Hedefler ve ilkeler
Dün gene meçhul filozofla beraberdim. Elinde bir gazete vardı. Dedi ki “Bazı kimseler hâlâ hedef ile ilkenin ayrı ayrı şeyler olduğunu anlayamıyorlar. Hedef, şuurlu bir fikir, ilke şuursuz bir duygudur. Hedef, zihindeki bir tasavvurdan ibarettir; ilke ise bizi arkadan iten, gizli bir kuvvettir. Bu gizli kuvvetten yalnız, şuur sahnesine çıktıktan sonra haberdar oluruz. Hedef bir gerçeklik olmadığı hâlde, ilke bir gerçekliktir. İlke yaratıcı bir hız, yaratıcı bir hamledir. Hedef, düşünülmüş bir gaye, yaratılmış bir amaçtır. Bu gayeyi düşünen, bu maksadı yaratan da cemiyet değil, ferttir. O hâlde ilke toplumsal, hedef bireyseldir.
Mahiyeti hedeften, maksattan başka bir şey olan ilke nasıl bir şeydir? İlke, müstesna anlarda yaşanılmış ve gene o anlarda yaşanabilen bir hayat tarzıdır. Bu müstesna anlar, cemiyetin büyük bir buhran geçirdiği dakikalardır. Adi zamanlarda fertler, yalnız bireysel hayatları ile meşgul olduklarından cemiyetin hayatı gayet zayıftır. Fertlerin uyanık bulunduğu bu adi zamanlarda cemiyet uykuya dalmış gibidir. Fakat milletin hayatı büyük bir tehlike ile tehdit olunduğu, cemiyet büyük bir hamle ile kendini kurtarmaya azmettiği galeyanlı dakikalarda cemiyet, bu derin uykudan birdenbire uyanır. Fertler bu esnada kendi menfaatlerini, şahsi arzularını, ailelerini, servetlerini, hatta aşklarını unuturlar. Hepsinin ruhunda yalnız müşterek bir heyecan, müşterek bir ihtiras hüküm sürer.
İşte insanların galeyan anlarında yaşadıkları bu tatlı saadet hayatına ilke adı veriliyor. Demek ki ilke, buhran zamanlarında şiddetli bir hâlde yaşanılan çok şiddetli bir toplumsal hayattır. Başka vakitlerde yaşanılan hayatlar ise bireysel hayatlardır. Fertler, fıtrat olarak menfaatçidir. Toplum ise menfaatsiz ve fedakârdır. Toplumcu bir hayat yaşadıkları bu müstesna anlarda fertler de toplum gibi gönüllü, menfaatsiz ve fedakâr olurlar. İlkenin menfaatperestlikten, bencillikten uzaklaşmak suretindeki tecellisi bundandır. Fertler cemiyetin görülmeyen varlığını, ancak bu müstesna anlarda seziyorlar. Onun manevi mevcudiyetinden haberdar oluyorlar. O hâlde ilke, cemiyetin kendisidir.
Cemiyet, kendisini terkip eden fertlerden değil, bu fertlerdeki müşterek duygulardan, müşterek iradelerden, müşterek düşünüşlerden, yani müşterek vicdandan ibarettir. Bu gözlere görünmeyen manevi vücudu, eski zaman insanları “peri, melek, Tanrı” timsalleriyle tasavvur ederdi. Eski Türkler, tabii aşkın galeyan hâline geldiği bir “Aşk Çağı” kabul ederlerdi. Bu Aşk Çağı’nda semadan inen bir nur sütunu yahut bütün eşyada yayılmış hâlde bulunan “Altın Işık” kime dokunsa onu gebe bırakırdı. Güya çam fıstığı ve huş ağaçlarının bu suretle gebe kalmasından Dokuz Oğuzlar vücuda gelmiştir. Bu Altın Işık, ilkeden başka bir şey değildi. Aşk Çağı ise ilkenin doğmasına sebep olan büyük bir toplumsal galeyan ve buhrandı.
Türk hayatında, öyle buhranlı dakikalar az değildi. Daima il, en küçük şeklinden başlayarak ve diğer illerle birleşerek tekâmül eden boy beyliğinden il beyliğine, il beyliğinden hakanlığa, hakanlıktan il hanlığa atlayan bir cemiyette büyük buhran dakikaları eksik olamazdı. Büyük zafer veya mağlubiyet, ülkünün doğması için yeterliydi. Balkan Muharebesi, Umumi Harp ve Mütareke’den sonra görülen ahval, Türkün ülküsünün doğmasına sebep olmadı mı? Ülküsünü bulan bir millette, daima arkadan bir itme vardır. Zihnî bir tasavvurdan ibaret bulunan hedef ise bizi arkadan itmez. İnsanları daima iten, ilkeden başka bir şey değildir. Hedefe ulaşmak için büyük gayretler sarf etmek lazımdır. Hâlbuki her ilke, cemiyetin arasında onu ileri doğru iten yaratıcı bir hamledir. Ülküsü değişen bir milletin, bütün kıymet hükümleri de beraber değişir. Bundan dolayıdır ki Nietzsche, “Hakiki inkılap kıymetler inkılabıdır” diyor. Çünkü kıymetlerin inkılabı, ülkünün değiştiğini haber verir.