şimdi ne böyle bir şura heyeti ne de kimin meşru olduğuna karar verecek bir adres var. Dolayısıyla sahipsiz bir alanda ağzı olan konuşuyor. Din adına konuşacak yetkiyi kendinde gören insanların bir elekten, bir süzgeçten geçmesi lazım. Osmanlı’da şeyhülİslâmlık makamına bağlı çeşitli alt birimler, medreseler ile ilgilenen, fetva ile ilgilenen, idari işlerle ilgilenen birimler varsa Türkiye’de de ulema heyetinin imtihanından geçerek böyle birimler oluşmalı. Bu iş en başından bozulmuş. İcazet sistemi içerisinde, hoca-talebe ilişkisi içerisinde hem ilim hem otorite hem de formasyon aktarılır. Biz bu sistemin dışına çıktığımız için bir türlü vaziyeti düzeltemiyoruz.

‘Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat bu ümmetin intisap ettiği bir yapı’

Yabancı bir ülkeye gittiğinizde bir grup Müslüman buluyorsunuz. İran Şii bir molla göndermiş, Suudiler veya diğer Körfez ülkelerinden birtakım vakıflar bir Selefi göndermiş ama Ehl-i Sünnet adına kimse yok. Türkiye’den nadiren denk geldiğiniz birileri oluyor, onlar da Ehl-i Sünneti temsilen değil kendi hizbi namına orada. Nasıl olacak bu iş?

Önce bu işin adını koyacağız. Biz bu işin adını koymaktan imtina ediyoruz. Belki korkuyoruz, belki siyaseten doğru bulmuyoruz ama adını koymak lazım. Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat dediğimiz yapı, İslâm tarihin başından bu yana bu ümmetin en geniş katılımıyla intisap ettiği, kabul ettiği bir yapı. Bu yapının koordinatlarını, kırmızı çizgilerini belirleyip bu dinin Türkiye’de meşru otoritesi budur diyebilmek lazım. Yoksa hakikaten iş kötü bir yere gidiyor.

İran coğrafyasının nasıl Şiileştiğini biliyoruz. Siyasi erkin dayatmasıyla oradaki Sünni ulemanın asılması, kesilmesi, sürülmesi, itibarsızlaştırılması neticesinde oluşan boşluk Lübnan’dan ve başka yerlerden getirilen Şii alimlerin transferiyle dolduruldu ve yarım asır içerisinde koca bir coğrafya tekmilen Şiileştirildi. Şu anda da öyle gidiyor. Şimdi ülkemize baktığımızda bu işin adını koymaktan çekiniyoruz, imtina ediyoruz.

Laiklik Hıristiyanlara, Yahudilere yarıyor ama Müslümanların aleyhine işliyor

Bu korkunun arkasında ne var peki?

Daha önce dediğim gibi sistem ile ilgili bir mesele bu. Türkiye Cumhuriyeti devleti laik bir devlet olarak lanse edilmiş. Kendisini böyle deklare etmiş. Dolayısıyla bunun laiklik ilkesi Hristiyanlara, Yahudilere yarıyor ama Müslümanlara gelince aleyhte işlemeye başlıyor. Devletin dini bir kimlik edinmesi bu şartlar altında mümkün değil. Dini bir kimliği koruması da İslâm söz konusu olduğunda mümkün görünmüyor.

Laik Fransa niçin Ortadoğu'daki Hristiyan okullara yaptığı yardımı iki misline çıkarıyor.

Biz laikliği yanlış anlıyoruz

Laik Fransa’nın Cumhurbaşkanı Macron Beyrut’a gittiğinde “Lübnan’a niçin geldiniz” diye soran gazeteciye “Çünkü Lübnan sizsiniz, çünkü Lübnan biziz” cevabını verip Katolik Maruniler üzerinden ülkenin kaderine dair kendinde söz hakkı görüyor. “Ortadoğu’daki Hristiyanları desteklemek bizim asırlara dayanan sözümüz, tarihi misyonumuz” deyip Hristiyan okullara yapılan ödemeyi iki misline çıkarıyor. Biz niçin beceremiyoruz bunu?

Biz maalesef laiklikten yanlış bir şey anlıyoruz. Laiklik dini yapıların kendi özerkliği içerisinde hareket etmesine mâni değildir. Kilisenin özerk bir yapısı var, bütçesi var, yönetim anlayışı var, kurumsal yapısı var, şusu var busu var. Türkiye’de laiklik deyince dine mesafeli duruş anlıyoruz.Bu da sadece İslâm söz konusu olunca zuhur ediyor. Dolayısıyla bilemiyorum, yukarıdan siyasi erkin bir zemin açması mı gerekiyor, yoksa aşağıdan ehil insanların bir araya gelerek bu işe ön ayak olması mı gerekiyor?

Siyaset, halk ve sermayeden bağımsızlık

Siyasi erkin el atması kolay değil. Mâlum, sıkıntılı bir mevzu. Tavandan değil de sizin gibi ehil isimler vasıtasıyla tabandan bir hareket daha verimli olmaz mı?

Tarih içerisinde ulemanın konumuna, durduğu yere baktığımızda üç temel özellik görüyoruz.

- Siyasi yönetimden bağımsızlık

- Halktan bağımsızlık

- Sermaye kesiminden bağımsızlık

Bu üç bağımsızlığı elde edemiyoruz bir türlü. Bir yapılanmaya gittiğimizde yukarıdan bir otorite bunu kendine zarar olarak görebiliyor. Aşağıdan, tabandan biz bunu yapalım desek, şimdi iğneyi kendimize batıralım, bir ehliyet sorunu yaşıyoruz. Bu ülkede adı hocaya çıkmış insanlara; “Hadi buyurun, bugünün modern dünyasında Türkiye’nin sorunlarını İslâmî çerçeveden masaya yatıralım” denmiş olsa kaç kişi çıkabilir meydana? Böyle bir sorunumuz var yani. Dolayısıyla birazı bizden, birazı dışardan, tabi sahipsizliğin getirdiği bir durum bu yine.

Macaristan’da bir tanıdığım vardı, yeni Müslüman olmuştu. Osmanlı’ya, Türklere muhabbeti olan güzel de bir kardeşimdi ama sonradan Şii olduğunu öğrendim. Çok üzüldüm bu duruma. Sahip çıkamıyoruz maalesef. İran veya Suudiler bir şekilde el atıyor, biz öylece seyredip duruyoruz. Ne olacak bu işin sonu?

  • Önce bu işin adını koyacağız. Biz bu işin adını koymaktan imtina ediyoruz. Belki korkuyoruz, belki siyaseten doğru bulmuyoruz ama adını koymak lazım. Ehl-i Sünnet ve-l Cemaat dediğimiz yapı, İslâm tarihin başından bu yana bu ümmetin en geniş katılımıyla intisap ettiği, kabul ettiği bir yapı.

Laiklikten farklı bir şey anladığımız için politikalarımız o çerçevede gelişiyor. Bu millet Müslüman mı? Müslüman. Peki Müslümanlığın “ülke” olarak bize kattığı ne var? Her ülkenin kendi bekası için öngördüğü, kıymet verdiği, nesilden nesile aktardığı bir Kızılelması olur. Kızılelma, o ülkenin inancından, kültüründen, manevi ve tarihi değerlerinden kaynaklanır; o ülkeyi devletiyle milletiyle külli hedeflere motive eder. Mikro gündemler değişse de ana hedef konusunda ortak bir milli şuur, müstekar varlığını hep muhafaza eder. Bizim Kızılelmamız yok. Bu olmayınca gördüğünüz çok başlılık, çok seslilik, ilkesizlik kaçınılmaz bir netice hâline geliyor. Bize Kızılelma lazım!