Süpermeni Beklerken (Waiting for Superman)
“Üniversiteye gider, öğrenir, eğitim görürsün. O zaman işe girmezsin, kariyerin olur. Arada bir fark var.”
Belgesel filmdeki bu tespiti duyana kadar, aslında bu iki konu üzerinde daha önce düşünmediğimi fark ettim. İnsanlar üniversiteye gidiyor, çünkü öylece vasıfsız bir işe girmek yerine, kariyer yapacakları; gün geçtikçe, deneyim kazandıkça vasıflı hale gelecekleri bir işe girmek istiyorlar.
Terk Etme Fabrikası
Baştan söyleyelim bu belgesel Amerika’nın devlet okullarındaki eğitimin durumunu incelemek için çekilmiş. Yönetmen filmin başlarında “Terk Etme Fabrikası” olarak bahsedilen bazı okullardan bahsetmeye başlayınca benim de ilgimi çekmeye başladığını söyleyebilirim, filmin. Çünkü o zaman anlatılan durumu, bizim bazı okullarımızla özdeşleştirmeye başladım zihnimde. Bu terk etme fabrikaları olarak bahsedilen okullar, genellikle çoğu öğrencinin başarılı olamadığı, hatta sınıfı bile geçemediği okullar. Peki bunun sebebi, o bölgedeki öğrencilerin zekâ geriliği mi yoksa o okuldaki eğitimin bir başarısızlığı mı?
Film ilerledikçe bazı istatistikler de paylaşılıyor. Bir eyaletteki mahkûmların eğitim durumları inceleniyor ve yaklaşık yüzde 70’inin liseyi terk edenlerden çıktığı görülüyor. Ortalama mahkûmiyet süresi dört yıl kabul edildiğinde, bu mahkûmlar için devletin harcadığı toplam parayla bu kişilerin her birinin, aslında özel lisede ve ardından güzel bir üniversitede okuyabileceği görülüyor. Madem öyle, neden bu “terk etme fabrikalarında” öğrencilerin yok olup gitmesi izleniyor?
Kanun ve öğretmenler
Bu sorunun cevabını ararken bakılması gereken ilk ve en önemli kısım tabii ki öğretmenler. “Eğitim sistemi” denince akla ilk gelen ve neredeyse her şeyden daha önemli olan şey, öğretmen kalitesi. Yapılan araştırmalara göre öğretmenin bilgi seviyesi ve konuları anlatabilme kapasitesiyle öğrencilerin yüksek notlar alması arasında büyük bir bağıntı olduğu görülmüş. Öyleyse “sadece performansı yüksek öğretmenleri çalıştıralım,” dediklerinde ise daha önceden konulmuş bir kanunun engeline takılmışlar. Bu kanun, öğretmenlerin işten çıkarılmasını engelleyen bazı kurallardan oluşuyormuş ve öğretmen isterse hiç ders işlemeyip sınıfta gazete okusun, yine de okul yönetimi tarafından kovulamıyormuş.
Filmin bu kısmında bizdeki memuriyetle ne kadar çok benzerlik var dedim içimden. Bir memur, çok kötü olsa işini düzgün ve dürüst yapmasa bile ancak farklı bir birime ya da en fazla başka bir kuruma gönderilebiliyor ama işten çıkarılamıyor mesela. Buna sığınan birçok kişi de hiçbir iş yapmadan ay sonu maaşını alan bankamatik memuruna dönüşüyor. Bizde buna, “devlete kapak atmak” deniyor. İşte belgeselde anlatıldığına göre, Amerika’da da sistem aynı dertten muzdaripmiş. Şimdi filmi izlemeye devam edelim, bakalım buna bir çözüm bulabilmişler mi?
Peki ya çözüm ne?
Belgeselin Amerika Eğitim Sistemi’ni anlattığını anladığınızda şunu diyebilirsiniz: “Tamam da orası Amerika, bizdeki eğitim sistemiyle ne ilgisi var?” Filmin ortalarına doğru geldiğinizde bu sorudan tamamen sıyrılıp, “Aslında ne kadar da benzer yanlarımız varmış,” demeye başlıyorsunuz. Örneğin bu benzerliklerden birisi de bir şehirde onlarca devlet okulu olmasına rağmen bir ya da ikisinin ancak parmakla gösterilmesi ve şehirdeki tüm kalburüstü kişilerin bir şekilde yolunu bulup çocuklarını bu okula gönderirken, şehrin büyük kısmının daha işe yaramaz okullara gitmek zorunda kalması. Benim ilköğretim yıllarımda da durum tam olarak böyleydi. Bize Amerika’da böyle şeyler olmaz gibi gelirdi ama. Bu da Amerikan dizi ve filmlerinin etkisi olsa gerek. Yönetmen de bunu şu sözlerle itiraf ediyor: “Devlet okullarının film ve dizilerdeki imajları bir ideali yansıtır. Sanki yanlış mahallede doğacak olsanız bile eğitimle kendinizi kurtarabilirmişsiniz gibi.”
Hâlbuki gerçekler tabii ki gösterilenden çok farklı. Amerika’da da birçok aile, devlet okullarının eğitimini beğenmediği için ne yapıp edip çocuklarını özel okullara gönderiyorlar. Özel okullar ise âdeta bir ticarethane, aynı ülkemizdeki gibi. Filmde görüşünü aldıkları bir kadının kızı bu özel okullardan birine gidiyor ve okul parası tam ödenemediği için mezuniyet törenine katılmasına izin vermiyorlar.
Bu süreçte gidişatı değiştiren bir okul yaygınlaşmaya başlıyor. Adı KIPP. Öğrencilere her şeyi eğlenceyle karıştırarak öğretmek gibi temel bir yöntem farklılıkları var bu okulların. Ayrıca sayısal ve sözel bölümlerin her birinde, alana özel öğretim teknikleri kullanıyorlar. Bu okullar, yıllar geçtikçe ve mezunları ülkedeki en güzel üniversitelerde okumaya başlayınca başarılarını kanıtlıyorlar. Böylece ülke çapında herkesin çocuğunu göndermek için can attığı okullardan birine dönüşüyorlar. Bu okullar da bana bir zamanlar çok popüler okullar haline gelen Anadolu Öğretmen Liseleri’ni hatırlattı, filmi izlerken. Adları “öğretmen lisesi” olmasına rağmen, öğretmen ve eğitim kaliteleri tüm Türkiye’ye nam salmış; birçok mesleğin geçiş noktası olmuştu. Ben de lise eğitimim için o okullardan birini tercih etmiştim
Belgeselde yönetmen Amerikan eğitim sistemini eleştirel yönden inceledikçe, izlediğim süre boyunca ben de kendi ülkemizdeki sisteme o gözle bakmaya çalıştım. Evet, bizim de çok eksiklerimiz var. Bunlar herkesin az çok malumu. Ancak diğer yandan, bunlar kapatılamayacak eksikler de değil. Her zaman kanunlarla da değil, bazen bir stajyer öğretmenin başlattığı bir kıvılcımla bazen bir okul müdürünün vizyoner bakış açısıyla çoğu şey değişebilir. Yeter ki sistemi olduğu gibi kabul etmeyelim, her fırsatta eleştirelim, eleştirdikçe eksiklerini keşfedip daha iyisini ortaya koyarak geliştirelim. Filmin bence bize anlatmaya çalıştığı tam olarak buydu. İyi seyirler.