Trenle Akdeniz Güzeli: Palermo

NİLÜFER TAKTAK
Abone Ol

İtalya’yı kuzeyinden güneyine gezmiş olsam da çizmenin dışında kalan Sicilya’ya hiç gitmemiştim. Arkadaşlarımla adanın en güzel şehirlerinden Palermo’ya gitme şansı çıkınca da hiç tereddüt etmedim. Haydi o zaman rotamız Palermo…

İtalya’da en sevdiğim şeylerden biri trenler. Bir ülkenin hem doğası güzel hem de raylı sistemi gelişmiş olunca tren yolculukları inanılmaz keyifli oluyor. Bir diğer (belki de temel) artısı da maddi açıdan uygun oluşu. Ben de ne yaptım? Aldım biletimi ve 9,5 saat sürecek tren yolculuğuma başladım. Baka baka, uyuya kalka, yiye içe ver elini Palermo.

Kalacağım yeri Airbnb’den tutmuştum bile. Hem otelden daha ucuz hem de şehrin merkezinde 19. yüzyıldan kalma bir binada. Trenden şehrin merkez tren istasyonu Palermo Centrale durağında inip, şehrin içine yolculuk eden trene aktarma yapıyorum. Bu tren, havalimanıyla şehir merkezi arasında çalışıyor. Benim kalacağım yer ise sadece bir durak uzakta. Durakta inip navigasyonun yardımıyla eve doğru yürüyorum. Mesafe sadece beş dakika…

Sıcak iklimlerin sıcak insanlarına has o gürültü pazarda iyice artıyor. Satıcıların davetkâr seslerine müşterilerin talepkâr cümleleri karışıyor.

Kaldığım evin asıl güzelliğini ise daha söylemedim. Ev, şehrin en güzel yapılarından olan ve 1185 yılında inşa edilen Palermo Katedrali’nin tam karşısında. Arklarını, kubbesini ve katedrali gezenleri balkonumdan görebiliyorum. Bundan daha güzel manzara olamaz. Eve geldiğimde bavulumu bırakıp kendimi hemen sokaklara atıyorum. Şehrin ne kadar merkezinde olduğumu da bu kısa gezinti sırasında anlıyorum. Tüm bu yolculuk karnımı acıktırıyor, trende atıştırmalıklarla geçiştirdiğim öğünlerin hepsini unutuveriyorum.

Kaldığım evle katedral arasından daha kalabalık olan tarafa doğru yürüyorum. Şehrin renkleri, faunası ve florası, Akdeniz ikliminde olduğumu hatırlatıyor bana. Aklıma Tunus’un güzel şehirleri geliyor. Sokakta turistik dükkânlar var ama ilgimi çekmiyorlar. Binalar, heykeller ve mimari detaylar daha çok çekiyor ilgimi. Gittiğim diğer İtalyan şehirlerine nazaran turist sayısı burada daha az. Sokaklarda İtalyanca haricinde bir dil neredeyse duymuyorum. Hele ki sokakların beni ulaştırdığı pazara gelince Sicilya ne demekmiş anlar gibi oluyorum. Tezgâhlarda Akdeniz iklimine has meyve, sebzeler var ama onlardan daha çok deniz ürünleri yer alıyor. Sıcak iklimlerin sıcak insanlarına has o gürültü pazarda iyice artıyor. Satıcıların davetkâr seslerine müşterilerin talepkâr cümleleri karışıyor. Izgaralarda pişen deniz mahsulleri taze kokular yayıyor etrafa. Karnım çok aç, dayanamıyorum. Palermo şehrinin en eski kapılarından biri olan Porta Carini ise bu harika pazarın ucunda yer alıyor. Yapım tarihi bilinmeyen kapı, oldukça ihtişamlı.

Karnım doyduktan sonra sokaklarda yürümeye devam ediyorum. Yönümü ünlü botanik bahçesine, Orto Botanicodi Palermo’ya çeviriyorum. Bahçe, 20 dakikalık yürüme mesafesinde. Hava güzel, yürüyorum. 1789’da kurulan bahçe, benim gibi bitki seven birisi için âdeta cennet. Gittiğim şehirlerde varsa ziyaret etmeye çalışıyorum muhakkak. Bahçede 6 binden fazla canlı bitki çeşidi var. 600 binden fazlası ise kuru olarak muhafaza ediliyor ve sergileniyorlar. En çok görmek istediklerim ise ismime ilham olan nilüferler. Üniversiteye bağlı olan bu parka giriş bileti de çok uygun. Burayı ziyaret etmek isteyenlere parkın saat beşte kapandığını, ancak en son girişlerin saat dörtte olduğunu hatırlatmam gerekiyor. Bir saatten daha az bir vakit ayırmayın zaten.

Parktan çıktıktan sonra dünyaca ünlü İtalyan markalarının yoğun olduğu Vialedella Liberta Caddesi’ne çıkıyorum. Palermo en güzel yürüyerek geziliyor, yürüdükçe daha iyi anlıyorum bunu. Yürüdüğüm cadde, belki Bağdat Caddesi’yle kıyaslanabilecek, açık hava alışveriş merkezi gibi bir cadde. Ayrıca Via Roma, Via Maqueda, Via Ruggero Settimo caddelerinde de şık butikler, el işi seramik, ahşap hediyelik eşyaların olduğu dükkânlar, ikinci el giysi dükkânları var. Gezerken kendime birkaç küçük şey alıyorum tabii.

En çok görmek istediklerim ise ismime ilham olan nilüferler. Üniversiteye bağlı olan bu parka giriş bileti de çok uygun.

Akşam dünyanın en büyük ve güzel opera binaları arasında yer alan Teatro Massimo’da ünlü İtalyan besteci Giuseppe Verdi’nin Rigoletto operasına biletim var. Opera binasına erkenden gidiyorum ki bu muhteşem binayı biraz gezebileyim. 19. yüzyılın son yıllarında açılan bu muhteşem yapı beni büyülüyor. Operanın sürpriziyse binanın altında yer alan çok tatlı restoran oluyor. Operayı beklerken bir yandan bu güzel yapının detaylarını seyrediyor hem de bir şeyler atıştırıyorum. Sahnenin tam karşısındaki bir locadan izlediğim opera ise tek kelimeyle muhteşem.

Ertesi gün kaldığım evin 19. yüzyıldan kalma tavan işlemelerine, duvar motiflerine ve katedralin muhteşem manzarasına açıyorum gözlerimi. Balkonda kahvemi yudumlarken, katedrali gezen ziyaretçilerle göz göze geliyoruz. Kahvaltı etmem gerek… Evden çıkıp Via Vittorio Emanuele üzerinden yürüyorum. Kahvaltı için rotam, sahibinin Berlin’den olduğunu sonradan öğrendiğim Ojda. Methini arkadaşlarımdan duyduğum bu mekânın mutfağı gün boyunca açık olsa da özellikle kahvaltılarıyla ünlüymüş. Methettikleri kadar da varmış gerçekten. Sahanda yumurtaları ve burrata peynirli salataları, güzel başlayan günümü daha da güzelleştiriyor.

Ojda’nın bulunduğu muhit, şehrin tarihî merkezinin hemen yanında yer alıyor ve çağdaş sanat galerilerini barındırıyor. Duvar yazılarıyla zenginleşen gezim sırasında Galleria d’Arte Moderna’ya giriyor ve 19. ve 20. yüzyılların İtalyan sanatının dönüşümüne bakıyorum. Burayı ziyaret etmeyi düşünenler için, özellikle Michele Catti’nin “Sonbahar” tablosunu ve şehir manzaralarını tavsiye ediyorum.

Dar Sicilya sokakları arasından konakladığım eve dönerken kendimi ışıklandırmalar altında, efsunlu bir masal şehrindeymişim gibi hissediyorum.

Sokaklar insan dolu. Havanın güzelliğinin de etkisiyle herkes sokakta gibi geliyor bana. Her yaştan insan sokak şarkıcılarını dinliyor, sohbet ediyor, mağazaların vitrinlerine bakıyor. Buradan güneye doğru yürüyerek Palermo’nun sahil şeridini tecrübe ediyorum. Bu kadar güzel denize ve havaya olan bu Sicilya şehri, yazın tıklım tıklım olmaz mı hiç? Oluyormuş. En güzel tecrübesi erken ilkbahar ayları belki de. Sahil şeridi boyunca sıralanan sokak şarkıcılarına ben de takılıyorum, dinliyorum, biraz da ritim tutuyorum tabii.

Akşam yaklaşırken yemek için yine şehre doğru dönüyorum ve ünlü yer altı mezarlarını ziyaret ediyorum. Daha önce başka şehirlerde gördüğüm bu mezarlıklar beni her zaman büyülüyor. İnsanı düşüncelere sevk ediyorlar. Buradan rotamı yeniden şehir merkezine çevirerek yemek için belirlediğim A’nica Ristorante&Pizza Gourmet’ye gidiyorum. Menüsünde Sicilya mutfağından örnekleri ve Napoli usulü pizzaları barındıran bu mekânda sıcacık hissediyorsunuz. Vegan yiyecekler de sunan restoranda deniz mahsullü salata ve Napoli usulü dört peynirli pizza sipariş ediyorum. Deniz mahsulleri tazelikleri ve tatlarıyla beni mutlu ediyor. Pizza ise Napoli’de yediğim pizzaları aratmayacak kadar leziz.

Dar Sicilya sokakları arasından konakladığım eve dönerken kendimi ışıklandırmalar altında, efsunlu bir masal şehrindeymişim gibi hissediyorum. Yarın bu şehirden ayrılıp İstanbul’a döneceğim. Evimi özledim ama bu şehrin başka mevsimlerdeki hallerini merak ediyorum ve kendi kendime yeniden gelmeye söz veriyorum.