Akıl ve çıkarlarını put edinen İngilizleştirilmiş türler

KEMAL ÖZER
Abone Ol

Dinsizliğin nedeninin maddî değil mânevî olduğunu, bunun da halktan değil filozoflardan kaynaklandığını, toplumları dinsizliğe götüren materyalist felsefe ile mücadele için mânevî bir düşünce sistemi kurmanın şart olduğunu belirten Eflatun, ‘Kanunlar’ adlı eserinde, toplumlarda rastlanan her türlü bozukluğun dinsizlikten kaynaklandığını, iyi bir toplum düzeni inşası için ilk olarak dinsizlikle mücadele edilmesi gerektiğini belirtir ve dinsizlikle mücadele için devletlere kanunlar çıkarma tavsiyesinde bulunur.

Sağlam dînî ilimler ya da ilahiyat sistemi kurmanın zaruretine işaret eden Eflatun, dînî eğitim veren toplumların kalıcı olacağını dile getirir. Ancak burada mühim olan mektep değil, müfredat ile hocaların inancı ve niteliğidir.

Şüphesiz İslâm öncesi devre ait düşünce adamı olan Eflatun’un fikirlerinin çok ötesi tarihimizde gerçekleştirildi. Abbasilerin Beyt’ül Hikme’si, Selçuklu’nun Nizamiye’si, Fatih Sultan Mehmed Han’ın Sahn-ı Seman’ı, Kanuni’nin Süleymaniye medreseleri Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Ashab-ı Suffa’sının izini sürmek için tesis edilmişti. Bu sayede muazzam bir bilgi, irfan ve hikmet üretilmişti.

Ne zaman ki Müslümanlar ilim geleneğinden koptu ve sapkın tiplerin dînî ifsad maksatlı görüşlerinin peşinden gitti, işte o zaman küfür karşısında hezimete uğradı. Kilisenin, İspanya kütüphanelerini yakıp ilim adamlarını katletmesi, aynı şekilde Moğolların Bağdat ve diğer İslâm toraklarındaki eserleri tarumar etmesi büyük bir kırılmaya yol açtı.

Medrese.

Son kırılma ise yeni devleti sahiplenenlerin 1 Kasım 1928 tarihinde bin yıllık alfabeyi yok etmesiyle yaşandı. Aslında değiştirilen şey sadece alfabe değil, köklerimizle bağın koparılmasıydı. Böylece dünyanın efendisi bir millet câhil bırakılıyor, dinden ve gelenekten koparılıyordu.

Biliyorlardı ki tarih boyunca İslam dünyasında aklıselimi Türklertemsil etmişti ve bu devam etmemeliydi. Nasıl ki Türkler milletlerin aklıselimi ise Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat de mezheplerin aklıselimiydi ve onun da sağlam basan ayaklarını yerden kesmek istediler. Sözde ‘Türkçülük’ adına yapılan bu işte tam istediklerini elde edemediler!

Ardından Şii’si, Vahhabi’si, İngilizcisi, NATO’cusu, Amerikancısı, komünisti, kapitalisti, faşisti hep birden saldırdılar. Olmadı, başaramadılar. Şimdi ise ağacı içinden çürütmek istiyorlar. Ağacı, ahşap görünümü verilmiş yapay saplarla kesmek istiyorlar. Lâkin bu da boş bir uğraş. Ne yapsalar boş!

Din ve geleneğe Fransızlar

İlk olarak dün himayemize aldığımız ve karşımızda tir tir titreyen Fransa’nın masonik yapıların eline geçmesinden sonra ortaya çıkan değersizliğine hayranlık duyan ve oradan beslenerek kendine yabancılaşmış bir nesil türedi. Onları, İngilizleştirilmiş türler izledi.

Saraydaki çürümeden istifade edip türeyen Jön Türkler ve İttihatçılar adlı mantarlar ile Batının Osmanlı tebaaları arasında meydana getirilen ‘milliyetçilik cereyanları’ birleşince koskoca devlet târumar oldu.

Bugün adına ‘Hıristiyanlık’ denilen ‘din’, Hz. İsa (a.s.) ile hiçbir bağı olmayan Pavlus adlı Yahudi tarafından uydurulmuştu. Mukaddes olduğu iddia edilen İncil, insanlarca uydurulmuş binlerce sözde İncil’den sadece bir kaçıydı. Havari bile olmayan Pavlus’un mektuplarına yer verilen sözde İncil’e inananların bile cennete gideceğini iddia eden ‘tuhaf Müslüman’lar var.

Pavlus.

Hâlen işgal altındaki Filistin İslâm topraklarında yaşayan Haham Baruch Efrati, 2015’de “Hıristiyanlık ve onlara ait peygamber kıssaları, 1 ile 15’inci asır arasında yaşamış Yahudi hahamlarca yazıldı” diyor. Ama diyalogcu sapkınlar sanki kendileri girmiş de geride bunlar kalmış gibi Hıristiyanları ve Yahudileri de cennete sokmanın gayreti içinde.

İbn-i Sebe adlı Yemenli Yahudi, Pavlus’un yaptıklarının bir benzerini İslam’a yapmayı denedi ise de Kur’an-ı Kerim ve İslâm bizatihi Allah (c.c.)’ın koruması altında olduğu için başaramadı. Ancak acı hâdiselerin yaşanmasına sebep oldu. Ne yazık ki hâlen onun yolunda giden milyonlar var.

Bunlardan biri de Hasan Sabbah adlı sapkındı. Hâlen hem nesebî hem de fikrî torunları onun izinden yürümeyi sürdürüyor. Üstelik farklı yol ve araçlar kullanarak aynı hedefe koşan onlarca hatta yüzlerce şahıs ve yapı, dindar Müslüman kisvesi altında soluksuz olarak İslâm’la savaşıyor.

Gelenekten koparılmış dinsiz toplum inşası

Cumhuriyet devrinde toplumu, İslâmî ilimler ve dolayısıyla İslâm’dan uzaklaştırma çabası, dinsiz bir toplum inşâ etmenin ta kendisiydi. Buna bir de ilmî gelenekten kopan topluma bir de materyalist eğitimle inşâ edilen yeni nesil eklendiğinde, Cumhuriyet nesli ortaya çıkıverdi. Yeni paradigma; materyalistlerin oyuncağına çevrilen bilimin putlaştırılmasıydı. Her şey eleştirilebilir ancak bilim eleştirilemezdi. Allah (c.c.)’a iftira atanlar, bilim dedikleri putlarına söz ettirmiyordu.

Bugün bu memlekette, 10 asır evvelinden başlayıp 6 asır sonra bu toprakları kalıcı İslâm toprağına dönüştüren ecdada küfredenler var ise, bunun sebebi son iki asırda yaşananlardır. Haksızlık etmek istemeyiz, bu neticede sadece Cumhuriyet döneminin değil, aynı zamanda 18 ve 19. asır Osmanlı yönetimlerinin de bunda payı vardır.

Zîra ülkede açılan yabancı okullar, Batı’ya gönderilip oradan devşirilerek dönenler ve üstüne gelen dinsizleşme faaliyetleri, İslam’dan uzaklaşmaya yol açtı. Kitap ve Sünnet’ten uzaklaşıp kâfire benzemeye çalışma, FETÖ ve benzeri yapıların taban bulmasını kolaylaştırdı. Aslında hikâye çok daha eskiydi.

Emanuel Carassu.

'Şeytan hariç her şeyi kafeslere katmışsınız'

İngiliz’in azılı casuslarından Aubrey Herbert, Arnavut isyancı İsa Boletini’yi Londra hayvanat bahçesine götürüp gezdirdikten sonra ‘nasıl buldunuz’ diye sorar. Boletini ise çok mânâlı ve neredeyse küresel düzeni özetleyen ‘şeytan hariç her şeyi kafeslere tıkmışsınız’ cevabını verir.

Sultan Abdulhamid hazretlerinin azl kararını tebliğe giden dört gayrimüslimden biri olan Selanik Yahudilerinden Jön Türk üyesi Avukat Emanuel Carassu’yu tanırsınız. İttihat ve Terakki’nin müşavirliğini yapan kuzeni Maitre Salem, yeğeni ve bir İngiliz’le Büyükada’da dolaşırken, Carassu’ya, Türkiye ile ilgili düşünceleri sorulunca manidar bir ‘hamur-fırıncı misali’ni vermiş ve şöyle demişti:

  • “Siz hiç hamur yoğuran bir fırıncı gördünüz mü? Bizi ve Türkiye’yi düşündüğünüzde, fırıncı ile hamuru gözünüzün önüne getirin. Biz fırıncıyız, Türkiye ise hamur. Fırıncı hamuru evirir çevirir, hızla çarpar ve tokatlar, yumruğu ile döver... Ta ki pişirme kıvamına gelene dek. Bizim yaptığımız da budur. 1908’de bir ihtilâl yaptık, sonra 1909’da bir karşı ihtilâl, sonra başka bir tane ve hamur kıvama gelene kadar muhtemelen yapmaya devam edeceğiz. Sonra onu pişireceğiz ve onunla besleneceğiz.”

‘Ebedi Şef’ vefat etmiş, ülkenin ipleri ‘Millî Şef’in eline geçmişti ‘Türkçe ezan’dan sonra ‘Türkçe Kur’an devrimi’ macerası yarım kalmıştı.

‘Ebedi Şef’ vefat etmiş, ülkenin ipleri ‘Millî Şef’in eline geçmişti ‘Türkçe ezan’dan sonra ‘Türkçe Kur’an devrimi’ macerası yarım kalmıştı. Yeni Şef bunu tamamlamaya kararlıydı. Yanına Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i de alan İnönü, Diyanet Reisi Şerafettin Yaltkaya’yı çağırıp Türkçe Kur’an yazdırılması ve ibadetin sadece Türkçe yapılması konusunda fikrini sormaktaydı. Yaltkaya pek münasip görmüştü. Matta, Luka, Yuhanna, Markos İncilleri gibi siparişler veriliyordu. Balçıoğlu Kur’an’ı, Cemil Sait Kur’an’ı, Hacı Murat Kur’an’ı ve Necipoğlu Kur’an’ı diye dört örnek çalışma yaptırılıyordu.

Emanuel açıktan düşmanlığını gösteren bir Yahudi’ydi. Bir de bunu gizleyen ve gizlemeye devam eden Müslüman görünümlü Yahudiler, Ermeniler mevcuttu. Artık devir onların devriydi. Biraz zaman geçmişti. Şimdi ise modern İbn-i Sebeler türedi. Belki bunların çoğu Yahudi değildi ama Müslüman kılığına bürünmüş İslam’ı kafalarına göre yorumlayan münafıklardı.

Sömürgecilikle elde ettikleri servet

Son Posta gazetesi, 'Türkçe ezan okunacak' manşeti.

Müslüman Araplar İber Yarımadasına geçip ‘Endülüs Medeniyeti’ olarak şöhret bulan devri başlatmıştı. Endülüs, pislik içinde ve iç savaşlarla boğuşan Avrupa için çok şeydi. Zîra oraya insanlığı, ahlâkı ve ilmi götürdü. Avrupa insanlık ve ahlâk kısmını almaksızın sadece ilim kısmını öğrendi ve Rönesans olarak adlandırılacak devir bu sayede başladı.

Müslümanlardan öğrendiklerini, sömürgecilikle elde ettikleri servet ve insan kaynağı ile yeni bir şekle sokan Batı, Haçlı seferlerinden elde edemediği şeyi başkaca yönlerde arıyordu. Avrupa veya daha geniş mânâda Batı, o dönemde Müslümanların en büyük devleti olan ve çağının hâkim gücü Osmanlı’yı savaş cephelerinde yenmeyi başaramayacaklarını tecrübeyle öğrenmişti. O halde savaş başka bir cephede daha sinsi usullerle yürütülmeliydi.

Protestan okulları ve şarkiyatçı silahı

Savaşlarını kazanmak için Protestan okulları ve şarkiyatçı silahlarını sahneye sürdüler. Osmanlı’nın her bir köşesine seyyah, arkeolog, işadamı, coğrafyacı, eğitimci ve tarihçi gibi kisvelere bürünmüş casuslarını gönderdiler.

Bunların bir kısmı mühtedî kılıklıydı yani güya Müslüman olmuş, Müslümanları tanımaya çalışan ve ilim peşinde koşan müsteşriklerdi. İslâm topraklarının hemen her köşesini ziyaret ediyor, kendilerince keşifler yapıyor, fitne tohumları ekiyorlardı. Aubrey Herbert, Wilfred Scawen Blunt, Getrude Bell, Mark Sykes, George Lloyd gibi ajanlar, Ignác Goldziher, W. Montgomery Watt, William Martin Laeke, Henry Finnes Blosse Lynch, Simon Ockley, George Sale, Alois Musil, Samuel Marinus Zwemer, Aloys Sprenger gibi pek çok şarkiyatçı / müsteşrik / oryantalist casus iyi düzeyde Türkçe, Arapça ve Farsça öğrenmişlerdi. Müslüman kılığında tabiri caizse her deliğe girdiler, İstanbul’da, Şam’da, Kahire’de, Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere’de yaşadılar, Müslüman âlimlerle görüştüler, İslâm ve Hz. Muhammed (s.a.v.) hakkında kitaplar yazdılar.

Getrude Bell.

Sadece muhtelif dilleri bilmiyorlardı. İslâm’ı da iyi öğrenmişlerdi. Aynı zamanda gidecekleri toplumların güçlü ve zayıf yönlerinden haberdardılar. Elbette hepsi Müslüman kılığında değildi ama gerektiğinde Müslüman adları alarak ihtiyaç olan kılığa bürünüyorlardı.

Osmanlı tarih sahnesinden çekildi ve onların çoğu öldü ama ektikleri fitne tohumları yeşermeye devam ediyor. Allah (c.c.)’ın sapasağlam ipine sarılmak varken, İslâm beldelerinde ahmaklık, vesvese, dünyevî hırs ve menfaatler yüzünden bunların izini süren bir sürü akılperest türedi.

Kuramer'in maksadı ne ola ki?

Oryantalistlerin en meşhurlarından biri olan W. Montgomery Watt’in “Hz. Muhammed Mekke’de” adlı kitabını ilk olarak müfsitlerin pek çoğunun yetiştiği Ankara İlahiyat Fakültesi, 1986’da hiçbir eleştiriye tabi tutmadan neşretmişti. Sonra bu alçağın kitaplarını pek çok yayınevi de hiçbir eleştiriye tabi tutmadan yayınladı. Daha da ilginci, Diyanet’in ‘Kuramer’ adlı kuruluşu da son zamanlarda bu müsteşrikin kitaplarını övgü dolu metinlerle neşretmeye devam ediyor.

Kuramer’in bastığı “Hz. Muhammed Mekke’de” kitabının kapağında “Bir süreden beri, tarihçi zihniyetine sahip İslâm araştırmacılarınca, Hz. Muhammed’in hayatının yeniden yazılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Bu ihtiyaç, son yüzyılın ortalarında, tarihçilerin ilgilerinin ve tavırlarının değişmiş olmasından ve özellikle de tarihin temelindeki maddî faktörler konusunda daha fazla bilinçlenmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. Hz. Muhammed’in biyografisine dair bu kitabın özelliği, eldeki kaynakları daha titiz bir şekilde sıraya koyması değil, söz konusu maddi faktörlere daha fazla önem vermesi ve geçmişte pek sorulamayan bir çok soruya cevap vermeye çalışmasıdır” diyen utanç cümleleriyle yayınlandı.

Yeni neşrettikleri “Hz. Muhammed Medine’de” kitabının kapağına ise “Bu çalışma, Âdemoğlunun en büyüklerinden birisi hakkında yeni bir değerlendirme” cümlesini yazmışlar. Diyanet’in modernistlerden müteşekkil Kuramer’i, Hz. Peygamber (s.a.v.)’i İslam düşmanlarının ağzından öğretmeye çalışmakla neyi amaçlıyor, anlamak güç değil elbette. Lâkin herkes aynı idrak düzeyinde olamayabilir

Müslümanın parası ile tevrat tefsiri

Özellikle isimleri mâlum kişilerin, Ankara ekolü, Ankara okulu falan dediği bu zihniyetin maksadı ile Yahudilerin Tevrat Tefsiri’ni kamu kaynağı ile basıp “İslâm’ın temel kaynaklarından biri” diye takdim eden zihniyet birbirlerinden irtibatsız gibi dursa da gerçekte aynı ifsat hareketinin birer şubesinden ibaretler, o kadar.

Olup bitenin bir bölümü, casusların ve şarkiyatçıların devrin şöhretli kimseleri üzerindeki tesirleridir. Diğer bölümü ise ‘İslamcılık’ kisvesi altında İslâm’ın -sözde- modernleşmesini savunma edepsizliğidir.

Günümüz Müslümanlarını artık sadece Ehli Sünnet ve Şia diye tarif etmek bizi ciddi yanılgıya sürükler. Şia’nın kendisi gibi olmayanlara bakışı mâlumdur ve konumuz dışındadır. Ehli Sünnet kimliği altında barınan, Vahhabilik - NeoSelefilik gibi yapıların ortaya çıkardığı tehlikeler ne yazık ki yeterince fark edilebilmiş değil.

Bu yetmezmiş gibi Vahhabi eğitiminden geçip ülkemizde bazı ulemanın arkasına sığınarak, gerçek maksatlarını gizleyerek Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat maskesi altında bilhassa gençler arasında büyük fitnelere yol açan faaliyetleri yürütenler var. Kendilerini, zaman zaman geleneğe, Osmanlıya ve tasavvufa düşmanlıkları ile ifşa etseler de pek çok kişi tehlikeyi görmekten uzak.

Geçmişte ifsadını gizliden yürütenlerin çoğu artık daha cüretkarlar ve açıktan faaliyet yürütüyor. Kimi Peygamberlere, kimi Hadis-i Şeriflere ve Hadis kaynaklarına, kimi Sahabe-i Kirama, kimi mezheplere, kimi de başka bir değere saldırıyor. Yol haritaları İngiliz siyasetinin tıpatıp aynısı. İslâm’ın merkezinde duruyor gibi yapıp, Müslümanları içeriden çürütmeye çalışıyorlar.Gençleri ve varlıklı kimseleri hedef alıyorlar. Gelenekte ne varsa hepsine düşmanlar, akıllarına ve maddî imkân sağlayan sahiplerine tapıyorlar.

Kimi kendine ‘âlim’ diyen, kimi ilahiyatta hocalık yapan, kimi hiçbir görünür geliri olmadığı hâlde büyük vakıflar, teşkilatlar ve yayınevleri kuran bu yapıların hepsi birbirlerinden habersiz aynı patrona bağlılar. Farklı usûller kullansalar ve farklı noktalarımızı zayıflatmaya çalışsalar da ortak gâyeleri; toplum inancını zayıflatıp fitne çıkarmak… Küffarın silahla yapamadığını, bunlar Müslüman kılığıyla yapıyorlar.

Herkesi eleştirirler, herkese iftira atarlar lâkin hiçbir eleştiriye ve reddiyeye tahammül edemezler. Peygamberi (a.s.v.), ulemayı, geleneği beğenmezler. Tek doğru kendileri ve put edindikleri akılları.

Kur’an sapasağlam elimizde, Peygamber (a.s.v.) Hadis-i Şerifleri ve Sünneti ile aramızda yaşıyor. Ebu Hanifeler, Ahmet Bin Hanbeller, İmam Şafiiler, İmam Malikler aramızdan ayrılalı asırlar geçse de ilmik ilmik dokudukları eser ve fetvaları ile bizimle yaşıyorlar.

Buna rağmen her şeyi kendinin bildiğini, kendinden öncekilerin yanlış yaptığını iddia eden fitnecilere itibar etmek de neyin nesidir? Kim kendi aklını put edinir ve kim de bunlarla olursa, bilsinler ki kendilerinden başka kimseye, hele ki İslâm’a zerre zararları dokunamaz. Biz, onların kimin malı olduklarını çok iyi biliriz.

Vesselam!