Sade ve millî dilin yazarı: Ömer Seyfettin

ESRA CİHANBEY
Abone Ol

“Ölülere mükâfat dirilerin hatırasıdır.”

Ömer Seyfettin kimdir?

Pederim, piyade binbaşılığından mütekait Ömer Şevki Efendi’dir. Kendisi bir kelime Çerkezce bilmez, Kafkasyalı bir Türk’tür. İstanbullu olan annem de meşhur Haseki Mustafa’nın torunu, Ankaralı Topçu Kaymakamı Mehmet Bey’in kızı Fatma Hanım’dır. Gönen’de doğdum. Çocukluğuma dair Çerkez göçmenleriyle bir araya geldiğimiz çiftlik hayatımızı ilerleyen yıllarımda hep hatırlamışımdır. Burada medrese usulü eğitim aldım. Mektepte toplam 40 çocuktuk. Kızları birkaç ay sonra bizden ayırarak başka yere götürmüşlerdi. Sınıf taksimi yoktu. Elifba’yı, Amme’yi her şeyi bir ağızdan okuyor; rakamları bir ağızdan sayıyor, bir ağızdan ilahiler söylüyorduk. Ancak 20 yıldan beri görmediğim Gönen, hayalimde artık seraplaştı. Birçok yerleri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu.

Eğitim hayatınızı nasıl sürdürdünüz?

Pederimin görevi sebebiyle İstanbul, Edirne, İzmir ve Selanik gibi birçok şehirde bulunarak yurdumun birçok yerini görme şansı elde ettim. Daha sonra pederimin tayini sebebiyle İstanbul’a taşındık. Pederimin hayali asker olarak yetişmemdi. Bu sebeple Askerî Baytar Rüştiyesi’nde okudum. Okulu tamamladıktan sonra Kuleli Askerî İdadisi’ne yazıldım. Ardından Edirne Askerî İdadisi’ne nakil alarak devam ettim. 1903 yılında Makedonya’da çıkan karışıklık üzerine “sınıf-ı müstacele” denilen bir hakla sınavsız mezun oldum. Ardından asteğmen olarak göreve başladım. İlk görev yerim olan İzmir’e tayin oldum.

Askerlikten öğretmenliğe geçişiniz nasıl oldu?

Öğretmenlik mesleğine başlamam, yine askerliğim vesilesiyle oldu. Yazı ve fikir hayatıma sağlam temeller kazandırmak için, İzmir’de jandarma teşkilatına eleman yetiştirmek amacıyla kurulan okulda askerî öğretmen olarak görev yaptım. Şiirle edebiyatla tanışmam ve edebî ürünlerimi vermem de bu yıllar içerisindedir.

Balkan Savaşı’yla birlikte askerliğe geri dönüyor ve esir düşüyorsunuz. Bu süreçte yaşadıklarınızı anlatabilir misiniz?

Askerliği bırakıp hayatıma yazar olarak devam etme kararı alsam da aynı yılın sonuna doğru Balkan Savaşı’nın patlak vermesi üzerine yeniden göreve çağrıldım. Bu süreçte İtalya Muharebesi, Balkan Muharebesi derken Yanya Kalesi’nde esir düştüm. Yunanistan’da bir seneden ziyade esirlik... İstanbul’a gelip kendimi toplamaya başlayacağım zaman da annemin ölümü, sonra Cihan Harbi… İşte dört sene bu felaketli harbin müthiş buhranı içinde kaldım. Yarım okka ekmek 30 kuruşa satılırken kim edebiyatla uğraşabilir? Ama ben uğraştım. Fakat özgürlüğüme kavuştuktan sonra geldiğim İstanbul’u pek bir yadırgadım. Hayal kırıklığımın sebebi, özellikle İstanbul’daki karmaşa ve kaos ortamıydı. Tanık olduklarım, beni büyük bir hayal kırıklığına sürükledi.

Yazma serüveniniz nasıl başladı?

Sade ve millî bir dille yazıyorum. Hikâyelerimi, kişisel deneyimlerimden ve tarihsel olaylardan etkilenerek kaleme alıyorum.

İlk şiirim, Edirne’deyken yazdığım ve Mecmua-i Edebiye’de yayınlanan “Terâne-i Giryân”dır. İlk hikâyem olan “Tenezzüh” ise Sabah gazetesinde imzasız olarak yayınlandığında henüz 18 yaşındaydım. Ayrıca İzmir ve Makedonya’da görev yaparken yazdığım şiir, öykü ve makalelerim birçok dergilerde yayımlanmıştır. Şartlar ne olursa olsun okumaktan ve yazmaktan vazgeçmedim. Bunu hatıralarımı kaleme aldığım kaynaklarda rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. Hayatımın merkezine aldığım dil ve edebiyat çalışmalarımı, askerliğim sırasında da sürdürmeye çalıştım. At sırtında oradan oraya koştururken sandıklar içinde bir katır yükü kitabı beraberimde taşıdım. Fransızcadan yaptığım çeviri ve şiirlerin ağırlık kazandığı o dönemde okuduğum kitaplar da büyük ölçüde Fransız düşünürlerinin eserleri ve romanlarıydı. Bu süre içerisinde askerlikte yaşadığım tecrübelerim ve izlenimlerim, özellikle Balkanların Osmanlı’dan hızla kopuşu, hikâyelerimi tematik anlamda besledi ve kurgularımı yönlendirdi.

Yazı hayatınız ve öğretmenliğinizin yanı sıra nelerle ilgileniyorsunuz?

Kabataş Sultanisi edebiyat öğretmenliği görevimin yanı sıra, İstanbul Üniversitesi Tetkikat-ı Lisaniye encümeni üyeliği ve İstanbul Erkek Muallim Mektebi edebî kıraat öğretmenliği görevlerinde bulundum.

Kendinizi nasıl bir yazar olarak tanımlarsınız?

Sade ve millî bir dille yazıyorum. Hikâyelerimi, kişisel deneyimlerimden ve tarihsel olaylardan etkilenerek kaleme alıyorum. Günlük konuşma dilini kullanmaya gayret ediyorum. Tarz olarak olay hikâyeciliğini benimsiyorum. Öykülerimde realizm etkisini görebilirsiniz. Son olarak öykülerimi sürpriz bir sonla bitirmeyi seviyorum.

Dilde sadeleşme konusunda neler söylemek istersiniz?

Türkçenin sadeleşmesi noktasındaki fikirlerim, ilk olarak İzmir’de oluştu. Necip Türkçemizin sadeleşmesi yolunda çeşitli makaleler kalem aldım. Genç Kalemler dergisinde yayımlanan “Yeni Lisan” adlı makalem, Türk edebiyatında sadeleşme hareketinin başlamasını sağladı. Bu yazı, birçok kuralı savunuyordu. Kültürel gelişmenin temelinde millî dilin olması gereği, yazı dilinde İstanbul Türkçesinin esas alınması, dil bilgisinde Türkçe kurallara uyulması, farklı Türk lehçelerinden sözcük alınmaması, yazı ve konuşma dilinin birbirine yakınlaştırılması, nazımda şekil bilgisi olarak dörtlüklerin kullanılması, nazım ölçüsünün hece vezni olması gibi…

Genç Kalemler dergisinden biraz bahsedebilir misiniz?

İkinci Meşrutiyet’ten sonra Selanik’te yayımlanan ve dilde sadeleşme akımının öncülüğünü üstlenen bir edebiyat dergisidir. Türkçülük ideolojisinin yayın organıdır. Kültürel milliyetçiliğin ağır bastığı dergi, bu süreçte benim beklentilerime uygun bir mecraydı. Türk edebiyatında çığır açan derginin yazarlarından bazıları şu kişilerdir: Ali Canip, Ziya Gökalp ve Kazım Nami Duru.

Dili bu denli önemli kılan nedir?

Türkleri kendi vatanına taksim edip taksitle ve maddi olarak parçalamaya çalışan bu yağmacı ve doymaz Avrupalılar, manevi hücumlarını da ihmal etmiyorlar. Lisanlarını, maariflerini, ahlaklarını, terbiyelerini ve âdetlerini yayarak bir asırdan beri içimizde yalnız isimleri Türk ve şartlı kalmış müthiş renksiz bir ordu teşkil ediyorlar. Bu renksizlerle direncimizi kırıyor, bizi zayıflatıyor, millîlik ve Türklük fikrini Frank masonluk efsanesiyle boğuyorlar.

Yalın ve gerçekçi bir dille millî meseleleri kaleme alırken yeri geldiğinde, okurunuza hangi sebeplerle ve ne amaçla yazdığını açıklıyorsunuz. Bu bölümlerden kısa bir bölümü bizimle paylaşabilir misiniz?

“Sevgili okurlarım, size yemin ederim ki bu hikâyeyi ben uydurmuyorum. Geçmiş zaman… Eski bir tarih kitabında mı okudum, yeni bir hikâye mecmuasında mı yoksa açık bir romanda mı? Doğrusu hatırımda kalmamış.”

Değerlerini yitirmemiş bir aile, Türk medeniyetinin temel direğidir.

Özellikle mektuplarınızdan ve arkadaşlarınıza anlattıklarınızdan büyük bir eser yazmak için yalnız kalmak istediğinizi anlıyoruz. Bu tam olarak doğru mu?

Kısmen doğru denebilir. İçinde bulunduğum dönemin hazin hikâyesi, yalnızlığımla birlikte beni derin bir hüzne boğdu. Zaman zaman ziyaretime gelen dostlarım da bu yalnızlığıma çare olamadı.

Aradığınız bilinçli bir yalnızlık mıydı?

Evet, kendi eserimi yazmak için böyle bir yalnızlığa ve kafa dinginliğine muhtaçtım. Ama bir taraftan da hayat beni istemediğim hâlde yalnız bıraktı. Annemin ölümü ile bu yalnızlık benim için günden güne daha da boğucu olmaya başladı. Çünkü ev, benim için anne demekti. Onu kaybedince özel hayatımda da ailemin dağılışına şahit oldum. Babam yeniden evlendi.

Evliliğiniz yalnızlığınıza çare olmadı mı?

1915 yılında İttihat ve Terakki Fırkası üyelerinden Doktor Besim Ethem Bey’in kızı Cahide Hanım ile evlendim. İki yıl evli kaldıktan sonra mizaçlarımızın uyuşmadığı eşimden ayrılmak zorunda kaldım. Daha sonra Manastır şehrinden kumandanım Cavit Paşa’nın Kalamış köyündeki köşklerinden birine taşındım.

Öykülerinizde aile kavramına sıkça vurgu yapmanızın nedeni, ona özlem duymanız mıdır?

Değerlerini yitirmemiş bir aile, Türk medeniyetinin temel direğidir. Bu nedenle eserlerimde aileyi öne çıkarıyorum. Toplumu gözlemliyor ve aile kavramının çöküşüne ehemmiyetle yaklaşıyorum. Genç kızlar ve kadınlar için yazılar kaleme alıyorum.

Yazarın yorumu: Modern Türk öykücülüğünün öncü kalemi Ömer Seyfettin, bir edebiyatçı olmanın ötesinde kendi döneminin siyasi, kültürel ve toplumsal yapısını derinlemesine çözmüş ve bunu edebiyatına taşımış bir asker ve fikir adamıdır. 1920 Şubat ortalarında yakalandığı şeker hastalığı sebebiyle Haydarpaşa Tıp Fakültesi’ne kaldırılan Ömer Seyfettin, 6 Mart 1920’de henüz 36 yaşındayken hayata gözlerini yummuştur.