Docendo discimus!

HABER MASASI
Abone Ol

Bilginin güç ve tahakküm ile yan yana ya da bunlara giden yolun başlangıç noktası olduğuna sık sık atıf yapılan günlerde yaşıyoruz. Özellikle dijital devrimden yani bilgisayarların, internetin, yapay zekânın gündelik hayatımıza şekil verdiği son yirmi otuz yılda deyim yerindeyse üzerimize hazmedebileceğimizden çok daha bilgi akıyor. Doğal olarak bir paradigma geliştirme melekelerimiz de günden güne köreliyor.

Çünkü zihnimizin bir düşünce sistemi geliştirmesine imkan tanıyamayacak seviyede bilgiyi işliyoruz her gün. Hatta işleyemiyor çoğu zaman sadece maruz kalıyoruz. Hâkim kültürün unsurları bize kendi normlarını dikte ederken kâh olan biteni boş vererek kâh panikle makul olmaktan uzak bir çabayla elde edemeyeceklerimizin peşine takılıyoruz.

Temelde yatan ise bilgi, onunla ne yapacağımızı bilmek hatta onu üretebilmek. Bugünden geçmişe dönüp baktığımızda, sadece içinde yaşadığımız çağın bilginin öncelendiği ya da “bilgi çağı” olarak anıldığı gibi bir yanılgıya düştüğümüzü fark etmemiz mümkün. Zira modern zamanların melez bilinçleri olarak bizler, yani bu coğrafyanın insanları, onun kıymetini zihinlerimize kazıyan bir kolektif bilincin eserleriyiz. Bugün yaşadığımız temassızlık kafamızı karıştırmamalı. Nihayetinde ilimi dünyanın öbür ucunda bile aramayı, bir kelime öğretenin kölesi olmayı hatta bilenle bilmeyen arasındaki ayrımı gözetmeyi salık veren bir medeniyetin çocuklarıyız. Kuşkusuz son bir iki yüz yıl bizler için ağır bir sınava dönüşmüş olabilir. Yine de bilmenin, öğrenmenin, öğretmenin verdiği haz ile irtibatımızı koparmamak gerek.

Öğrenmek ve öğretmek arasında bilginin özü ekseninde, yumurta ve tavuk ilişkisine benzer bir denge olduğunu söylemek mümkün. Nihayetinde bilmeden öğretmek olası değil ne var ki öğretirken öğrenmek, ki okuduğunuz metnin fişeğini ateşleyendir, aksine son derece olası ve yaygındır. Temelde bilginin sınanacağı bir faaliyet olduğu için öğretmek, keskin bir yeterlilik değerlendirmesi olmanın yanında tazelenme ve pekiştirme enstrümanına dönüşebilir. Öte yandan öğrenen ile kurulan dinamik ilişki, aktarılacak olanın yeni uzamlara ve ufuklara genişlemesine ve aşkın sıçramaların gerçekleşmesine kapı aralar.

Belki de bu iki kavram arasındaki ilişkinin bereketli ve çok yönlü dinamizmi günümüzden yüzyıllar önce yaşamış bir düşünürün de dikkatini çekmişti. Günümüzün hâkim kültürünün kendi tarihini -bir parça anakronik de olsa- yasladığı medeniyetin önemli filozoflarından olan Lucius Annaeus Seneca’nın neredeyse 2000 yıl evvel Lucilius'a yazdığı bir mektupta sözünü ettiği deyiş, aradan geçen zamanla birlikte sadece Latince konuşan halklar ya da halefleri için değil, bilgi aktarımının iki yönlü akışına hayranlık duyan herkesin sözlüğüne girmiştir: Docendo discimus!

Kabaca öğreticinin anlamına gelen bu deyiş sadece bir öğretici olarak aktarımı yapılan bilgiyi vurgulamıyordu elbette. Yeni Stoa’nın en önemli düşünürlerinden biri olan Seneca, hiç kuşku yok ki her bir insan tekinin içsel deviniminin ne derece büyüleyici olduğunun farkındaydı. Bilgi aktarımındaki etkileşimi adeta birbiri içine giren dünyalara ya da çarpışan gezegenlere benzeterek, öğretme eyleminin zorunlu kıldığı proaktif yaklaşım ve beraberinde getirdiği zengin olasılıklar bir yana, öğrenenin kendi dünyasından taşıyıp getirdikleri ya da bunların işaret ettikleri ile son derece besleyici ve “yeni” için zorlayıcı bir deneyim olduğunu inkâr edemeyiz.

Öte yandan Aristo’dan Da Vinci’ye ya da Konfiçyus’a tarihe yön veren pek çok düşünür ve bilim insanı da öğretme eyleminin iki yönlü bir edimi olduğunu savunarak, Seneca’nın bu bağlamdaki yaklaşımını benimsemiştir. Ne var ki otoyol gişelerinden, gelişmiş fabrikalara ya da ev temizlik ekipmanlarına kadar her şeyin otomatikleştiği günümüzde öğreticinin aktarım işini otomatikleştirmesi, kendisini belli bir konfor alanına hapsetmesini ve hem bilgisini hem de öğretme ve öğrenme becerilerini sınayan girişimlerden geri çekmesi gibi bir tehlike her zaman mevcut. Aynı tehlike öğrenci için edilgen bir tavra mahkûm olmak ya da bilgiye sahip olmanın aşkın hazzının farkına varamamak olarak ortaya çıkıyor. Oysa bilgi, sadece pragmatik amaçlar için kullanılacak bir fenomen değil, onun sunduğu en büyük nimet öğrenmeye yönelik güçlü tutkunun ve bilgiyi elde etmenin hazzı olmalıdır.

Elbette, başta da söylediğim gibi, bilginin bu derece uçucu ve akışkan olduğu çağımızda onunla bu türden bir ilişki kurabilmek, kısıtlı zamanımızı belli bir yola odaklayabilmek ya da binlerce uyaranın arasında açık bir rota belirleyebilmek hiç olmadığı kadar zor. Yine de kafamızı kaldırıp baktığımızda dünyayı olduğundan başka türlü ya da ve belki de aslında olduğu gibi görebilmek, bu mücadeleye değecek kadar kıymetli bir ödül.