Zanzibar: Hakuna Matata
Tek bir evrağa bile gerek duymadan gideceğiniz şehirlere tam gaz devam ediyoruz. Afrika’nın doğusundan Zanzibar’da sıcak kumlardan serin okyanuslara... Yok ben deniz, kum, güneş insanı değilim, dersen yine doğru adrestesin. Ne bereketli yer değil mi? Bu yazıda her yol Zanzibar’a çıkıyor.
Kıtanın doğusunda yer alan bu ada Tanzanya’ya bağlı özerk bir bölge. Yönetilen iki ayrı ada var: Zanzibar ve Pemba Adası. Bu bölgenin başkenti Zanzibar City olarak kabul ediliyor. Adının hikayesi de çok ilginç. Rivayete göre adaya Şiraz’dan gelen İranlı göçmenler olmuş. Adayı ve siyahi kardeşlerimizi görünce adaya zencilerin sahili anlamına gelen “zangibar” demişler. Eh elçiye zeval olmaz hâl böyleyken ben de size durumu aktardım.
Neyse tarih dersim bitti, adayı gezme faslına geçebiliriz. Zanzibar’a İstanbul’dan direkt uçuşla uçuyorum. Yaklaşık 7-8 saat süren uçuş boyu heyecanlıyım. İlk kez okyanusun orta yerinde bir adaya gidiyorum. Havaalanı şehre çok yakın. İlk durağım adanın merkezi olan Stone Town bölgesi. Hava sıcak. Daha uçak camından bakarken beni rengiyle büyüleyen okyanusun sesi kıyıya vuruyor. Bendeki yol yorgunluğu da uçup gidiyor.
İlk geceyi burada geçireceğim. Otele eşyalarımı bırakıp bir şeyler atıştırıyorum. Böyle anlarda en kolay çözümüm kruvasan ve kahve. Dünyanın neresine gidersem gideyim aynı menüyü bulabiliyorum. Stone Town’un en güzel tarafı yürüyüşle keşfedilmeye uygun olması. Forodhani Bahçesi’nin çevresinde yürümeye başlıyorum. Zanzibarlılarla selamlaşacağım, tezgahlarındaki yiyeceklerden deneyeceğim bir yer burası. Sokak yemeklerinden tatmadan geçmiyorum. İçtiğim mango çorbası farklı ve lezzetli. Buranın halkı öyle sıcak, öyle tatlı ki hemen hemen her karşılaştığım kişiyle selamlaşıyorum. Bazen yavaş ol yerine “Pole pole” diyorlar. Bazen de o ünlü söz: Hakuna Matata! Yıllar önce Aslan Kral çizgi filminde görüp öğrendiğim “hakuna matata” aslında felsefik bir deyim. Üzülme, takma kafana, problem yok demek. Ama öyle güzel bir kalıp ki Zanzibarlılar her yerde kullanıyor. Tabii benim de gezi boyu dilime pelesenk oluyor. Bizdeki “Bu da geçer ya hû” belki biraz da…
Yürürken ara sokakta maç yapan çocukların oyununa karışıyorum. Beni de aralarına alıyorlar. Öyle çok gülüyoruz, öyle eğleniyoruz ki bir an evimden uzak bir yerde olduğumu unutuyorum. Zanzibar bana evimde hissettiriyor.
Afrika, Avrupa, Hint ve Arap medeniyetlerinin izlerini mimaride görmek mümkün. UNESCO Dünya Mirası’nda yer alan Stone Town’un en dikkat çekici detayları kapıları. Hatta dünyada da Zanzibar kapıları diye namı var. İşlemeli kapıların her birinde başka bir şey var. Bazısında Kuran-ı Kerim’den ayetler bazısında değişik süslemeler. Ama hepsi bir şey anlatıyor. Kapıların önünde fotoğraf çektirmeyi de pas geçmiyorum tabii.
Stone Town’da denk geldiğim başka bir ilginç şey de Freddie Mercury’nin evi. Queen grubunun efsane vokali Freddie Mercury burada doğmuş. Hatta gerçek adı Farrokh Bulsara’ymış. Doğduğu bu evin önünde fotoğrafları ve yaşamından belgeler var. Turistler kapısında durup hatıra fotoğrafı çektirmeyi ihmal etmiyorlar. Artık otel olduğu için ne yazık ki girişe izin verilmiyor.
Sokaklarda kaybolduktan sonra okyanus beni kendine çağırıyor. Yüzümü ona dönüp yürümeye başlıyorum. Ve karşımda Stone Town Balıkçı Limanı. Kendime Hindistan cevizi suyu ısmarlayıp suya ayaklarımı sokuyorum. Burada denize girmeyeceğim, istikamet Prison Island! Burası Hint Okyanusu’nun orta yerinde bir hapishane adası. Küçük bir balıkçı teknesiyle adaya geçiyoruz. Adanın diğer adı Changuu Adası. Diğer adını aldığı şey ise bölgede sıkça rastlanan Changuu balığı. Adada uzun yıllar kimse yaşamamış ancak sonra isyancı köleleri burada hapsetmeye başlamışlar. O dönem çıkan sarı humma salgınından sonra ada karantina bölgesine çevriliyor. Hapishane hastaneye çevriliyor ve adanın adı Karantina Adası olarak değişiyor. İşle vi hep değişen bu küçük toprak parçası beni kendine hayran bırakıyor. Adadaki meşhur kaplumbağaları da görmek istiyorum. Zamanında Seyşeller Kralı tarafından buraya gönderilmişler. Adadaki en yaşlı kaplumbağa tam 193 yaşında! Ömrüne bereket be ninja!
Ertesi gün istikamet Nungwi Bölgesi. Deniz, kum, güneş tatilim başlıyor! Ben acele ettikçe bana Zanzibarlılar gülümseyerek “Pole, pole” diyorlar. Nungwi’deki otelime yerleştikten sonra okyanusla kavuşmaya doğru koşuyorum. Burada sık sık gel-git yaşandığı için sabah gördüğünüz suyu akşam bulamayabilirsiniz. Ya da tam tersi. Şnorkellerimi alıp rengarenk balıkların olduğu suya dalı yorum. Zanzibar’ın resifleri öyle zengin ki sualtı akvaryum gibi görünüyor gözüme.
Öğleden sonra kırmızı Colombus maymunlarını görmek için yola çıkıyorum. Adanın ortasında Jozani Ormanı’nda yaşayan bu maymunlar dört parmaklıymış. Bunun nesi ilginç diye düşünürken karşıma mangrov ağaçları çıkıyor. Kökleri dışarıda, sanki eteklerini toplayıp gidiyorlarmış gibi duran bu ağaçlara bayılıyorum. Adayı tsunamiden koruma görevi onlara verilmiş. Hayran olarak baharat bahçelerine gidiyorum.
Zanzibar’ın ekonomisinin en önemli kaynaklarından birisi baharatları. Öyle zengin baharat çeşitliliği var ki buraya kadar gelip görmemek olmaz. İlk baharat üretimi zencefil ile 1800’lerde başlamış. Şimdilerde dünyanın en önem - li baharat üreticilerinden biri ol - muşlar. Tur rehberiyle bahçeyi gezmeye başlıyorum. Baharat görüp de ne olacak deme hiç. Öyle ilginçliklere rastlıyorum ki… Mesela tarçın bir ağaç kabuğuymuş, karanfil ağaçta yetişirmiş, vanilya da sarmaşık bir bitkiymiş. Daha önce bunların nereden geldiğini hiç düşünmemişim. Bahçede şöyle bir turlamak bile bunları fark etmemi sağlıyor.
Akşam yemeği için The Rock’a gideceğim. Zanzibar fotoğraflarında mutlaka görmüşsündür: burası okyanusun orta yerinde bir restoran. Kaya parçasının üzerine kurulu bu yerin adına “kaya” anlamına geldiği için The Rock denmiş. Eskiden balıkçı barınağıymış şimdilerde restoran olmuş. Gel-git olduğu için bazen suların ortasında bulacağın yere bazen yürüyerek de gidebilirsin. O da senin şansın! Ben giderken tekneyle gittim ve suların ortasında yemek yemeği başardım.
Zanzibar’a birkaç gün daha ayırıyorum. Nakupenda Adası ilk hedeflerim arasında. Bembeyaz kumlardan oluşan bir ada olan Nakupenda’ya balıkçı tekneleriyle gidiliyor. Ada dediğime de bakma birkaç adımda bitirebileceğin kara parçası. Ama öyle güzel ki!
Giderken takside suratımı asmış olacağım ki taksici bana bakıp “Hakuna Matata!” diyor. Gülümseyerek karşılık veriyorum. Bu güzel adaya veda mümkün değil, yeniden geleceğime söz vererek ayrılıyorum.
Yazar ve Editör Nilüfer Taktak