Türk sinemasının Otörü: Metin Erksan
Türk sinemasının entelektüel birikimli farklı düşünce yapısına sahip ve yaratıcı kişiliğiyle dönemine damgasını vuran auteur yönetmen Metin Erksan. Büyük ustanın öncülüğüyle oluşan Toplumsal Gerçekçi Türk sineması kendisinden sonra birçok yönetmen tarafından örnek alınarak devam ettirilmiş ve sinemamızın gelişiminde önemli rol oynamıştır.
Metin Erksan kim?
1929 yılında Çanakkale’de doğdum. Pertevniyal Lisesinin ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sanat Tarihi Bölümünden “İstanbul Hanları” konulu lisans tezimle mezun oldum. Ernst Diez, Philipp Schweinfurth, Kurt Erdmann, Albert Gabriel gibi dünyaca ünlü sanat tarihçilerinden dersler aldım. Bunun yanı sıra öğrencilik yıllarımda Halide Edip Adıvar (İngiliz Dili ve Edebiyatı), Ahmet Hamdi Tanpınar (Türk Edebiyatı), Oktay Aslanapa (Türk-İslam Sanatı), Tahsin Öz (Müze Bilim) ve Mazhar Şevket İpşiroğlu (Avrupa Sanatı-Estetik) gibi hocaların öğrencisi olma fırsatı elde ettim.
Sinema ile yollarınız nasıl kesişti?
Uzun yıllar gazetelere yazdığım film eleştirileri yoluyla oldu. Bir yandan fakültede eğitimime devam ediyor diğer bir yandan da eleştiriler yazıyordum. Belirli bir zaman sonra senaryo yazmaya başladım. Senaryo yazmaya başlayınca da eleştiri yazmayı bıraktım.
Senaryo yazmaya nerede başladınız?
Atlas Film Şirketinde başladım. Ancak belirli bir zaman sonra bireysel olmak istedim, sanırım 1952 yılına tekabül ediyor. Benim kısaca öz geçmişim budur. (Gülümsüyor.) Atlas Film için Yusuf Ziya Ortaç’ın Binnaz isimli yapıtını senaryolaştırarak sinemaya adım attım.
Senaryo yazarken nereden beslenirdiniz?
Edebiyat. Bir sinemacı, her şeyden önce bir düşünür, yazar ve sonra bir yönetmen olmak zorundadır.
Senaryo yazarlığı dışında kaleme aldığınız çalışmalarınızdan bahsedebilir misiniz?
Tarihe oldukça ilgiliyimdir. Okumalarım doğrultusunda çeşitli araştırma ve tahlillerimle kaleme aldığım birçok makalem mevcuttur. Bunun ötesinde Türk-Yunan ilişkileri üzerine yazdıklarım ve dünya ahvaline dair kanaatlerim "Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Avrupa Topluluğu Üyesi Olmak Hakkı ve İsteğinin Tarihsel Kaynakları" kitabımda bulunmaktadır.
Nasıl bir okursunuz?
Çok okuyan birisiyim. Bu da hafızamı taze tutuyor. Her hafta eve beş ya da on tane kitap söylüyorum. Çevremde bulunan insanlar evime geldiklerinde kütüphanemi görünce şaşkınlığa uğruyorlar. Bana ne sorulursa sorulsun cevapları daima kitaplardan veririm. Farazi konuşmaları ve beyhude lafları sevmem. Söyleşilerde konuşma yaparken anlatacaklarımı kitaplar üzerinden temellendirmeye gayret ederim.
Size göre en iyi on Türk romanı?
Ferdi ve Şürekası, Dünyanın Mihveri Kadın mı Para mı, Çalıkuşu, Yaban, Sinekli Bakkal, Devlet Ana, Rahmet Yolları Kesti, Bozkırdaki Çekirdek, Yorgun Savaşçı ve son olarak Ana Yurt Oteli.
İlk film çalışmanız nedir?
1952 yılında senaryosunu Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yazdığı Âşık Veysel’in hayatını konu alan "Karanlık Dünya" adlı filmin yönetmenliğinin tarafıma teklif edilmesiyle ilk filmime başladım. Sansür kurulundan geçemeyen filmim, çeşitli ekleme ve çıkartmalar yapıldıktan sonra bir yıl gecikmeli olarak gösterime girdi. Arka arkaya Beyaz Cehennem/Cingöz Recai, Yolpalas Cinayeti, Ölmüş Bir Kadının Evrak-ı Metrukesi filmlerine imza attım.
Karanlık Dünya neden sansür kurulundan geçemedi?
Filmi çekip bitirdik. Ama film sansür kuruluna takıldı. Sebebi, filmin çekildiği yer olan Âşık Veysel’in köyü Sivrialan’daki tarlaların buğday başaklarının kısa, verimsiz ve az sayıda olmasıdır. Sansürcülere göre bu görüntüler ülkemizi fakir ve çaresiz göstermektedir. Amerikan filmlerinden alınmış birkaç buğday tarlası sahnesi filme eklendi. Sorun ortadan kalktı.
Askerlik sebebiyle yönetmenliğe bir süre ara veriyorsunuz.
Doğrudur. Yedek subay olarak İstanbul’da Ordu Foto Film Merkezindeydim. Burada merkezin arşivlerini düzenledim. 1958’de Türk Sinema Sanatçıları Derneğinin kurulmasına öncülük ettim. Askerliği tamamladıktan sonra Dokuz Dağın Efesi, Hicran Yarası, Gecelerin Ötesi, Şoför Nebahat gibi dönemin önemli filmlerini yönettim.
Asıl çıkışı hangi film ile yakaladınız?
1962 yılında çektiğim Acı Hayat filmiyle. Kara sevda motifinin bir örneği olan bu film, klasik drama türünün kalıplarını aşan bir başyapıt oldu.
Bir diğer önemli filminiz Yılanların Öcü oluyor. Konusundan bahsedebilir misiniz?
Film, Fakir Baykurt’un aynı isimli romanından uyarlamadır. Karataş köyünde oğlu Kara Bayram, gelini Haçça, torunları Ahmet ve Şerife ile yaşayan Irazca'nın köy içerisindeki hiyerarşiye başkaldırışı anlatılır. İlk film gibi bu da sansüre uğradı.
Film niçin sansürlendi?
İkinci kez sansürle karşı karşıyaydım. Filmin Sansür Kuruluna alındığı günün akşamı kurul, filme yurt içinde ve yurt dışında gösterilemez kararı çıkarttı. Ben de filmi Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel'e göstermeye karar verdim. Kendisine ulaşmak kolay olmadı. Her neyse çeşitli ayarlamalar yapıldı, o gece Gürsel'e gösterim yaptım.
Gürsel, filmi Köşk'te izledi ve çok beğendi. Ekibimizi tek tek tebrik etti ve "Bu filmi yapmakla vatana hizmet ettiniz." dedi. Gürsel beni yanına oturttu, saat tam gece yarısı, çaylar içiliyor. Bana dönüp dedi ki "Metin Erksan, senin filmlerini çok seviyorum, sana gerçekçi rejisör diyorlar ama o kadar da gerçekçi değilsin." O anda Fakir'le göz göze geldik, ikimiz de şaşırmıştık. "Yahu filmin içindeki bütün adamların ense kulakları yerinde, halbuki bizim köylümüz çelimsizdir, zayıftır. Bundan sonraki filmlerinde buna dikkat et." dedi. Dönemin Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in filmi izleyip özel izin vermesinden sonra film gösterime girdi.
Altın Ayı ödülünü size hangi filminiz getirdi?
Susuz Yaz’la birlikte Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanan ilk Türk yönetmen oldum.
Filmlerinize ideolojik görüşlerinizi yansıttınız mı?
Hayatım boyunca hiçbir siyasi partiye üye olmadım. Hiçbir siyasi görüşün yanında durmadım. Sadece devletimin yanında oldum.
Yaptığınız işler hakkında konuşmayı neden sevmiyorsunuz?
Evet sevmiyorum. Ama bazı şeyleri konuşurum elbette. (Kahkaha atıyor.)
Türk sinemasının otör (autheur) yönetmeni olarak anılıyorsunuz. Filmlerinizde mülkiyet kavramı üzerinde duruyorsunuz.
Valla efendim ben kendi kendime böyle bir şey söylemiyorum. Beni mülkiyet kavramı çok ilgilendiriyor. Canım yalnız beni ilgilendirmiyordur. Dünyada mülkiyet kavramı çok kişiyi ilgilendiriyor. Bu kavram üzerine ilk filmim Yılanların Öcü. Aynı isimli roman üzerinde bir film yapmak o zamanlar çok zordu. Çünkü romanın neyi anlattığı bile anlaşılmıyor. Romanda geçen küçük bir toprak üzerine ev yapabilmek meselesini ben filmde toprak mülkiyeti üzerinden anlattım. Anlatabildiğim kadarıyla tabii ki.
Daha sonra ise su mülkiyeti üzerine çalışmak istedim. Susuz Yaz’ı yaptım. Su mülkiyetini irdelemeye çalıştım. Hatta Türkiye’de şöyle bir olay oldu. Susuz Yaz üzerine bile hiçbir yazı, araştırma ya da makale yoktur. Halbuki Susuz Yaz ne yaptı biliyor musunuz? Bu filmi çevirdiğim sırada karasuları devletindi. Yani kamu malıydı. Fakat kaynaklar kimin arazisinde çıkıyorsa onun kişisel malıydı. Susuz Yaz’dan sonra bir kanun çıktı. Film o kanunun çıkmasına vesile oldu. Dünya tarihinde bile böyle bir olay oldu mu bilmiyorum. Kaynak suları da şu an devletindir. Ancak kaynak sularında ilk kullanım hakkı kimin arazisinde çıkıyorsa onundur. Üçüncü bir mülkiyet meselesi ise insandır. Bunu da Kuyu filmim ile çalıştım.
Sinema nedir?
Evvela sinema bir eğlence aracıdır. Salonlara gelen insanlar beğeni duymak ve eğlenmek istiyor. İnsanlar eğer bir konferans dinlemek isterse başka salonlara gider. Veyahut bir vaizi dinlemek isterse camiye gider. Sinemaya gelmez. Söz işitmek isterse tiyatroya gider. Sinemanın kelime anlamı hareketli resimdir.
Rejisör ne demek?
Rejimantasyon! Reji, tekel, insan, bu demek! Tanrı, kral demektir. Kral derken diktatörlükten bahsetmiyorum.
Sinema kolektif bir iş midir?
Sinema kolektif bir iş değildir! Sinema, bir tek kişinin iradesi ve isteği dâhilinde yapılan bir sanattır.
Türk sineması?
Türk sineması diye bir olgu var. Türkiye’de 1915’li yıllarda başlıyor. Türk sineması düzgün bir çizgi izliyor ve gelişiyor. Gelişirken bazı oluşumlar var. Ama çizgi hep düz giden bir çizgi. Zaman zaman duraksıyor ya da hamle ediyor diyorlar, bunlar çizginin içinde. Tabii parada olduğu gibi Türk sinemasında da iniş ve çıkışlar oldu. Türk sineması evvela siyah beyazdı. Dünya sineması da siyah beyazdı. 1928- 1929 yılları arasında bu renksiz dünyaya bir de ses öğesi geldi. Türk sineması dünyadan iki yıl sonra ses öğesini bünyesine kattı.
Türk sineması asıl büyük dönüşümü ne zaman yaşadı?
Televizyonun gelmesiyle. Türkiye’de televizyonun yaygın kullanımı olarak 1970’li yılların başlarını biliyoruz. Televizyon için filmler yapılmaya başlandı.
Televizyon ile sinemanın bir ayrımı var mıydı?
O yıllarda tek bir kanal vardı ve devlete aitti. Televizyonculara sinemacı denmezdi. Ancak televizyonda da sinema yapılıyordu. Sinemada da film gösteriliyordu. Televizyon sinemanın yayın araçlarından biri. Ben de soruyorum: "Bir ayrım var mıdır?" Sinemada filmi beyaz perde kapsamında ölçülendiriyoruz. Fakat televizyonda perdenin küçük standart bir rakamı vardı.
Türk sinemasını anlatan kapsamlı bir kitap var mı?
Hayır, yok. Türk sinema tarihi diye bir kitap yok. Yine Türkiye’de olmayan bir şey: arşiv. Şu dakika bir film arşivimiz var mı? Yok. Arşivi olmayan bir ülkede, bir sinematek olmayan ülkede nasıl bir sinema olgusundan söz edilebilir?
Bu konu hakkında herhangi bir eleştiri yazınız var mı?
Evet, ben vakti zamanında "Sinemadan önce ve sinemadan sonra" diye bir yazı yazdım. Bu tabir benim değil. Nurullah Ataç’ın tabiridir. 1945’te sinemanın 50. yılında Nurullah bu yazıyı yazmış. Diyor ki "Eğer bir memleketin sinemasının arşivi olmazsa orada bir sinema sanatından bahsetmek çok zor olur."
Tipik bir Türk filmi örneği?
Çağan Irmak’ın Babam ve Oğlum. Ve Türk sinemasının da benim dönemimin filmleri gibi değil, daha eski. Mesela Türk sinemasında bir dönem vardı. Muharrem Gürses, Kemal Kam gibi. Bu filmler çok büyük paralar getirdi. O filmlerin aynısını yaptı. Siz o filmleri arşiv olmadığı için göremezsiniz. Çağan Irmak, o filmleri çok iyi biliyor. Diğer sanat filmleri ise para yapmıyor çünkü Türk filmi çizgisinde ilerlemiyorlar. Çağan, Türk filmi çizgisinden kopmadı. Nedir yani tekrar düşünelim. Çağan’ın yaptığı filmler daha mı az sanatsal?
Türk sinema tarihinde televizyonculuğun artı etkisi olduğunu düşünüyor musunuz?
Filmi çekebilmek için öncelikle senaryo ihtiyacınız vardır. Senaryo bir kâğıt ve kalem ile tamamlanır. Mühim olan daha sonrasında filmi çekebilmek için kullanılan kameranın kalem gibi kullanılmasıdır. Televizyoncular kamerayı kalem gibi kullanmaya başladılar. Buna ek olarak televizyoncular aktüel kamerayı getirdiler.
Filmin ruhu nasıl oluşturulur?
Hiç ruhu olmayan filmler var. Konusu mükemmel ama o duyarlılığı yakalayamıyor. Bakınca "Ben bu filmi neden seyredeyim? Tamam, çıkmıyorum sonuna kadar da oturuyorum fakat niçin seyrediyorum?" diye kendinize soruyorsunuz. Ben buraya sevmeye, duygulanmaya geldim. İşin özü ben buraya bu filmi beğenmeye geldim. Sen bu filmi bana beğendiremiyorsan…
Sizinle çalışmak zor mudur?
Bana devamlı "Bu film ne zaman biter?" diye sorduklarında, ben de onlara “Valla, bittiği zaman biter, biz net bir zaman belirtmedik. Çektiğimiz programda belki erken biter, belki de gece yarısına sarkar.” diyordum. (Gülüyor.) Sanırım duymak istedikleri daha farklı şeylerdi. Prodüktörler için korkulan bir yönetmen olduğum söylenir.
Filmi güzel kılan?
Arayış. En güzel kareleri ve açıları bulana dek sürer. Kadraja karar vermem uzun sürer. Acaba verdiğimiz açı yerinde mi diye düşünürüm. Hangi objektifi kullanıyoruz. 28 takıp tekrar bakarım geniş açı oldu mu? Yok, eğer olmadıysa daha geniş bir açı olup olmadığına bakarım. Devamlı üzerine çalışırım. Bu tabii ki aşırı bir titizlik. Kameramanları bezdiriyorsunuz.
Metin Erksan’ı büyük bir yönetmen yapan nedir?
Dağ taş dolaşıp açı ve ölçek aramak.
Açık sözlü müsünüz?
Doğru olduğuna kanaat getirdiğim fikri direkt söylerim. Bunu söylerken de yumuşatarak söylemediğim için sivri dilli kabul ediliyorum, biliyorum.
Tahammülünüzün olmadığı şey?
Aptal insan.
Sevmek Zamanı ile başlayan ve diğer TRT’ye hazırladığınız beş hikayeniz ve son filminiz olan Sensiz Yaşayamam ile tutku ve kara sevdayı çalışmalarınızda işlemenizin özel bir sebebi var mı?
Elbette var. Çünkü kendi hayatımda da bu duyguyu derinlemesine yaşadım. Zamanında çok büyük aşk duyduğum birisi vardı. Evinin önüne iki at arabası dolusu çiçek yığmıştım. Bu büyük aşkıma rağmen o kişiden aksi bir cevap aldım. O denli üzülmüştüm ki Kadıköy’den Çamlıca’ya yürümüştüm. "İnsan aşk için ölmeli, aşk o zaman aşk."
Aşk nedir?
Ben aşkı Sevmek Zamanın’da anlattım. Aşkı yanımdayken çok uzakta görür; çok uzaktayken de en yakınımda olmasını isterdim. Sevmek Zamanı filmi niçin vizyon görmedi? 1960’lı yani muhafazakâr kesimin daha çok yaşadığı o yıllarda Sevmek Zamanı'nın konusu tasavvufidir. Bir erkeğin bir surete âşık olmasını anlatır. Surete âşık olmak Doğu kültürüne has bir şeydir. Birçok Doğu hikayesinde geçen bir konu olup hatta bizde de içerik olarak ele alınırsa tasavvufla dahi ilgilidir. Suda deryayı görmek. Film boyunca Meral ile Halil arasında birçok konuşma geçer ve bunlar surete âşık olma durumunu açıklayan çok önemli diyaloglardır. Halil, Meral’i sevmediğini ve sadece onun resmini sevdiğini, bunun Meral’i ilgilendirmeyen bir şey olduğunu söyler: "Resmin sen değilsin ki, o benim dünyama ait bir şey." Bir mutlak güzelliğe. "Ben senin resmine değil de sana âşık olsaydım o zaman ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme, belki de alay edecektin sevgimle. Halbuki resmin bana dostça bakıyor, iyilikle bakıyor ve ebediyen bakacak. Hayır! Benimle resminin arasına girme. İstemiyorum seni! Ben senin yalnız resmine âşığım." (Gülümsüyor.) derken filmde, bunu anlattım. Ama bu algılanmadı.
Bir başka kıymetli filminiz Sensiz Yaşayamam niçin yarım kaldı?
O senaryo için çok uğraştım ve Kıbrıs’ta yazdım. Etkili bir iş olacağına inandığım bir çalışmaydı. Çekimler Kıbrıs’ta sürüyordu. Hülya Koçyiğit o yıllarda Ankara’ya gitmek zorundaydı. Film böyle birkaç sebepten yarım kaldı.
Yeşilçam olgusuna niçin karşısınız?
Şimdi bu sözün oluşum şekli Türk sinemasını küçümsemek ve kötülemek için icat edilmiştir. Yeşilçam tanımı Türk sinemasına hakaret etmektedir. Şöyle ki bu tanımı oluşturanlar bizatihi magazin yazarlarıdır. Sonraları kendisine ciddi manada sinema eleştiri yazarı diyenler tarafından da kullanılarak yaygınlaştırıldılar.
Neden Yeşilçam?
Sinema şirketlerinin birçoğu Yeşilçam sokağındaydı. Yani bildiğiniz sokağın adıydı. Hâlâ da öyle. "Türk sinemasının tüm film şirketleri bu sokağa yerleştiği için biz bu ismi koyduk." dediler.
Bu konu üzerine bir girişimde bulundunuz mu?
Pek tabii. İstanbul Ticaret Odasına müracaat ettim. Dedim ki "İstanbul’da faaliyette olan film şirketlerinin adres ve isimlerini bana bildirin." Ben o zamanlar sinema sanatçıları genel sekreteriydim. Yıl 1958, bana cevap geldi. O kâğıdı hâlâ saklarım. 150 tane şirket var İstanbul’da. Bunun beş ya da altı tanesi Yeşilçam sokağında. Şimdi oldu mu? Bunu gerekli yerlere yazdım. Bu yakıştırma ile yalan söylediklerini belirttim. Ancak bu yakıştırmada bulunarak sinemamızın böyle anılmasına sebep olan magazin yazarlarının tabirlerinin sözde ciddi eleştiri yazarları tarafından kabul görerek kullanılacağını hiç düşünmemiştim.
En sevdiğiniz filminiz?
Hicran Yarası. Çok yaşa, iyi ki sordun. Çünkü bu filmi çok seviyorum. (Gülümsüyor.)
Bu film yanmış. Nasıl oldu?
Devlet Güzel Sanatlar Akademisi yapısında oldu. Bu yapının içerisinde arşivin başında bulunan kişinin akademi ile olan anlaşmazlıkları sonucu arşivi boşaltıyor. Daha sonrasında binadan çıkarılan filmlerin negatifleri, salı pazarı depolarına taşınıyor. Böylelikle de yandılar.
Sinemayı bıraktıktan sonra nelerle ilgilenmeye başladınız?
Mimar Sinan Üniversitesi Sinema-Televizyon Bölümü’nde sinema kuramı üzerine ders vermeye başladım. Aynı zamanda Cumhuriyet gazetesinde de sinema, sanat, tarih, siyaset gibi alanlarda yazılar yazıyorum.
Hayalleriniz nelerdir? Neleri çekmek istersiniz?
Türk sinema tarihini yazmak istiyorum. Hazırda çekilmeyi bekleyen çok fazla senaryom var. Hicaz Demiryolu ’nu çekmek istiyorum. Medine Müdafaası'nı, Fahrettin Paşa’yı çekmek istiyorum.
Türk sinemasının entelektüel birikimli farklı düşünce yapısına sahip ve yaratıcı kişiliğiyle dönemine damgasını vuran auteur yönetmen Metin Erksan. Büyük ustanın öncülüğüyle oluşan Toplumsal Gerçekçi Türk sineması kendisinden sonra birçok yönetmen tarafından örnek alınarak devam ettirilmiş ve sinemamızın gelişiminde önemli rol oynamıştır. Türkiye’de entelektüel ve bağımsız olarak bağımsız olmanın olağanüstü zor olduğu bir dönemde, bu zoru başararak hem sinemada hem de yaşamında hiçbir siyasi ideolojinin propagandasını yapmamaya özen göstermiş, kendi bildiği doğrulara yönelmiştir. Halit Refiğ’in de dediği gibi "Erksan’ın tutkuları, eserlerindeki kişilerin tutkularıyla kaynaşarak, filmlerinin başka hiçbir rejisörün eserlerinde rastlanmayan o kendine has fırtınalı dünyasını meydana getirmektedir. Erksan, büyük sanat eserleri yaratmak için gereken ilk şartı başarmış, kendi özel dünyasını kurmuştur." Sözlerime Sevmek Zamanı filminden bir replik ile son vermek istiyorum. "Aşkta yalnız ve cesur olmayı sen öğrettin bana. Bundan sonra ben de senin kadar büyük olmaya çalışacağım."
Esra Cihanbey