Tanca’dan Seylan’a “Binbir gece” şehirlerine seyahat

EKREM SALTIK
Abone Ol

Orta Çağ’ın en önemli seyyahlarından biri olarak kabul edilen ve Marco Polo’ya göre üç kıtaya yayılan daha geniş bir coğrafyayı dolaşmış olan İbn Battûta, günümüzden yedi asır önce Kuzey Afrika’nın Fas kıyılarında, Tanca’da dünyaya gelmiş; henüz 20’li yaşlarındayken, durakları arasında Seylan’ın da bulunduğu bir dünya seyahatine çıkmıştı. Battûta’nın Seylan ziyareti, Hint Okyanusu’nun güneyinde bulunan Maldivler’de yaşadığı zorunlu ikametini geride bırakarak Hindistan’a dönerken; üzerinde Hz. dem’in ayak izi olduğuna inanılan dağ zirvesini görmek istemesiyle başlamıştı.

Hindistan’ın güneyindeki küçük bir ada devleti olan ve günümüzde adı “Sri Lanka” olarak bilinen Seylan, 13. yüzyıl öncesi tarihi kayıtlarda, genellikle “beklenmedik güzel şeyler ülkesi” anlamına gelen Serendib ismiyle anılıyordu. Tarihsel süreçte, coğrafi yapısı ve konumundan dolayı “Hint Okyanusu’nun incisi” ve “Hindistan’ın gözyaşı” gibi benzetmelerle de anılacak olan Seylan, Taberî, Mes’ûdî ve Ya’kubî gibi tarihçilerin rivayetlerine göre cennetten çıkarılan Hz. dem’in yeryüzüne indiği yerdi. İnanışa göre cennetten kovularak Cidde’ye inen Hz. Havva ile Müzdelife ve Arafat’ta buluşmadan önce Seylan’da iki asır boyunca ağlayarak tövbe etmiş olan Hz. dem’in -acı- gözyaşları, aslında bu coğrafyada yetiştirilen baharatların da kaynağıydı.

Marco Polo

Battûta, Seylan ziyaretinde Hz. dem’in cennetten kovulduktan sonraki yaşamıyla ilgili bölgesel inanışları besleyen benzer bir rivayette bahsi geçen mağarayı çağrıştıran çeşitli yerleri de ziyaret edecekti. Söz konusu mağara ile ilgili rivayete göre cennetten atıldıktan 5 bin 500 sene sonra tüm iyi insanların tekrar cennete dönecekleriyle müjdelenen Hz. dem’e, “Hayat Ağacı” da denilen bir ağacın yanındaki kaynakta ıslatılan bir takım “cennet hatıraları” verilmiş ve Hz. dem, aralarında Mikail tarafından getirilen altın çubukların da bulunduğu bu değerli nesneleri, Hazineler Mağarası (La Cavernedes Trésors) adındaki bir mağaraya koymuştu.

Adems Peak olarak adlandırılan tepedeki ayak izinin Hz. dem’e değil, Budizm’in kurucusu Buda’ya ait olduğuna dair farklı inanışlar olduğu gibi; bazı rivayetlerde, söz konusu zirvenin bulunduğu dağ, Hazineler Mağarası adlı mitolojik dağı düşündürecek şekilde Mücevher Dağı olarak tarif edilmişti. Eteklerinde Mücevher Dağı’nı çağrıştıracak şekilde değerli taşlar bulunabilen ve Hz. dem ya da Buda’ya dair diğer rivayetlerdeki gibi bir mağaranın da bulunduğu zirveye, Kadem-i dem de denilen, Hz. dem’in ayak izini görmek üzere çıkmak isteyen Battûta, bu amaçla Serendib’e doğru yola çıkmıştı.

Tarihsel süreçte, coğrafi yapısı ve konumundan dolayı “Hint Okyanusu’nun incisi” ve “Hindistan’ın gözyaşı” gibi benzetmelerle anıldı.

“Safi duman bir sütun gibi göklere yükselen” dağı, Marco Polo’nun “diğer adalardan daha iyi durumda” olmakla nitelendirdiği Serendib Adası’nın kıyılarına yaklaşırken görmüştü. Yereldeki adı Sri Pada olan dağa çıkarken, -günümüzde yaklaşık 5 bin 500 dik basamağın bulunduğu- oldukça zorlu bir güzergâhı kullanmıştı. Ziyaretini tamamlayıp dem Tepesi’nden inerken, üzerinde olduğu dağın eteklerinde bulunan ve adı Sanskritçede “mücevher kenti” anlamına gelen Ratnapura’dan başlayarak güneybatı yönünde Beruwala’ya doğru yaklaşık 100 kilometre boyunca uzayan güzergâhta, dünyanın en zengin safir ve yakut rezervlerine sahip “yemyeşil” bir coğrafyanın varlığına tanıklık etmişti. Üstelik Battûta’nın Seylan ziyaretinde karşılaştığı mücevherlerle ilgili notlarını çağrıştıran Seylan izlenimlerine sahip olan Marco Polo da seyahatine dair sonradan kitaplaştırılan hatıralarında, adadaki eşsiz mücevherlerden bahsetmişti. Nitekim günümüzde toplam arazisinin yüzde 25’inin potansiyel mücevher barındırdığı tahmin edilen Seylan toprakları, yapısında alüminyum ve demir bulunduran, renkli bir cins granit olan safir taşının çıkarıldığı bir yer olarak, sadece o coğrafyada bulunan özel bir taşa da adını vermişti.

Söz konusu nadide taşların membası olan Seylan’a gelerek, kendisine daha önce gittiği ülkelerde “inci avlama mekânları”görüp görmediğini soran Jaffna Kralı’ndan birkaç inci alan İbn Battûta, dem Köprüsü de denilen Menar Mendeli’den (Mannar) sonra, adı Tamilcede “inci balıkçılığı” anlamına gelen ve Bender Selâvât olarak kaydettiği Chilaw’a (Chalapâm) ulaşmıştı. “Dünyada bundan başka görmedim” dediği beyaz fillere sahip ve adının anlamı “fil kayası” olan Kunakar’a (Kurunegala/Gampola) geldiğinde burayı, Hûr-ı Yâkut (Yakut Körfezi) olarak tanımlayan Battûta, kentteki körfezden ve toprak altından çıkarılan safirden bahsederek, “Seylan Adası’nın her yerinde yakut olduğunu” söylemişti. Kırmızı, sarı, mavi gibi daha nice renkte yakut bulunan körfezden geçerek dem Tepesi’ne uzayan “hac yolculuğu” sırasında, Hint diyarının eşsiz hazinelerini anlatan divan şiirlerine ve anonim masallara ilham veren mücevherlerin “kalbine” doğru yola çıkmıştı. Battûta, Chilaw’dan geçerek ulaştığı Ratnapura’dan Beruwala’ya uzanan ufuktaki körfezin “gökyüzü gibi mavi” ve yakut rengi yeşiline bakarken, hayat ağacı ve suyunun yanındaki dem Tepesi’nden “sere serpe” görülebilen bir “mücevher yatağını” seyretmişti.

Kendisinden yaklaşık yarım asır önce Seylan’a gelen Marco Polo gibi İbn Battûta’nın da sonradan Alt Kıta’daki efsanevi mücevherlerin peşine düşecek birçok Avrupalı kâşife ilham veren yolculuklar yaptığı çağlarda Seylan, henüz mistik inançlar ve egzotik masallardan oluşan şeffaf ama korunaklı bir sır perdesinin ardındaydı. Söz konusu sır perdesinin, üzerinde bulunulan coğrafyanın özelliklerini de harmanlayan yapısında, bölgedeki Budizm, Hinduizm ve İslam dinlerine ait motifler de bulunuyordu. Bu motiflerin yansıdığı kültürel mirasın arasında yer alarak, günümüzde dahi pek çok klasik esere ilham kaynağı olan ve Doğu’nun dünya çapında bilinen en kadim metinlerinden biri kabul edilen “Binbir Gece Masalları”nın gemicisi Sinbad, büyülü âlemlerin bulunduğu yedi denize yaptığı yedi yolculukta karşılaştığı devasa canavarlar ve tanıklık ettiği doğaüstü fenomenleri aşarak büyük hazinelere ulaşıyordu.

Hem Marco Polo’nun seyahatnamesi hem de İbn Battûta’nın “Rihle”si, öncelikle Orta Çağ’ın bilinen zihin haritalarını yırtıp maddesel mümkün sınırlarını yıkarak hem efsanevi coğrafyaların hem de bu coğrafyalardaki akıl almaz zenginliklerin, aslında mevcut siyasi, askerî ve ekonomik duvarların arkasında keşfedilmeyi beklediğini anlatıyordu.

Avrupalıların henüz kaynağını bilmedikleri ya da bilseler bile doğrudan ulaşamadıkları çeşitli baharat ve mücevheratın kaynağı olan egzotik ülkeler için anlattıkları efsanelerin de Sinbad masallarını andıran ögeler taşıyor olması, belki de sadece bir tesadüf değil; Doğu ile Batı arasındaki asırlar üstü merak ve korkularından oluşan sır perdesinin sürdürülebilir olması için yapılmış kasıtlı bir çarpıtmadan kaynaklanıyordu. Bu zeminde Sinbad’ın tam da İngilizcedeki karşılığıyla “beklenmedik rastlantılarla dolu” masalsı maceralarından birini yaşadığı Seylan, Marco Polo ve İbn Battûta’ya ait olanlar başta olmak üzere bilinen birçok seyahatnamede, bilinmeyen ilginç ilişkiler ve beklenmedik olayların yaşandığı masalsı şehirleriyle anlatılıyordu.

Nitekim İbn Battûta’nın Seylan’da dem Tepesi’nden sonraki yolculuğu da güneye doğru olmuş, adanın okyanus kıyısındaki en uç noktasında bulunan Dînever’e (Dondra) gitmişti. “Tanrılar şehri” olarak bilinen Dînever’de ziyaret ettiği mabet ve “gözlerinde gece karanlığında çıra gibi yanarak etrafa ışık saçan iki iri yakut” ile tasvir ettiği “som altından yapılmış put”, aslında 16. yüzyılda Kolombo’yu kuşatmak için bölgeye gelecek olan Portekizlilerin donanma komutanı De Souzad'Arronches’in 1587’de yerle bir ettirdiği Hindu tapınağı (Taneveram) ve orada bulunan efsanevi Vişnu heykeliydi.

Dînever’den sonra, adanın güneybatı ucundaki Kalî’ye gelen Battûta, buradan “Kelenbû” dediği Kolombo’ya ve ardından adadaki yolculuğuna başladığı yer olan kuzeybatıdaki Battâla’ya dönerek, -tuttuğu seyahat notlarıyla belki de perdesini araladığı- Seylan’ın, henüz efsanevi bir okyanus buğusuyla korunan “taşı toprağı yakut” coğrafyasının kıyısında dolaşmıştı aslında.

İbn Battûta’nın Güney Asya’daki efsanevi ülkeler ve bu ülkelerin sahip olduğu zenginlikleri anlatan notları, “Marco Polo Seyahatnamesi”nden yaklaşık yarım asır sonra, 1355’te, “Tuhfetu’n-Nuzzâr fi Garâibi’l-Emsâr ve Acâibil-Esfâr” adıyla kaleme alınmıştı. Özellikle çağının Türk ve İslam toplumlarıyla ilgili önemli bilgiler verdiği için kısa sürede çok sayıda yazma kopyası üretilmişti. Bu zeminde, bir yönüyle hem Marco Polo’nun seyahatnamesi hem de İbn Battûta’nın “Rihle”si, öncelikle Orta Çağ’ın bilinen zihin haritalarını yırtıp maddesel mümkün sınırlarını yıkarak hem efsanevi coğrafyaların hem de bu coğrafyalardaki akıl almaz zenginliklerin, aslında mevcut siyasi, askerî ve ekonomik duvarların arkasında keşfedilmeyi beklediğini anlatıyordu. Hayatlarının büyük bir bölümünü, bir zamanlar efsanevi anlatıların ardında korunaklı bir halde yaşayan Doğu ülkelerinde geçirmiş olan her iki gezgin de Hint okyanusu kıyıları ve özellikle Seylan’ı, masalsı mücevherlerin ve emsalsiz tarçın ormanlarının membası olarak tarif etmiş; adaya dair bazı tasvirlerinde, âdeta “Binbir Gece Masalları”ndan esinlenmişlerdi.

Seylan, Avrupalıların belleğinde asırlar boyunca “Binbir Gece Masalları”ndaki efsanevi ülkelerinden biri olarak kalmıştı.

Üst bir çatı hikâye içinde yer alan ve “binbir gece” devam ettiği rivayet edilen iç içe geçmiş hikâyelerden oluşan “Binbir Gece Masalları”, her bir katmanda, -tıpkı Seylan’ın tarihi isimlerinden biri olan Serendib’in kelime anlamındaki gibi “beklenmedik” bir şekilde ortaya çıkan ve bir önceki anlatımla ilgisi olmayan sürpriz karakterlerin, inanılmaz maceralarını anlatıyor, bu teknik çoğunlukla Hint masallarında kullanılıyordu. Aynı zamanda Hint coğrafyasının da bir parçası olan Seylan, asırlar boyunca “Binbir Gece Masalları”nın “binbir” farklı versiyonuyla korkutulmuş; Marco Polo ve İbn Battûta’nın seyahatlerini anlatan kitapların tüm Avrupa’ya dağılan yüzlerce kopyasıyla meraklandırılmış Avrupalı denizcilerin, Güney Asya kıyılarına gelerek karaya çıktıkları ilk yerleşim yerlerinden biri olmuştu. Bu ilk girişimleri yapan devletlerin başında gelen ve tarçın gibi daha pek çok baharata olan talep ve ilginin doruğa çıktığı sıralarda Seylan’a yönelen Portekizliler, “pais de la canela” (tarçın ülkesi bulmak) gibi amaçlar da taşıyan okyanus ötesi yolculuklar yapmaya başlamışlardı.

Seylan kıyılarına geldiklerinde, geldikleri yerin dünyanın en iyi tarçınlarıyla dolu bir “tarçın ülkesi” olduğunu fark etmişlerdi. Bu yönüyle “tarçın adası” ve “tarçının anası” gibi ifadelerle de tarif edilen Seylan, asırlar boyunca dünyadaki en kaliteli tarçının yetiştiği bir ada olarak kalacak, 14. yüzyılda Seylan’a gelen İbn Battûta’nın da adanın kuzeyindeki Battâla’da ilk fark ettiği şeylerden biri, şehrin bütün kıyılarının sel sularının taşıyıp yığdığı kırfe (tarçın) kütükleri olmuştu. Nihayet Marco Polo’nun ardından adaya gelen İbn Battûta’nın keşif yolculuğuna kadar Sinbad’ın maceralarındaki fantastik ögeleri çağrıştıran efsanelerin arkasında gizlenen tarçın ve paha biçilmez mücevherlerin beşiği olan Seylan, Avrupalıların belleğinde asırlar boyunca “Binbir Gece Masalları”ndaki efsanevi ülkelerinden biri olarak kalmıştı.