Sıfırın sıfır noktası
Bildiğimiz şekliyle sıfır sayısı, Batı’ya 13. asrın başında ulaştı. Bu gecikmenin sebebi, bir şeyin yokluğunu temsil eden bir sayının var olmasına ihtimal vermemelerinden kaynaklanıyordu. Antik Yunan felsefecisi Parmenides, “Varlık var olandır, hiçlik ya da var olamayan ise var değildir,” der ve yalnızca var olanın düşünülebilir ve var olmayanın ise düşünülemez olduğunu belirtir. Aristoteles’e göre sıfır bir sayı değildi. Bu nedenle Yunan sisteminde sıfır yoktu. Yunan sayı sisteminde sıfırın olmaması, diğer eski medeniyetlerde olmadığı anlamına gelmiyordu. Sümer yazıcıları, 4 bin yıl önce sayı sütunlarındaki eksiklikleri belirtmek için boşlukları kullanmışlardı. Ancak sıfıra benzer bir sembolün ilk kayıtlı kullanımı, antik Babil'de MÖ 3. yüzyıl civarına tarihleniyor. Babilliler, 60 değerlerine dayalı bir sayı sistemi kullandılar ve modern ondalık sayıya dayalı sistemlerin onda bir, yüz ve binde birleri ayırt etmek için sıfırları kullanması gibi, büyüklükler arasında ayrım yapmak için özel bir işaret (iki küçük dilim) geliştirdiler. Benzer türde bir sembol, Mayaların takvimlerinde sıfır işaretleyicisini kullanmaya başladıkları MS 350 civarında Amerika kıtasında bağımsız olarak ortaya çıktı.
Bu ilk sayma sistemleri, sıfırı yalnızca yer tutucu olarak görüyordu. Kendine özgü değeri veya özellikleri olan bir sayı olarak değildi. Sıfırın öneminin tam olarak anlaşılması, Hindistan'da MS 7. yüzyıla kadar mümkün olmayacaktı. Matematikçi ve gök bilimci Brahmagupta, sıfır yer tutucusunu göstermek için sayıların altında küçük noktalar kullandı. Ancak aynı zamanda sıfırın “sunya” adı verilen boş bir değere sahip olduğunu da gördüler. Sıfır ve işleyişi, ilk olarak 628'de Hindu gökbilimci ve matematikçi Brahmagupta tarafından tanımlanmış oldu.
Sonraki birkaç yüzyıl boyunca sıfır kavramı, Çin ve Orta Doğu’da yaygınlaştı. 773 yılında sıfır Bağdat'a ulaştı ve burada Hint sistemine dayanan Arap sayı sisteminin bir parçası haline geldi. İran bölgesinde yaşayan Türk matematikçi Muhammed b. Mûsâ el-Hârizmî, hesaplamalarda küçük bir daire kullanılması gerektiğini öne sürdü. Araplar bu daireye “sifr”, yani “boş” adını verdiler. Sıfır, onu 9. yüzyılda cebri icat etmek için kullanan Hârizmî için çok önemliydi. Hârizmî, aynı zamanda sayıları çarpmak ve bölmek için algoritmalar olarak bilinen hızlı yöntemler de geliştirdi. Hârizmî’nin çalışmaları, Müslüman toplumlarda kabul görüp hızlıca yayıldı.
Babası tüccar ve gümrük memuru olan İtalyan matematikçi Leonardo Fibonacci, Kuzey Afrika’nın kıyılarını dolaştı, birçok tüccarla görüştü ve aritmetik yapma sistemlerini öğrendi. O dönemde kullanılan Roma rakamlarının aksine, kolay hesaplamaya izin veren Hint-Arap sisteminin birçok avantajını kısa sürede fark etti. 1202 yılında Avrupa'da, Hint-Arap rakamlarını popülerleştiren “Liber Abaci” isimli eserini tamamladı. Bu eser, yeni sayı sisteminin Avrupa’da tanınmasını sağlayacaktı ama bu kadar da kolay olmayacaktı.
Avrupa'daki Orta Çağ dinî liderlerinin sıfır kullanımını desteklemediler. Bunu satanist olarak gördüler. Tanrı, var olan her şeyin içindeydi. Olmayan her şeyi şeytandan olarak gördüler. Tüccarların Müslümanlar tarafından kandırılacağını düşüncesiyle Arap rakamları ve sıfırın kullanımı kral tarafından yasaklandı. Tüccarlar, yeni sayıları yasa dışı ve gizlice kullanmaya devam etti. Arapça sıfır kelimesi “sifr”, yalnızca sayısal bir karakter anlamına gelmekle kalmayıp, aynı zamanda “kod” anlamına da gelen “şifre” kelimesini ortaya çıkardı.
İlk bakışta sıfır, sadece bir rakam olarak görünebilir. Ancak bu küçük sayı, insanlık tarihinde zorlu bir evrimin ürünüdür. Matematiksel düşüncenin evrimi, sıfırın gelişimiyle derinleşmiş ve genişlemiştir. Sıfırın keşfi, bilim dünyası için bir dönüm noktası olmuştur. Rönesans, aslında Avrupa’nın hımbıl ve tutarsız Roma sayı sisteminden kurtulup, içinde sıfır olan Hint-Arap sayı sistemine geçmesi ile başlamıştır. Böylece aritmetiğin siyah beyaz dünyası, birden muhteşem renklere bürünmüştür. Sıfırın insanların hayatındaki şaşırtıcı rolünün farkına varan maalesef çok az kişi var.