Yavaşlığa övgü

PROF. DR. KEMAL SAYAR
Abone Ol

Günümüzün gençleri, klavyelerin ucunda ışık hızıyla seyahat ediyor, fakat hiçbir yere ulaşamıyor. Çok hızlı giderseniz içinizde olup bitenleri özümseyecek ve onu kendi duyarlılığınızın bir parçası kılacak kadar vaktiniz olmaz.

Teknolojinin hayatımıza türlü münasebetsizlikler soktuğunu biliyoruz. Kandillerde ve bayramlarda kişiye özel olmayan kutlama mesajları göndermek bunlardan birisi. Mabetlerin, konserlerin, konferansların ve karşılıklı konuşmaların kendilerine mahsus sessizlik, akış ve ritminin ortasına bir ses bombası gibi düşen cep telefonu zırıltısı, bir başkası. Düşünün, bir dostunuza heyecanla bir şey anlatıyorsunuz ve birden onun cep telefonu çalıyor. Arayan kişi, o sırada sizin anlattığınız şeyden daha güzel, daha heyecanlı bir şey söylemeyecek bile olsa öncelik nedense telefona veriliyor. Teknoloji, hayatın kendiliğindenliğine, doğallığına müdahale ediyor. Hızla birlikte, tabiata bakışımız değişiyor.

Atlı arabadan trene geçmekle insanın manzarayı izleme biçimi köklü bir değişiklik geçirmişti. Zaman ve mekân, hızla birlikte farklı algılanıyor, gerçeklik bambaşka bir şekilde tecrübe ediliyordu. Geçtiği yerlerin ses ve kokularını içine çekerek değil, bir pencerenin izin verdiği kadarını çok kısa bir zaman parçasında görerek seyahat ediyordu, tren yolcusu. Günümüzde ise demir yolunun yerini uydu dalgaları ve fiberoptik kablolar almış bulunuyor. Nerede bulunursak bulunalım, bir tuşla başka bir âleme geçmemiz, bedenimizi geride bırakarak bilincimizle başka coğrafyalarda dolaşmamız mümkün. Modernliğin tarihi, gerçekliğin merceklerden ve pencerelerden süzülerek elde edilmesiyle kaim.

Her yerde ve hiçbir yerdeyiz

Mercekler giderek insan gözünün ve görme işlevinin yerini alıyor; bilgisayar klavyeleri ve sesli mesajlar ise iletişimin. Algı ve ifade, bedenden azat oluyor. Böylece şeylerin yakınlığı bize dokunamıyor. Başka bir insana, bir kuş sesine, sabah güneşine değemiyoruz. Hız, tabiata içkin olan güzelliği görmemizi engelliyor. Bedenlerimiz bu hıza programlı olmadığından, ağır ağır çözünmeye başlıyor. Hıza dönük hayat tarzlarımızdan kaynaklanan bedensel ve ruhsal hastalıklarda patlama yaşanıyor. Hız uyuşturuyor. Artık her yerde ve hiçbir yerdeyiz. Orada ama buradayız. Dostumuzla sohbetteyiz ama telefonun veya sohbet ağının ucundayız. Aslında bütün varlığımızla bir yerde değiliz, parça parça orada ve buradayız.

Anlaşmak için zaman gerekir, zaman ve mekân. Konuşmanın yanında susmak da gerekir. Birbirinin söylediğine dikkat kesilebilmek, kalbini dostunun kalbine yaklaştırmak gerekir. İnsana ve gerçek hayata ayrılan zaman azaldıkça yabancılaşma çoğalıyor. Gerçek hayattan ayrışan bilinç, sanal ses ve sanal sohbetle uyuşuyor. Zamanın para demek olduğu bir çağda, dinlemeye ve düşünmeye ayrılan vakit giderek azalıyor. Yüz yüze konuşmanın gerektirdiği duraklamalar, düşüncenin ufak molalarla derlenip toparlanma ihtiyacı, fazlasıyla sıkıcı ve yavaş bulunuyor. Böylece diyaloğun yerini veriler, yorumun yerini power point sunumları alıyor. İnternet ve cep telefonlarıyla kişisel zaman kavramımız buharlaşıyor, özel alanlarımız daralıyor; bütünlük duygusundan uzaklaşarak parçalara ayrılıyoruz.

Çok sayıda insanla, daha geçici ve sığ ilişkiler kuruyoruz. Zamanın hızlanması, yavaşlık ve dikkat isteyen uğraşıları rafa kaldırıyor. Ailemizle sadece onların istekleri gözetilerek geçirilen zaman, âdeta “kayıp” olarak algılanıyor. Hayatın öncelikleri konusunda modern insanın kafası karışıyor; kişisel olanı mı yoksa işi mi öncelemeli? İşkoliklik, kişinin kendisine sevdalanmasının değişik bir örneği olarak genç profesyoneller arasında yükseliyor. Hayatın ritimlerini pazarın ritimlerine ayarlayan, ancak paraya tahvil edilebilen değerlere önem atfeden yeni bir benlik, küresel rüzgârla birlikte dünyaya yayılıyor. Oysa güzel olan, kayda değer olan ne varsa yavaşlıkla yapılır. Telaş ve acelecilik toplumuna karşı, teenni ve sükûnet toplumunu diriltmemiz gerekiyor. Sevmek için zaman ayırmak gerekir. Bilmek için zamana ihtiyaç duyarız. Güzelliği ancak zaman ayırarak fark ederiz. Zamanla olgunlaşırız.

Lütfen yavaş gidiniz!

Yavaşlamak ânın keyfini çıkarmayı bilmektir. Ancak yavaşlayarak içimize bakabilir ve ancak yavaşlayarak hayatla konuşabiliriz.

“Bütün zamanlar birbirine benzemez,” diyordu Cervantes. Günümüzde zamanlar birbirinin aynı. Saplantılı bir zaman hastalığı bize zamanın bitmediğini, hiç zaman kalmadığını, acele etmemiz gerektiğini telkin ediyor. Büyüğün küçüğü yendiği bir dünyadan, hızlının yavaşı yuttuğu bir dünyaya doğru gidiyoruz. Artık hepimiz hız tarikatının müritleriyiz, Sabbah’ın fedaileri gibiyiz. Ancak bizim başımızı döndüren, bizi sarhoş eden hızın ta kendisi. Suikast ettiğimiz de kendi hayatlarımız. Zamandan yana sıkışıklık, modern insanın kendisine kurduğu büyük tuzaklardan birisi. Zaman hastalığı, daha derin, varoluşsal hastalığın bir habercisi. Tükenmişliğin son demlerinde insanlar, kendi mutsuzluklarından kaçmak için daha da hızlanıyorlar.

Hız, modern dünyanın dehşet ve kuraklığına karşı kalkan işlevi görüyor. Hızla birlikte unutmak mümkün oluyor. Hatırlamak istemediğimizi, hızlanarak unutuyoruz. Hızla gelen bir esrime hâlidir söz konusu olan. Peki hız, hayattan mı yoksa ölümden mi bir kaçış? Hız, bir bakıma insanın kendi ölümünün, ölümlülüğünün farkına varmasını engelliyor. Hızla gelen duygusal uyarı bolluğu, insanın dikkatini çeliyor ve onu kendi kırılganlığını fark etmekten alıkoyuyor. Hızlı yemek ve hızlı besin yetiştirmek, insan sağlığını tehdit ediyor. Bir sohbeti bölüşerek, aralarda durup dinlenerek paylaşılan yemekler yerini çabuk tüketilen besinlere bırakıyor. Hormon ve kimyasallarla hızlı yetiştirilen her türlü besin, kansere davetiye çıkarıyor. Oysa Feuerbach’ın söylediği gibi, “Biz yediklerimiziz”.

İnsanların hızlı beslenmeyle uğradığı felaketlerden kurtulma fikriyle yola çıkan “yavaş besin” hareketi, dünya üzerinde yaygınlaşıyor. Genetik değiştirmeye karşı çıkan, organik tarımı önceleyen, biyolojik çeşitliliğe prim veren bu hareket; küçük, yerel ve telaşsız olana yaptığı vurguyla global kapitalizme muhalefet ediyor. Yiyeceklerimizi hakkını vererek, daha metafizik bir bakış açısıyla konuşacak olursak “şükrünü eda ederek”, onlarla ve o masanın etrafında bulunan dostlarımızla konuşarak tüketmek, bizi daha insan kılar.

Şehirleri yavaşlatmak

Yavaşlamak ânın keyfini çıkarmayı bilmektir. Ancak yavaşlayarak içimize bakabilir ve ancak yavaşlayarak hayatla konuşabiliriz. Bunun bir parçası da şehirleri yavaşlatmak olmalı. Şehirlerdeki karmaşa ve gürültüyü kesmek, yayalara ve yeşile ayrılan alanları çoğaltmak, yerel gelenekleri ve yerel ticareti diri tutmak, konukseverliği ve komşuluk hukukunu yüceltmek, bu yavaşlatmanın bir parçası olarak değerlendirilebilir. Şehirleri yavaşlatmak, şehrin hızının kesilmesiyle olmaz. “Yavaş şehir”, insanların her şeyi saat zamanına göre yaşayıp, zaman baskısıyla her şeyi daha hızlı yapmak isteğine direnebilecekleri bir çevre kurmalarıyla mümkün olabilir. Şehir merkezlerinin araç trafiğine kapatılarak insanlar için yeni buluşma ve eğlenme mekânlarının oluşturulması, bunun ilk adımı olabilir.

Geleneksel şehirlerimiz ve çarşılarımız, hayatın ritmine ayarlıdır. Global ticaret, insanları ürünlerin ucuz olanına yönlendiriyor, geleneksel el sanatları kaybolmaya yüz tutuyor. Konya’nın, Elazığ’ın, İsfahan’ın, Kudüs’ün çarşılarında dolaşan bir insan, orada hayatın kendine mahsus bir akış ve dinginliği olduğunu fark eder. O çarşılarda dolaşırken tarihin soluğunu ensenizde hissedersiniz. Hayat size bir süreklilik ve zenginlik duygusu verir. Bir yere trafik girmiyor ya da araçlar bir yere daha yavaş akıyorsa oranın sakinleri arasında sosyal bir bağ kurulma ihtimali artar. Yavaş şehirler arabalara göre tanzim edilmez, arabalar şehre göre intizam bulur. Herkesin kendine göre bir zamanı, Ahmet Haşim’in eşsiz belagatiyle söylersek, “Hatıraların kutsi saatini bulmaya ihtiyacı var.” Kendi tempomuzu, içimizin seslerini dinleyerek bulabiliriz.