Şükür, dua ve aldangaçlar

TUĞBA COŞKUNER
Abone Ol

Öğretmenliğe başladığım ilk yıllarda bir öğrencimin annesi, evlerini ziyarete gittiğim bir sırada, “Neşeli evlerin şükrü fazladır, o evlerde bereket olur,” demişti. O zamanlar bunun üzerine kafa yormamış, dinleyip geçmiştim. Geçen gün “bereket” kelimesinin kökünü araştırmak aklıma geldi. İyi ki de gelmiş. Velimin sözündeki hikmeti böylece anlamış oldum.

Bereket, ilk olarak Akutçada “birku” olarak karşımıza çıkıyor. Sonra “berek” kelimesine dönüşerek İbraniceye geçiyor. Nihayet de “berâkah” oluyor. Gerek “birku” gerek “berek” gerek “berâkah” olsun, hepsinin de anlamı diz çökmek, şükür ve dua etmek demek.

Bereket de işte, -neşeyi bilmiyorum ama- duanın, şükrün ardından geliyor. Bu, tüm dinlerde böyle, kadim bir şey… Şükür ve dua ardından bereketi de getiriyor. Ya da bereket bir eve ya da gönle şükür ve dua olmazsa asla ziyaret buyurmuyor.

İşin içine Yaratıcı’yı ve öğütlerini katmadığınız şeyler için hep, “Bu işte bir aldangaç var gibi, itibar etmemek lazım,” derim. Arkadaşlarım da bu sözüme genelde, “Nereden buluyorsun bu kelimeleri?” diye karşılık verir. Uydurdum zannederler. Hoş, uydursam n'olur? Bilge Karasu, zamanında öyle iyi sözcükler uydurmuş ki şimdi tüm öykülerini bir de bu yandan övüyoruz.

Aldangaç da aslında üzeri ot veya kumla örtülmüş tuzak demektir. Mesela Yunus Emre, dünyanın aldangaçlarla dolu olduğunu düşünür. Hileli, sadece gönlünüzü hoş tutan ama ardından bir maraz doğuran, ilk bakışta cezp edici fakat aslında bir felakete yol açacak şeylere “aldangaç” deniyor.

Bu yazıdan bir şey umuyorum. Sizi hem bereket hakkında hem de hayatınızdaki aldangaçları keşfetmeniz için düşündürmesini... Ben düşündüm. Düşünüyorum. Hayat bazen içinden çıkılmaz karanlık bir kuyuya dönüşüyor, bazen çiçekli bir bahçeye. Olur öyle.