Zamana karşı dur!
“Hatırlamak” istiyorsak yavaşlamamız, hatta belki durmamız gerecektir. Zamana karşı durmak, bize içinde bulunduğumuz zamanı hatırlama imkânı verecektir. Hayat, ne de güzel bir tezatlar meskenidir.
Mutfağa az evvel adımını attın ve neden mutfağa girdiğini bir anda unuttun. Şöyle kendi etrafında yavaş bir tur attın, bakışların ağır ağır dolapların üzerinde dolaşmaya başladı. Önce kaşıklığa yöneldin, olabildiğince usul davranarak. Olmadı, ağdalı hareketlerle elini buzdolabına doğru uzattın. Oturduğun koltuktan kalktığın, sonrasında eşikten geçtiğin anı anımsamaya çalıştın. Adımların temkinli, zira zihnindeki bulutları dikkatlice dağıtıp birkaç saniye öncesine dönmen lazım. Az evvel nasıl geçip gittiğini anlamadığın zamanı istemsizce, tamamen içgüdüsel olarak yavaşlatman gerekti. Şayet “hatırlamak” istiyorsak yavaşlamamız, hatta belki durmamız gerecektir. Zamana karşı durmak, bize içinde bulunduğumuz zamanı hatırlama imkânı verecektir. Hayat, ne de güzel bir tezatlar meskenidir.
Hız; bedeni, zihni ve hislerimizi dahi uyuşturur. Vurduğumuz bir yeri elimizle hızla ovuştururuz; iyileşmesi umuduyla değil, anlık hissettiğimiz acı azalsın isteriz. Zira hız, hislerimize karşı duyarsız olmamıza sebebiyet verir. Bu duyarsızlık, hatıralarımız için de geçerlidir. Bir şeyi hatırlamak istediğimizde yavaşlama arzusu buradan gelir. Alzheimer hastaları için kalbimizin derininden gelen merhametin filizlendiği yer, hatıra noksanlığıdır. Biliriz ki yaşam, anılarımızı muhafaza edebildiğimiz müddetçe bizimdir. Kaşımızda oturan bir Alzheimer hastasının bakışlarındaki donukluk, belki de hafızasının boşluğundan gelir. Hızlı bir yaşam ise hatıra biriktirmemize tamamen mâni değildir. Ancak biriktirdiğimiz bu anları hatırlamamızın önündeki en büyük engeldir. Sahiden, zaman kumbarasını özenle doldurmak mıdır mevzu, yoksa kumbaraya ömrü boca etmek midir?
Telaş yağmuruna karşı
“Trenler çok daha hızlı gidiyor. Gideceğimiz yere çok daha çabuk varıyoruz. Bir gün, daha yola çıkmadan varmış olacağız. Yakında yola çıkmamıza bile gerek kalmayacak,” diyor Fournier, “Bekleyecek Vaktim Kalmadı Artık” adlı müthiş kitabında. Hız, yolun güzelliğini öldürüyor. Tamam, belki bir katil değil; ancak yolcuyu güzelliklerden mahrum bırakan bir gafil. Kaldı ki güzel şeylerin gitmeye meyilli olduğunu biliriz. Bilmekten öte yaşarız. Güzel şeylerin oluşu, bitişinin habercisidir. Ağacın dallarına serpilmiş kuşlara, olması gerekenden bir adım fazla yaklaşırsak kaçıvereceklerini biliriz. Güneş gözden kaybolurken gökyüzü ile dağın zirvesine değdiği an; izleyebileceğimiz üç-beş saniyelik, kısacık kızıl bir gösteri vardır. Bunu biliriz. Hâlihazırda bu bildiklerimiz bizi, her sabah kalktığımızda tutulduğumuz “telaş yağmurundan” koruyamaz. Günlerimizi telaşlı ve bir önceki günden kopya çekerek geçirmemize engel olmaz. Anların üzerinden birazdan ayağımız kayacak da dereye düşecekmişiz gibi telaşla zıplamaktan alıkoymaz. O dereye düşsek bile boğulmaya vaktimiz olmayacaktır. Zira mutlaka daha önemli bir işimiz vardır.
Kemal Sayar, “Kıraathane Sohbetleri”nde konuyla ilintili olarak zaman oyuklarından bahseder. Durup anı anlayabildiğimiz, yemeğin tadına, rüzgârın uçurduğuna, toprağın büyüttüğüne tanık olabildiğimiz zaman oyukları. Latinlerin “Carpe Diem”i, Sufilerin “İbnü’l-Vakt”i yahut “Hûş Der-Dem”i. Yaşam üzerine düşünen her kişi, bir şekilde bir isim vererek konunun ehemmiyetine ortak olmuş. Hız; sadece yemeğini yerken podcatsini dinleyen, aynı zamanda bilgisayarda yapması gereken işleri halletmeye çalışan ama zihninde de yarın yapılacakların listesi olan günümüz insanlarını ilgilendiren bir sorun değildir. Hayatı 1,5 hızda yaşamaya çabalamak, türümüze has ve genlerimize işlemiş kadim bir problemdir. Mesela Romalı düşünür ve oyun yazarı Lucius Annaeus Seneca, bizlere MS 30’lu yıllardan seslenmiş. “Yaşamın Kısalığı Üzerine” isimli kısa denemesinde, önemli olanın sadece yaşamak olmadığını, yaşamın hakkını vermemiz gerektiğini anlatmak istemiş: “Birisinin beyaz saçlarına ve kırışıklıklarına bakıp uzun yaşadığını düşünmenin âlemi yok. O uzun yaşamadı, sadece uzun var oldu.” Var olmak ile yaşamak arasında, ölüm kadar gerçek yaşam kadar kutsal küçücük bir detay var; ayaklarımızla yere bastığımız o ilk an.
Hayatı durarak yenmek
Hayat, telaşsız ve özenli yaşanacak kadar biricik ve kıymetlidir. Sevgi bile zamanla, ağır ağır olgunlaşır. Dert dahi, üzerinde durakladıkça, anlaşıldıkça çözümlenir. Biz kusurlu varlıklar, biz noksan insanlar, biz falsolu kullar… Tüm eksiklerimize rağmen “yapılması gerekenler” listelerimizden daha kıymetliyizdir. Okunacak kitapları, alınacak eğitimleri, yapılacak işleri listelememiz, zamanımızı yönetmek açısından oldukça faydalı olabilir. Ancak bunları yapma niyetimiz, yapıldıktan sonra attığımız “tik”lerden ibaret olmamalıdır. Yahut birilerini geçmek, başkalarının bahçelerindeki yeşilliklerle kendi bahçemizi kıyaslama hırsı da olmamalıdır. Hırslı bir hayat, parmağımızla daima karşı tarafı göstererek yaşamamıza sebep olur. Hırslı bir insan motivasyonunu, dolayısıyla hızını başkalarının başarısından besler. Ya da daha acısı, başarısızlıklarından. Elbette bu gizli bir “tembellik güzellemesi” değildir. Yalnızca içimizdeki çalışma ve başarı nehrimizin kaynağını dikkatli konuşlandırmamız gerektiğine dair bir uyarıdır. Zira hırsın karşısında azim, bize daha makbul, daha sükûnetli, daha kendimize dönük ve daha emek harcadığımız bir yaşam sunar. Bir şeye hızla emek verilmez. Bize bahşedilen hayat ise emek vermediğimiz, esasen tadınızı tuzunu pek umursamadığımız, sırf karnımız doysun diye yediğimiz bir yemek olamaz.
Hızımız; duymak ile dinlemek, bakmak ile görmek, bilmek ile yaşamak arasındaki o ince çizginin hangi tarafına ait olduğumuzda oldukça etkili bir karar mercidir. Mesela Sezai Karakoç, yavaşlayıp da gülümsemenin renkleri olabileceğini görmeseydi; bizler, “Ve güldün rengârenk yağmurlar yağdı / İnsanı ağlatan yağmurlar yağdı,” dizeleriyle tanışamazdık. Ya da Karakoç’un yağmurunun Bozkırın Tezenesi’nin sazında “Gönül Dağı”na dönüştüğüne şahit olamazdık: “Göğül Dağı, yağmur yağmur boran olunca / Akar can özümde sel gizli gizli.” Neşet Ertaş, sazının tellerine hızla vuruyor olabilir; ancak o hıza erişmeden evvel, usul usul sazına sözüne malzeme toplamıştır elbet.
Ve elbette böyle beylik cümleler kurmak, derdimizi edebî kılıflarla süsleyip anlatmak; hızlı bir yaşamın kimileri için tercihten öte bir mecburiyet olabileceği gerçeğini göz ardı etmek gibi okunabilir. Hayatın gerçekleri, bazen bizim yavaşlama isteğimizden çok daha acımasız ve başına buyruk olabiliyor. Zaten amacımız da yapabildiğimiz ölçüde, ömrümüzdeki potansiyellere ve dinamiklere uyarlayabildiğimiz hudutlarla yavaşlamaya niyetlenmek. Yavaşlamaya bir umar gözüyle bakıp, yavaş yavaş geçmek. Öylece koştururken ya da hayata dalıp yine hayatı anlamaktan mahrum kalırken, durmak ve gökyüzüne bakmak. Belki de gidebileceğimiz onca mesafeyi durarak katetmek. Şayet zamana yetişmek mümkün değilse biz de onu durarak yenelim.
- Durmak isteyenler için üç durak tavsiyesi:
- İZLE!
- “Küçük Orman” / Little Forest, (2018) Yönetmen: Soon-rye Yim
- DİNLE!
- “Ana Bashak El Bahr”, Necat el Sağira
- OKU!
- “Momo”, Michael Ende