Dünyanın gözü: Ara Güler

ESRA CİHANBEY
Abone Ol

"Ben gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim. Fotoğrafçı ile gazeteci arasındaki fark şudur: Fotoğrafçı bomba patlar kaçar. Ama gazeteci peşinden gider olayı yakalamaya çalışır. Ben de bu yaşa kadar ona göre çalıştım. Fotoğraf konusunda da şanslıyım çünkü olay beni buluyor. Keşke işim deklanşöre bastığım an bitse."

Ara Güler ne zaman doğdu?

16 Ağustos 1928 yılında İstanbul Beyoğlu’nda doğdum.

İsminizin bir hikayesi var mı?

Aslında adım Mıgırdiç Ara Derderyan. Ben Ermeni bir ailenin çocuğuyum. İsmimi "yakışıklı ara" olarak bilinen Ararat Kralı Ara’dan, ön adımı ise dedemden almışım. Soyadı Kanunu ardından babam Dacat Bey bize Güler soyadını almış ve Derderyan yerini Güler’e bırakmış.

Peki, Ara Güler nereli?

İnsanlar nerede doğduysa oranın adamıdır. Ben Şark'ın adamıyım. Bunu hissediyorum. Memleketimi soruyorsanız Giresun'un Şebinkarahisar'ı.

Nasıl bir eve doğdunuz?

Çok değil ama zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Babamın arkadaşlarının hepsi milletvekiliydi. Evde bakıcılar ve hizmetliler vardı.

Bir yazınızda "Memleket doğduğun yer değildir; doyduğun yer de değildir. Memleket, çocukluğunun geçtiği yerdir." demişsiniz. Çocukluğunuz nerede geçti?

Büyükada’da yazlığa gidiyorduk ve o zamanlar Suadiye’de oturuyorduk.

Çocukken sinemadan çok etkilenmişsiniz? İlginizi çeken neydi?

Liseyi Kuruçeşme’deki Getronagan Ermeni Lisesi’nde okudum. Lisedeyken tüm boş vaktimi film stüdyolarında değerlendiriyordum. Sinemacılığın her dalında çalışırken bir yandan da Muhsin Ertuğrul’un tiyatro kursuna devam ediyordum. Çünkü yönetmen veya oyun yazarı olmak istiyordum. Babam bana lise dönemimde 35 mm'lik bir film makinesi ve bir fotoğraf makinesi almıştı. Yeni İstanbul gazetesinde foto muhabiri olmamı teşvik etti

Foto muhabirliği alanında eğitim aldınız mı?

Hayır. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesine devam ederken Yeni İstanbul gazetesinde gazeteciliğe daha doğrusu foto muhabirliğine başladım.

Peki yazar mıydınız?

Tabii, yazmayı da severim. Foto muhabirliğine başladığım yıllarda Ermenice gazete ve edebiyat dergilerinde öykülerim yayınlandı.

Siz foto muhabiri misiniz yoksa fotoğrafçı mı? İkisi arasındaki fark nedir?

Ben gazeteciyim. Fotoğrafçı değilim. Fotoğrafçı ile gazeteci arasındaki fark şudur: Fotoğrafçı bomba patlar kaçar. Ama gazeteci peşinden gider olayı yakalamaya çalışır. Ben de bu yaşa kadar ona göre çalıştım. Fotoğraf konusunda da şanslıyım çünkü olay beni buluyor. Keşke işim deklanşöre bastığım an bitse.

Sizce foto muhabiri kimdir?

Tarih en mühim şeydir benim hayatımda. Foto muhabiri aslında bir görsel tarihçidir. Tarih artık bugün görselle yazılacaktır. Sen bugün yakın tarihteki katliamları yazıdan mı okuyorsun, yoksa fotoğraflardan mı görüyorsun? Hangisi aklında kalıyor? Hangisi daha güvenilir, daha gerçek. Onun içindir ki kimi polisler, anladın mı, hep fotoğrafçıların peşindedir, makina kırar. Çünkü istedikleri tarih yazılsın istiyorlar memlekette.

Kendinizi neden bir sanatçı olarak tanımlamıyorsunuz?

Bu kadar küçük bir şey sanat olmaz. İki adamı yan yana koydum, ben onları çektim biraz da estetik kattım diyelim. Bu sanat olur mu? Sanatçı Mozart’tı. Sanatçı olmanın en kolay yolu fotoğrafçı olmaktır. Sıkıysa müzisyen ol.

"Singer dikiş makinesiyle bile fotoğraf çekerim." demişsiniz. Makine seçimi fotoğrafı etkilemez mi?

En iyi makine en iyi fotoğrafı çekseydi en iyi daktiloya sahip olan da en iyi romanı yazardı.

Hangi makineyi kullanıyorsunuz?

Leica makinamı kullanıyorum.

Sizi farklı kılan nedir?

Ben yaşayan adamın fotoğrafını çekerim. Manzara çekmem, manzara fotoğraf değildir. Manzara, bir şeyin yeniden kaydıdır. Yenilik değildir. Bir insanın bir anının yakalanması o zaman değer taşır benim için. Ben insanlı yaşayan fotoğraf çeken adamım. Boşluk beni ilgilendirmiyor.

Şairin dediği gibi sizce "Bu şehir o eski İstanbul mudur?"

1950-60’lardan kalma İstanbul fotoğraflarım olmasa o eski günler, bugün unutulmuş olacaktı. Eski şehirden hiçbir şey kalmadı. Şehrin estetiği değişti. Uygarlık ileriye gidiyor ama insanlar güzellik anlayışını kaybetti. Benim İstanbul’um yok artık. Ama bunu da çekmek lazım. Bunu da başkaları çeksin, ben yaşadığım şehri çektim. Evet yine yaşıyorum bu şehirde, yine çekiyorum ama yaşadığım şehri başkaları benim gibi çeksin.

Sizinle aynı dönemki foto muhabirlerinin çoğunun arşivi bulunmuyor. Sebebi nedir?

Aslında benimle aynı dönemde çalışan foto muhabirlerinin de kıymetli çalışmaları vardı. Fakat bir hataları vardı. Fotoğrafların negatiflerinin peşine düşmezlerdi. Silinip gitti işte emekler. Ben hepsinin peşine düştüm. Benim için arşiv önemli.

Sert mizaçlı mısınız? Yahu! Böyle bir şey mümkün mü?

İnsanları seven biriyim. İnsanları sevmeseydim zaten o fotoğrafları çekemezdim, o fotoğraflara duyguyu veremezdim. Ben insanların aptallığına, cahilliğine kızarım.

1956 yılına ait "Akşamüstü Kandilli’den Kalkan Bir Boğaziçi Vapuru"nun en sevdiğiniz fotoğrafınız olduğunu biliyoruz. Hikayesini anlatabilir misiniz?

Boğazda çektiğim bir fotoğraf. Son anda gördüm. Gemi de daha yeni ayrılmıştı rıhtımdan, gidiyordu. Aklıma öyle bir fotoğraf çekmek geldi. Orada iki kişi oturdular, kahvelerini içtiler, mutlu bir şekilde vapura bindiler ve gidiyorlar ya da tersini düşün, oturdular, tartıştılar kavga ettiler, ayrıldılar.

İyi bir fotoğraf nasıl çekilir?

Fotoğrafçının kültür birikimi çok iyi olacak. Fotoğrafçı iyi kitap okuyacak. Gezecek, gezdiği yerlerin tarihini çok iyi bilecek. Fotoğrafçı müzikten, sinemadan anlayacak.

Yeni nesil fotoğrafçılara tavsiyeleriniz nedir?

Olayların içinde olsunlar, olayların üzerine gitsinler. Bir şey çekerken, ona bir şey katsınlar, beklesinler. Öyle gün olmuştur ki asistanım ile gün batımını beklemişizdir ama güneşin batışını çekmek için değil, amaç güneşin batışı ile arasına bir şey koymaktı. Bu bir cami olabilir, Anadolu'da bir kasaba olabilir. Sadece gün batımı çekmek neye yarar, önemli olan ona bir mana vermek. Fotoğraf işi, an işidir.

Size niçin İstanbul fotoğrafçısı deniliyor?

Bana İstanbul Fotoğrafçısı diyorlar, doğru. Ama ben dünya vatandaşıyım. Dünyanın foto muhabiriyim.

Neden dünyanın foto muhabiri?

Eşim Suna Taşkıran ile 1984 yılında evlendikten sonra dünyayı dolaştık.

Dünyaca ünlü sanatçılarla röportajlar yaparak fotoğraflarını çekme imkânı elde etmişsiniz. Başarı serüveninizden bahsedebilir misiniz?

1962 yılına kadar Hayat dergisinde fotoğraf bölümü şefi olarak çalıştım. Birleşik Krallık'ta yayınlanan Photography Annual, beni dünyanın en iyi yedi fotoğrafçısından biri olarak tanımladı. Aynı yıl Amerikan Dergi Fotoğrafçıları Derneğine kabul edildim ve bu kuruluşun Türkiye'den tek üyesi oldum. Fotoğraf dünyasının çok önemli yayınlarında fotoğraflarım kullanıldı. Amerika’da, Almanya’da ve Paris’te çeşitli sergiler açtım. Bertrand Russell, Winston Churchill, Arnold Toynbee, Picasso ve Salvador Dali gibi birçok ünlü ile çalışma fırsatım oldu.

İsmini saydığınız sanatçılarla çalışmadan önce nasıl bir ön hazırlık yaptınız?

Çok önemli insanların portresini çektim. Çektiklerim birer kafa resmidir, ne olacak, oturt bir yere çek. Öyle değil. Önce o portresini çektiğim insanın kim olduğunu anlamaya çalışırım. Onun hayatına girerim, oturup kuru kuruya onun portresini çekmem. Hikayesini, yaşantısını fotoğrafın içine koyarım. Onları yaşam alanlarında çekerim.

Fotoğraflarınızdaki bu lezzetli tat, bakış açısı da buradan geliyor. Bir röportajınızda "Türkiye'de bir adet orijinal Picasso var, o da benim evde." demişsiniz.

Çünkü Picasso'nun fotoğrafını çektikten sonra Picasso da benim resmimi çizmişti. Skira Yayınevi tarafından Picasso’nun 90’ıncı yaş günü için hazırlanan Picasso Métamorphose et Unité adlı kitabın kapak fotoğrafı bana aittir.

Mimar Sinan’ın eserlerini çektiğiniz bir kitap çalışmanız mevcut. Kitabın oluşum sürecinden bahsedebilir misiniz?

1986'da Hürriyet Vakfı’nca basılan, Prof. Abdullah Kuran’ın yazdığı Mimar Sinan kitabını fotoğrafladım. Bu kitap 1987’de Institute of Turkish Studies tarafından İngilizce olarak yayımlandı.

Edirne Camii’nin çekimlerinden bahsedebilir misiniz?

O fotoğraflar için bir hafta uğraştım. Bir sürü fotoğraf çektim. İçerinin ışıklarını yakardım. Başka bir yerden reflektör geldi, onu tuttum. Derken güzel oldu o işler. Fotoğraf tek bir kare değildir. Aslında insanın beyninde olan o anı ararsın ve yakaladığın zaman da mutlu olursun. Saatlerce bir insanın geçişini ya da ışığın açı değiştirmesini beklerim.

Fotoğrafta olmazsa olmazınız nedir?

İnsan.

Türkiye tarihine üç önemli mekân keşfedip armağan ettiniz. Buralardan bahsedebilir misiniz?

Kemer Barajı’nı fotoğrafladıktan sonra dönüş yolunda bir köyde karşılaştığım kalıntılardan şüphelenmem üzerine tesadüfen bir yer buldum. Bulduğum yerin Roma İmparatorluğu’na ait Afrodisias kenti olduğu ortaya çıktı. Nemrut Dağı’nda Komagene Krallığına ait kalıntıları ve Ağrı Dağı’nda Nuh’un gemisinin kalıntılarını çektim. Şimdilerde bu bölgelere akın akın turistler gidiyor.

Buraların fotoğrafını çektikten sonra büyük iş yakaladık diye düşündünüz mü?

Bir gazeteci çok iş yaptık diye düşünmez. İşimi yaptım diye düşünür.

Ara Güler hayatı nasıl yorumluyor?

Hayat dediğin küçük adamların hikayesidir. Yaşam size verilmiş boş bir filmdir. Her karesini mükemmel bir biçimde doldurmaya çalışın. Fazla ciddiye almayın hayatı, bir gün her şey fotoğraflarda kalacak. Bir geçmişi düşünüp geriye bakmak herhalde zor bir iştir. Geriye öyle bir bakacaksın ki içinde hem kendini hem de gerçeği bulacaksın.

Hakkınızda doktora tezleri yazılmış. Bu size nasıl hissettirdi?

Biri Münih Üniversitesinde olmak üzere hakkımda toplam sekiz adet doktora tezi yazıldı. Yıldız Teknik, Mimar Sinan ve Boğaziçi üniversitelerinden fahri doktora ünvanı aldım. Elbette iyi şeyler hissediyorsunuz. İftihar ediyorsunuz. (Gülüyor.)

Bugünden geçmişe bakarak mesleğinizi nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dünyada beş milyon tane sergi açılıyor ama bunlar her zaman açık kalmaz. Halbuki kitaplar kalır, yüz sene sonra da açıp bir kitaba bakabilirsin ama sergiyi gezemezsin. Tiyatro da öyledir. Oynadığın zaman vardır, perde inince biter. Çok nankör meslekler. Bunun yanı sıra fotoğraf görsel hakikate en yakın şeydi. Fotoğraf bozuldu artık; yalan konuşuyor. Oysa benim bildiğim fotoğraf yalan konuşmazdı, hakikiyi gösterirdi. İnsan beyni zaten durmuş durumda. İnsanlarda zevk diye bir şey yok, kültür yok. Dünyanın en aşağılık insanları, en değerli yaratıklar gibi sunuluyor.

Birçok kitabınız ve belgesel çalışmalarınız var. Bahsetmek ister misiniz?

Yolu kitaplarıma düşen açıp okusun. İlgilisi vakit bulursa belgeselleri izlesin. Kimseye zorla bir şeyler anlatamazsınız. Meraklısı arayıp bulsun.

Albümlerinizin tam adedini biliyor musunuz?

56 tane zannediyorum. Bir tanesi dokuzuncu baskısını aldı.

Kaç milyon fotoğraf?

Bilemem, üç milyon belki. Bilemem.

Ne olacak o fotoğraflar?

Ne olacağı var mı? Bir yerde arşive girecek. Türkiye malı olacak ben öldükten sonra.

Oscar’ım dediğiniz o çalışma?

Dünyaca ünlü fotoğraf makinesi markası Leica, üzerinde imzamın bulunduğu 50 adet fotoğraf makinesi hazırladığında Oscar’ım demiştim.

Sağlığınız nasıl?

İyiyim, bomba gibiyim. (Gülüyor.)

Devam mı çekmeye?

Tabii, tabii.

Bir ara vakıf açmışsınız?

Olmuyor, abi olmuyor. Çünkü dünyanın yarısı boşlukta geziyor. Herkes bir şey ümit ediyor.

Para sizin için önemli mi?

Paraya düşkün olmama lüzum yok. Zengin bir çocuktum.

Ömrünüz nasıl geçti?

Verimli. Bütün dünyayı gezdim yahu! Gitmediğim iki yer var. Biri Arjantin diğeri Brezilya. Güney Amerika hariç bütün dünyayı gezdim.

İçinizde herhangi bir ukde var mı?

Çocuğum olsun istedim ama olmadı. Ne yapalım?

Dört kez savaş muhabirliği görevi. Korktuğunuz anlar oldu mu?

İçinde olursan korkmuyorsun.

En çok etkilendiğiniz harp?

Beyrut’ta. Lübnan iç savaşında. İnsanlığın dramını çekmeye çalıştık. İnsanların nasıl birbirileriyle didiştiklerini. Dünyanın en fena yaratığı maalesef insandır. Beş kuruş menfaat için birbirini öldürürler. İnsanlar budur.

Babanız da vatan topraklarımız için savaşmış.

Evet, Çanakkale Harbi’nde. Eczane mektebine giden adamlar sıhhıye olarak çalışmışlar.

Bunca emek ne içindi?

Türk milleti için yaptım her şeyi. Ben milletin kokusunu aldım. Bu benim zenginliğim işte. Ben öldükten sonra bu zenginlik benimle birlikte gelmeyecek. Mesela fotoğraflar arşive girecek, adıma müze olacak.

Veda vakti geldiğinde hangi fotoğrafı çekmek istersiniz?

Mars’ın fotoğrafını. Gönderseler giderim. Kadrajıyla tarih yazan foto muhabiri Ara Güler’in hayatı kadar çektiği fotoğrafların içindeki o insanlar da aslında bize bir şeyler anlatıyor. Çünkü Ara Güler fotoğraf çektiği zaman, o fotoğrafa bir mana, hayat veriyor. Röportaja, Babil'den Sonra Yaşayacağız kitabından beni çok etkileyen bir alıntı ile son vermek istiyorum. “Binlerce, milyonlarca insan binlerce, milyonlarca yoldan dünyanın dört yanına gider. Birbirine kavuşanlar, birbirinden ayrılanlar olur. Binlerce otobüs, milyonlarca yol yalnızca bu işe hizmet eder. Binlerce, milyonlarca insan aynı şeyi duyumsar, aynı şeyi ister. Birbirlerinin yanından geçer, konuşur, ayrılırlar… Her insanın pusulası, sanırsın onları birbirinden uzaklaştırmak için yaratılmıştır. Her an yanından geçen binlerce, milyonlarca mutluluktan habersizdir insan. Köpük içinde hapsolmuş sinekler gibi.’’