Yedi tepeli Lizbon

NİLÜFER TAKTAK
Abone Ol

Uzun zamandır Akdeniz’den çıkmak istemiyorum. Hele yaz geldiği için, yine aynı coğrafyada bir yerlerde olmayı planladım. Çok da uzaklaşmadan yeni rotamı belirledim ve daha önce hiç görmediğim Portekiz’in başkenti Lizbon’a doğru yola çıktım.

Belki yıllardır gitmek istediğim bir yerdi, Lizbon. Defalarca plan yapıp bir türlü gidememiştim. En sonunda fırsat buldum ve Lizbon’a biletimi aldım. Bu şehir hakkında en çok duyduğum şeylerden biri, yedi tepesiyle ve yokuşlarıyla İstanbul’a çok benzediğiydi. Eğer bu şehre gelmek istiyorsan mevsimi, aldığın ucuz bilete göre seçebilirsin. Çünkü hangi mevsimde gelirsen gel, Lizbon çok güzel! Atlas Okyanusu’na kıyısı olan bu şehrin yazı da kışı da bir başka… Baharda da sokakları süsleyen mosmor jakaranda ağaçlarıyla şehir görülmeye değer güzellikte.

Bu arada söylemeden geçemeyeceğim, Lizbon diğer Avrupa şehirlerine kıyasla oldukça ucuz. Yeme-içme bütçesinin seni çok da üzmeyeceğini söyleyeyim. Şehir içi ulaşımı kolayca çözmek için Lisboa Card alabilirsin. Bir, iki ve üç günlük seçenekleri bulunan kartın ücretsiz ya da indirimli müze girişleri de var. Üstelik öğrencilere özel indirim de var. Şehir kartlarını, seyahate çıkmadan önce internet sitesinden satın alabilirsin. Böylece geziye ayırdığın bütçeyi de erkenden hesaplamış olursun.

Biz otel yerine Airbnb yapmaya karar vermiştik. Evin yerini ve fiyatını görünce de ne kadar doğru bir karar aldığımızı anlamış olduk. Özellikle kalabalık seyahatlerde Airbnb gibi siteler, çok iyi bir seçenek olabiliyor. Sen de otel ve ev fiyatlarını karşılaştırıp uygun olanı tercih edebilirsin. Bizim apartman dairesi Barrio Alto bölgesindeydi. Her yere ve her şeye yakın olduğu için yürüyerek pek çok yere gidebildik. Tek dezavantajı, gece devam eden gürültü oldu. Lizbon oldukça hareketli bir şehir olduğundan gece de uyumuyorlar. Eğer sessizlik olmadan uyuyamam, diyorsan şehir merkezinin biraz uzağındaki daireleri tercih etmeni tavsiye ederim.

Lizbon, İstanbul’dan uçakla yaklaşık olarak beş saat sürüyor. Uçaktan iner inmez tuttuğumuz daireye doğru yola çıktık. Küçük bir grup olduğumuz için Uber çağırıp merkeze gitmek daha mantıklı geldi. Eğer kalabalıksanız ve City Pass kartınızı henüz almadıysanız bu seçeneği de aklınızda bulundurabilirsiniz.

Meydanın az ilerisinde Saint Dominic Kilisesi var. Yol boyu harika sokaklar keşfedebiliyorsunuz.

Merkeze geldiğimizde, dairenin henüz teslim edilecek durumda olmadığını ve biraz beklememiz gerektiğini öğrendik. Biz de bavulları daireye bırakıp bir şeyler yemek için dışarı çıktık. Merkezi yerde ev tutmak böyle zamanlarda çok işe yarıyor. Acıktığında ya da bir şeye ihtiyacın olduğunda birkaç adımla halledebiliyorsun. Evimizin hemen yakınında bulduğumuz pastaneden sandviç ve kahve aldık. Vitrinde bana göz kırpan Portekizlilerin ünlü tatlısı pastel de nata’ya karşı koyamayıp ondan da sipariş ettim. Ortalama bir pastanede oturmamıza rağmen turtanın tadı hiç fena değildi. Kahvaltıyı ayaküstü yaptıktan sonra, kahve içmek için başka bir yere doğru yürüdük. Buranın yokuşlarına, Lizbon hakkında yazılmış hemen her seyahat yazısında rastlıyordum ama doğrusu bu kadarını beklemiyordum. Şehir baştan aşağı yokuşlarla doluydu. Bu yüzden neredeyse bütün videolarda karşınıza çıkan sarı tramvayla şehri turlamak en akıllıca çözüm.

Şehir gezilecek yerler açısından bölgelere ayrılıyor. Eğer gezine başlamadan önce bölgeleri inceleyip günlere ayırırsan program yapman çok kolaylaşır. Böylece hem paranı hem de zamanını doğru değerlendirirsin. Öncelikli gidilecek yerlerden biri, Baixa/Chiado Bölgesi. Buranın en ünlü yeri, Rossio Meydanı. Orta Çağ’dan beri şehrin ana meydanlarından biri olan yer, tarihte pek çok kutlama, miting, ayaklanma hatta boğa güreşi bile görmüş. Buranın diğer adı da Pedro IV Meydanı’ymış ve adını da Portekiz kralından alıyormuş.

Meydanın az ilerisinde Saint Dominic Kilisesi var. Yol boyu harika sokaklar keşfedebiliyorsunuz. Burada terasta küçük bir mola verip şehri izleyebilirsin. İlla İstanbul’da bir yere benzeteceksek Beyoğlu’na benziyor diyebiliriz bölgeye. Alfama, şehrin alternatif bir bölgesi. Kalenin etrafında şekillenmiş olan bölge, büyük Lizbon depreminde en az hasar alan yerlerden biri. Eski Lizbon, denince de akla burası geliyor. Ayrıca sarı tramvaylı fotoğrafları yakalayabileceğin en iyi yerlerden biri de burası. Ben bu iki bölgeyi, ilk iki günümde gezdim. Birbirilerine yakın oldukları için ulaşım sorun değildi. İlk gün eşyalarımızı bıraktıktan sonra sokaklarda kaybolmaya başladık. Burası, sokaklarında kaybolmak için tasarlanmış bir şehir. Kendini oradan oraya giderken bulacaksın ve bu plansızlık keyif de verecek.

Sonrasında Praca do Comercio’ya doğru yürüdük. Lizbon’un en önemli ve en büyük meydanlarından biri burası. Meydanın bir tarafında Teja Nehri, diğer tarafında da Rua Augusta’ya açılan Arco da Rua Augusta bulunuyor. Meydandan nehir tarafına doğru yürüyünce devasa 25 Nisan Köprüsü’nü ve kocaman Hz. İsa heykelini görebilirsin. Köprü San Francisco’nun simgesi Golden Gate’in ikiz kardeşi gibi. Zaten her iki köprünün üst katından arabalar geçerken, alt kat raylı sisteme ayrılmış.

Akşam yemeği için deniz ürünleri yiyebileceğimiz bir yerden yer ayırttık. Bu şehirde deniz mahsullerine kalbinizde yer açmanız gerekiyor.

Meydana yürümek için binlerce adım attığımız için yorulduk tabii. Bir grup, meydandaki kaldırımlara çökmüş etrafı resimliyordu. Benim de malzemelerim yanımda olunca dayanamadım ve onlara eşlik ettim. Yaklaşık bir saat boyunca şehrin en ünlü meydanını çizerken bir anlığına aklımdan geçen her şeyi unutmuştum. Resmi bitirdikten sonra nehrin kenarına doğru yürüdük. Sokak şarkıcıları burayı mesken tutmuştu. Birkaç şarkı dinlerken kendimizi rüzgâra bıraktık.

Meydandan yukarı doğru çıkarken Elevador de Santa Justa’ya gittik. Belki bu tarihi asansör yukarı çıkar da şehri tepeden görürüz diyorduk ama kalabalığı görünce hemen vazgeçtik. “Bir asansör için nedir bu kuyruklar?” diyorsan Lizbon’u tepeden görmek uğruna beklediklerini söyleyebilirim. Eh, şehrin yokuşlarının da bunda payı olabilir elbette.

Asansörün civarında ünlü mağazaların bulunduğu bir cadde var, adı Rua Garrett. Markaların hemen hemen hepsi İstanbul’da da bulunacak şeyler. Ama yeme-içme için pek çok alternatifi burada bulabilirsin. Lizbon’un ünlü kafelerinden Cafe Brasileira da burada bulunuyor. 1905’te kurulan ve Brezilya’dan kahve getirip demleyen mekânın ünlü müdavimlerinden biri de Fernando Pessoa. Pessoa’nın bir zamanlar burada kahve içtiğini düşünürsek biz de burada durup neden soluklanmayalım?

Akşam yemeği için deniz ürünleri yiyebileceğimiz bir yerden yer ayırttık. Bu şehirde deniz mahsullerine kalbinizde yer açmanız gerekiyor. Eğer pek aranız yoksa gelmeden barışmaya çalışın. Çünkü muhtemelen bugüne dek yediklerinizin en iyilerini burada tadacaksınız. Restorana giderken önünden geçtiğimiz ihtişamlı Lizbon Katedrali kapanmış. 1755’teki büyük deprem de dahil birçok badire atlatması nedeniyle pek çok farklı mimari özelliği tek bir yapıda barındırıyor. Bu açıdan katedral oldukça ilginç.

Ertesi gün, şehrin diğer bölgesi olan Belem’e doğru yola çıktık. Tramvay ya da otobüse binmeden yürümek istemiştik ama bir süre sonra bunun çok da iyi bir fikir olmadığını fark ettik. Covid salgınından sonra şehirde artan tuktuk’lardan birine binmeye karar verdik. Asya ya da Afrika’da görmeye alışık olduğum tuktuk’lar, Lizbon’da da oldukça yaygın bir ulaşım aracı olmuş. Bizim bindiğimiz tuktuk şoförü kadın, bize bütün şehri anlattı. Gönüllü turist rehberliği de bizim çok işimize yaradı.

Meydandan yukarı doğru çıkarken Elevador de Santa Justa’ya gittik. Belki bu tarihi asansör yukarı çıkar da şehri tepeden görürüz diyorduk ama kalabalığı görünce hemen vazgeçtik.

Belem’e gelmemizin en büyük sebebi, pastel de nata’ydı. Dünyanın ilk nata’sını yapan ve tek reçeteyi elinde bulundurduğunu iddia eden Pasteis de Belem Pastanesi’ne gittik. Pastane 1837’de açılmış. Herkes akın akın buraya ünlü tatlılarını yemeye geliyor. Ve gerçekten lezzeti için bütün o kuyruklarda beklemeye değerdi. Pastais de Belem’in yanında Jeronimos Manastırı bulunuyor. 1500’lü yılların başında yapımına başlanan ve dönemin en iyi mimarisini yansıtan bu manastır, şehrin en etkileyici yapılarından. Bizim içine girecek vaktimiz kalmadı ama gittiğinde içini de görebilirsin. Lisboa Card’la ücretsiz ziyaret ediliyormuş.

Belem’den çıktıktan sonra kendimizi LX Factory’ye attık. Burası eski bir kumaş fabrikasının sanat ve eğlence merkezine dönüşmüş hâli. İçinde konsept mağazalar, kafeler, galeriler, grafitiler, kitapçılar var. Vaktimiz çok az kaldığı için biz bir mekânda kahve içip birkaç mağazaya baktık. Ünlü kitapçı Ler Devagar’a ve Barrio Arte’ye de mutlaka uğrayın derim.

Lizbon, gece gündüz sokaklarda yaşayan bir şehir. Bütün gün hiçbir yer gezmeden, kafelere tıkılmadan sokaklarında da eğlenebilirsin. Tercih senin. Benim hâlâ görmediğim birçok yeri var. Mor jakarandalarla süslü bu güzel şehri, mutlaka bir kez daha göreceğim.