Biz Kimiz ki!
Azerbaycan Ordusu’nun Ermenilerce işgal edilen topraklarını geri almak için giriştiği karşı saldırıda gösterdiği azme şahitlik etmedeyiz. Burnumuzun dibinde ama bizden fersahlarca uzaktaymış gibi zannettirildiğimiz ve Ermeniler karşısındaki hezimetlerini sineye çektiklerini kabullenmeye başladığımız bir demde Azerbaycan Türkleri’nin gösterdikleri askeri muvaffakiyet hepimizin gönlünde taht kurdu. Gelgelelim bu hususta benim dikkatimi celbeden asıl husus, bizim yayın mecralarımıza bağlanan Azerbaycan Türkleri’nin sergilediği parmak ısırtan milli şuur. Muharebe esnasında kendiliğinden canlanan milli hisleri aşan ve çok daha derinlerde kök salmış intibaı uyandıran gıpta edilesi bu ben idrakından acaba biz ne kadar nasiplenmişiz?
İçinden geçtiğimiz bu devranda, bırakalım “Türklük nedir?” sorusuna eter-tutar bir cevap bulabilmeyi, yazık ki “Türk kimdir?” sorusuna verilen karşılıklar arasında da herhangi bir insicamdan veya ortak paydadan bahsedememekteyiz.
“İyi ama ne var bunda? Herkes ortalıktaki tariflerden birini beğenip benimseyebileceği gibi aynı zamanda dileyen de istediği tariften bir kısım alarak başkalarıyla harmanlayabilir.” diyenlerimizin hiç de az çıkmayacağı kanaatindeyim. Dahası bu vahim duruma bakarak, böylesi hassas mevzularda değişik fikirlerin orta yerde cirit atmasını tabii bulmak da mümkün.
Öyle ya, güya barikai hakikat müsademei efkârdan doğar imiş. Sormak icap etmez mi? Sahiden de her durumda fikirlerin çatışmasıyla gerçeğin parıltısı ortaya çıkmakta mı? Fikir çatıştırmanın veya tartışmanın adabını bilmeyen insanların arasında da veya bizim gibi bu adabı muaşereti unutmuş cemiyetlerde de fikri tartışma sonrasında bırakalım hakikati, gerçek dahi kısmen parıldar mı? Böyle bir ihtimal mümkün mü?
Üzerinde bir türlü ittifak veya uylaşma sağlayamadığımız başka mevzuları bir tarafa bırakarak soralım: “Biz kimiz?” Nüfus cüzdanımızda yazanın hakikatine ne mikyasta vukufiyet kesbetmişiz? Sahiden de içinde yaşadığımız coğrafya ile lisanımızı bir tarafa bıraktıktan sonra dönüp kendimize baktığımızda hangi hususiyetlerimiz bizi biz kılmakta? Ve benzerlerimizden sahiden de ayırmakta? Bizi biz yaptığına inandığımız bu hususiyetlerin kaç tanesi sahiden de bize mahsus? Ve kaçı son yüzyılda bize zorla dayatılanların arasından seçip üstümüze şöyle-böyle yamadığımız hasletler? Binlerce senedir kültür açısından, bin senedir de itikadi açıdan birarada bulunduklarımızdan koparılmaklığımız için yapıp-edilenlerin sonrasında biz ne kadar “biz”den iz taşımaktayız? Bu taşıdığımız emareler, bizi sahiden de benzerlerimizden ayırdetmeye yetmekte mi?
Kilisenin yarattığı millet
Misal: Oğuzdaşlarımız’ın hâlen daha çarpıştığı ve Rabbimize binlerce şükür ki hâdlerini bildirmeye devam ettikleri Ermeniler, zannedildiğinin aksine aslen kan veya ırk birliğine dayanan bir millet değildir. Gerçi ortada ortak konuşulan, onlara mahsus bir lisana ve -Burası pek mühim.- yazılan bir alfabeye sahipler ama Ermeni ortak paydasını sağlayan husus ne lisan, -Dolayısıyla kültür...- ne de alfabe. Ermenilik kilise ile mukim ve bir tek onunla kaim. O yüzden de yakın bir zamana kadar Ermeni Kilisesi’nden çıkan bir kimse, Ermenice konuşmaya ve yazmaya devam ettiği hâlde Ermeni sayılmazdı. Fakat gerek Ortodoksluk, gerekse Katoliklik karşısında yüzlerce yıl direnen Ermenilik, başka bir ifadeyle Ermeni Kilisesi, aynı istikrarını Protestanlık karşısında gösteremediği için, gerekse Aydınlanma sonrasında herkeste görülen kendi kavmiyetine tapınma manâsında ‘milliyetçilik hastalığı’na yakalandığı için Ermeni mefhumu dini değil, kavmi bir mahiyet taşımaya başladı. Bugünkü Ermenilik de kiliseyi değil, kabulü esas almakta: Kim “Ben Ermeniyim.” diyorsa onu Ermeni âddetmekte; lisan, kilise, kültür ve hatta tarih ortak paydasını sorgulamaksızın.
- Peki biz Türkiye’de yaşayan insanlar, kendimizi kim diye tarif etmekteyiz? Kim ve ne? Ve bu tarifimizi hangi hususlar(ımız)a dayandırmaktayız? Şahsiyetimizin mahiyetini tespit etmeye ne kadar yakınız? Kuru gürültü milliyetçilik ile köksüz ulusalcılık iddialarını bir tarafa bırakarak soralım: Biz kimdir?
Sorgulamaya devam edelim: Kendisini filân asıllı, falan asıllı veya feşmekân asıllı kabul edenlerin Türklükle irtibatı mümkün mü? Nasıl? Meseleyi bir ülkenin vatandaşlığı seviyesine indir(ge)meden bu suali cevaplandırmak kabil mi? Üstelik Türklük hadisesini bir soy-sop, bir ırk ve hatta bir kan birliği kabullenenlerin sayısı günbegün artmaktayken kim Türklüğün aslını-esasını neyin teşkil ettiğini doğru bir tarzda ortaya koyabilmekte ki?
İslâmcılık ve milliyetçilik
Kâhir ekseriyetini bir zamanların İslâmcılarının teşkil ettiği öbeğin durumu bu minvalde daha da vahim. Daha pek yakın geçmişe kadar davalarını millet değil, ümmet üzerine inşa eden bu çevreler için ortak hedef ümmeti kurtarmaktı; aralarındaki farklar da ‘ne’den değil, ‘nasıl’dan kaynaklanmaktaydı. Pek çoğuna göre Kur’an rehber bellendiğinde çözülmeyecek mesele yoktu. Birbiriyle pek bir ilişiği bulunmayan İslâmcı çevrelerin çoğunun zihnini belirleyen kaynaklar da ne yazık ki milli olmadığı gibi yerli de değildi. Yalan-yanlış çeviri metinlere dayanan bu tercüme esaslı İslâmcılık anlayışlarının neredeyse bütününe yakınına göre millet, milliyetçilerin hoyrat ellerine terkedilmesinde hiçbir beis görülmeyen gayriİslâmi bir husustu. Millet ve milliyet meselesi, açıkça ifade edilmediğinde bile böyle amel edilen bir mahiyet arzetmekteydi.
- Kimileri için ise millet, ancak ‘milleti İbrahim’ ifadesinde karşılığını bulabilen bir mahiyetteydi. ‘Milleti İbrahim’ mefhumunun araladığı kapıdan, çok geçmeden ‘İbrahimî dinler’ mefhumu da geçirilecek ve zihinler iyice bulandırılacaktı.
Ve kalpler.
Gelgelelim aynı İslâmcı çevrelerin pekçoğu bugün ‘milliyetçilik yapmakta’ hiçbir beis görmemekte. Milliyetçiliğin ‘yapılan’ bir şey olmadığı bir tarafa, buradaki asıl vahamet şurada: Dün milliyetçiliği, en azından kendi milletinin hususiyetlerini belleyecek miktarda mazisine sahip çıkmayı ırkçılıkla eş tutan çevreler bugün hiç sakınmadan ‘Milliyetçilik yapıyorum.’ zannıyla pazarlıksız devletçiliğe soyunmuş durumda. Tabii her zamanki gibi hiçbir zihni, fikri ve hissi gayrete girişmeden. Dolayısıyla ferdiyeti değil cemiyeti öncelemesi bakımından, en azından nazari çerçevede sosyalizme yakın duruyormuş gibi bir manzara arzeden geçmişteki İslâmcılık, bugün yerini düpedüz muhafazakârlığa eklemlemiş durumda.
Bilindiği gibi muhafazakârlık da tıpkı milliyetçilik gibi fikriyatı değil, hissiyatı esas alır. Ama milliyetçilikten farklı olarak muhafazakârlık, milliyetçiliğin rağmına cemiyeti değil, ferdi merkezine oturtur. Bazen bu ferd, küçük bir aileyi veya çevreyi, bazen de en iyi ihtimalle aşireti kuşatabilir. Postmodernite ve onun getirdiği ahlâk, sadece zihni sahada değil, hissi sahada da bizi kuşatmaya devam ettikçe işaret ettiğim bu aşiret halkası daha bir küçülecek, zamanla kendi ideal hâline kavuşacaktır: yapayalnızlığına tapan ferd.
Biz bir ‘biz’e muhtaç
“Ben kimim?” sorusuna sıhhatli karşılıklar veremeyen fertlerden müteşekkil bir cemiyette yankı bulacak kuvvette “Biz kimiz?” sorusunu sormak ne kadar kabil? Haydi diyelim sorduk, ileri sürülen cevapların sadra şifalığından nasıl bahsedeceğiz? Devlet, hükûmet, rejim, sistem gibi mefhumlara dair berrak kanaatler edinememiş insanlardan, devlet ile milleti birbirinden ayırmasını nasıl bekleceğiz ki!
O yüzden de kabullenmek mecburiyetindeyiz: İnönü Devri’nde gömmek mecburiyetinde bırakıldığımız Mushaflar gibi başka hasletlerimizi de bu yüzyılda gömmeye mecbur edildik. Bunlardan biri de millet mefhumu ve milliyetçilik şuuru. Ümmet mefhumuyla çatışmayacak ve hatta ne çatışması, ümmeti teşkil eden başka milletleri de canı gönülden bağrına basacak bir millet anlayışına acilen ihtiyacımız var.