100. yılda gerçek Cumhuriyet Bayramı kutlanacak mı?
100. yılda cumhuriyet konusundaki tercihin artık berraklaştırılması gerekiyor. Bu diktacı-totaliter “Atatürk Cumhuriyeti”ni değil, halk hakimiyetinin tecessüm ettiği demokratik cumhuriyeti esas almakla mümkün olabilir. Cumhuriyetin tek parti dönemi tarihî bir vakıadır, fakat bugünkü cumhuriyete temel teşkil etmez. Geleceğimizi diktacı-totaliter bir cumhuriyette değil, hürriyetleri tanıyan, halkın reyini esas olan bir yönetim olan demokratik cumhuriyette aramak en tabii hakkımızdır.
Türkiye’de cumhuriyetin aklın sahasında konuşulması bir türlü mümkün olmuyor. Cumhuriyeti baştan beri inanç konusu yapanlar var. Kendini cumhuriyetle aynılaştıranlar, daha ötesi “cumhuriyet benim” diyenler, son seçim kaybından sonra gerçek bir bozgun daha yaşadılar.
Halka gerçek seçme hakkının tanındığı 1950’den beri tekrarlanan mağlubiyetler serisi bu kesimde itidal kaybına yol açıyor. İhtiyat elden gidiyor, ağızları bozuluyor; halkı suçlamaktan ve küfürden başka söyleyecek sözleri kalmıyor. Gerçek bir bozgun havası! Kendilerini inandırdıkları, medlulü (dayanağı) kalmamış yapma değerlerin şeklen de yok olması…
Esasen onların sorusu şu: Neden bu hallere düştük? Bu soruya doğru cevap verebilseler, sonuç farklı olur.
Türkiye’de cumhuriyet, diktacı-totaliter bir sistem olarak kurulmuştur. Halka, Meclis’i dolduran ve M. Kemal Paşa tarafından seçilmiş olan milletvekillerine, hür iradeleri ile cumhuriyet ilân etme fırsatı neden verilmedi? Saltanatın kaldırıldığı Türkiye’de kim cumhuriyete karşı çıkabilirdi? Millî Mücadele’nin sonradan Devlet Mezarlığı’na buyur edilen kahramanlar mı?
Diktacı-totaliter cumhuriyet kurulmak istendiğinden, cumhuriyetin ilânı bir köşk darbesi şeklinde kurgulandı. Cumhuriyetin kuruluşunda cumhurun, halkın sözünün, fikrinin, hissiyatının hiç mi hiç kıymeti yoktu.
- Cumhuriyet, milletvekillerinin neredeyse yarısının oylarıyla ilân edildi.
- Ankara dışında bulunan vekiller haberdar edilmedi, gelmeleri beklenmedi.
- Ankara’da bulunanların bir kısmına oturuma katılmamaları için haber gönderildi, hatta Meclis’e gelmemeleri için de evlerinin önüne polis dikildi.
Bunu aynı zamanda sıkı bir Atatürkçü olan Yılmaz Öztuna vefatına yakın bir zamanda yayınlanan yazısında kayda geçirdi. (bkz. 14.5.2011, türkiye gazetesi)
Diktacı cumhuriyetçilerin sloganı
‘Millet hakimiyeti’, diktacı cumhuriyetçilerin kullandığı bir slogandı; zâten hukuken ve fiilen hakimiyet Osmanlı Hânedânı’nda değil, millette idi. Hatta denilebilir ki, Cumhuriyet’ten önce daha gerçekçi ve temsil esaslı seçimler yapılıyordu. Cumhuriyetçiler cumhuriyetin demokrasi ile eş anlamlı olduğunu propaganda ettiler. Gerçekte cumhuriyet ille de demokrasi değildir, halkın hakimiyeti değildir. Cumhuriyet, devlet başkanlığının soydan gelmediğini, bir hanedana âit olmadığını ifade eden bir terimdir. Yani saltanat veya monarşinin zıddıdır.
Cumhuriyetten ileri monarşiler
Cumhuriyetin demokratik bir rejim kurması beklenir, fakat monarşi de demokratik bir rejimle sürdürülebilir. Nitekim bugün Avrupa’nın köklü monarşileri demokrasi ve çoğulculuk bakımından nice cumhuriyetten, elbette Türkiye’deki cumhuriyetten de ileridedir.
1923’te hâkimiyetin Osmanlı Hanedanı’ndan alınıp millete verildiği iddiasının hakikatle alâkası yoktur. Hâkimiyet, milleti temsil etmek iddiasında olan bir kişi ve zümrenin olmuştur. Yani oligarşik bir yapı oluşturulmuştur. Ve 1950’ye kadar cumhuriyet alenen totaliter, tekelci bir rejimdir!
Bazılarının “altın çağ” ilan ettiği tek parti döneminde Türkiye yoklukla, sefaletle, baskıyla, zulümle iç içeydi. Bu dönemi övenler, yani tırnak içinde “cumhuriyet”in sahipleri ise bir eli yağda, bir eli balda yaşadılar.
10 yıl daha seçim olmasa halk ayaklanacaktı
Onların oligarşik cumhuriyeti, eğer seçimsiz bir on yıl daha geçirseydi, halk ayaklanması ile ortadan kaldırılacaktı. Batılı merkezler bunu gördüler ve Türkiye’deki “Millî Şef”e seçim zorunluluğunu empoze ettiler. Seçim yapıldı, halka gidildi ve diktacı-totaliter cumhuriyet şeklen sona erdi!
Ya fiilen?
Fakat, gerçek demokratik cumhuriyetin bütün kideleriyle yürütülebilmesi için ciddi bir engel vardı. Hâlâ Anayasa, CHP’nin ilkelerini bütün partilere mecbur ediyordu. Bu yüzden Cumhuriyet bu tarihten sonra bir de Cumhuriyet Halk Partisi sorununa dönüştü. Cumhuriyete sahiplik iddiasında olan parti, seçimi kaybettiğinde halkın kararına saygı gösterip kendini feshetmeli ve diktacı devletin ideolojik bekçisi olan kurumlaşmaların orkestrasyonunu yapmaktan vazgeçmeliydi. Halk, demokrasinin tadına daha o zamandan varmalıydı.
Kısacası: Normal avdet etmeliydi! Bu mümkün olmadı. CHP ideoloji arkalı varlığı ile siyaseti hep olumsuz etkiledi. Darbeler bu mantıkla yapıldı. 1960 darbesinden sonra cumhura yapılan hakaretler, cumhuriyetin ilk yıllarında yapılanlardan farksızdı.
1980’den sonra öyle oldu, 28 Şubat’tan sonra da öyle. Bu cumhuriyet kuşları, 80 darbesini de alkışladılar, 12 Eylül’ü de ve 28 Şubat’ı da. Bir tek 15 Temmuz’da alkışa kalkan eller hüsrana uğradı. Son 14-28 Mayıs seçimlerinden sonra da gördük ki hiçbir şey değişmemiş!
Onların en büyük korkusu “halk”dı, “cumhur”du. Cumhurun bir gün cumhuriyetin bütün organlarında kendini göstermesiydi. Başlangıçta ortaya konulan diktacı tavırdan ötürü 99 yıllık cumhuriyet bayramlarına dar bir zümre dışında halkın gönülden katıldığı görülmedi.
Demokratik Cumhuriyet en tabii hakkımız
Başkent Ankara’da, hipodromda büyük geçit resmi yapılırdı. Bu esasında askerî bir törendi. Sivil Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına bir türlü geçilemedi. Cumhuriyetle tankların, tüfeklerin ne ilgisi var? Gerçek bir Cumhuriyet Bayramı’nda silaha, tanka, topa, askere gerek yoktur!
100. yılda cumhuriyet konusundaki tercihin artık berraklaştırılması gerekiyor. Bu diktacı-totaliter “Atatürk Cumhuriyeti”ni değil, halk hakimiyetinin tecessüm ettiği demokratik cumhuriyeti esas almakla mümkün olabilir. Cumhuriyetin tek parti dönemi tarihî bir vakıadır, fakat bugünkü cumhuriyete temel teşkil etmez. Geleceğimizi diktacı-totaliter bir cumhuriyette değil, hürriyetleri tanıyan, halkın reyini esas olan bir yönetim olan demokratik cumhuriyette aramak en tabii hakkımızdır.