Cenneti bir kütüphane olarak hayal eden yazar
Muhabir: Merhaba Jorge Luis Borges. Öncelikle röportaj teklifimi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim.
Borges: Merhaba Esra, rica ederim. Seni memleketinden buralara kadar getiren şey nedir?
Muhabir: Bugün buraya aslında büyük hayranınız olan değerli büyüğüm, Aykut Ertuğrul ağabeyimle birlikte gelecektik. Kendisi de sizin gibi bir yazardır. Sizi ilk olarak ondan dinlemiştim. Yani ondaki Borges’i sevmiştim. Onda da sizin gibi bir kaplan sevgisi var. İlk olarak dergicilik hakkındaki düşüncelerinizi merak ediyorum.
Borges: Dergicilik benim için çok büyük bir öneme sahip. Nereden baksan elli yıl kadar ben de Sur dergisinin mutfağında bulundum. Umarım uzun soluklu bir derginiz olur. İleride bir gün Aykut Bey ile ziyaretime gelirseniz Cenevre’de hep birlikte gezintiye çıkarız.
Muhabir: Teşekkür ederiz. Belki de sizi tekrar İstanbul’da ağırlarız. Eserlerinize baktığımızda yazmaya ilk olarak şiir ile başlamışsınız. Daha sonra bunu deneme ve öyküleriniz takip etmiş. Öykü veya şiir arasında bir ayrım yapacak olsaydınız hangisini seçerdiniz?
Borges: Elbette her ikisinin de edebiyatta olduğu kadar benim için de farklı bir yeri var. Yazarken hissettirdikleri bambaşka.
Muhabir: Birbirinden kıymetli birçok yazar ilk defa keşfettiğini düşündüğü bir yazı tarzının daha evvel sizin tarafınızdan muhayyele edilip kaleme alındığını gördüğünde eserini çöpe attığı biliniyor ve bu şekilde daha birçok yazarın da olabileceğini tahmin ediyoruz. Bu durum size nasıl hissettiriyor?
Borges: Şahsen ben kendi eserlerimi beğenmiyorum. Başka yazarların eserlerini tercih ederim. Bana Nobel Ödülü’nü vermedikleri her sene İsveç Akademisi’nin adilane davrandığını düşünüyorum. Ben o ödülü dahi hak etmiyorum.
Muhabir: Nobel Ödülünü almayı rafa kaldırmış gibisiniz.
Borges: Bunun her sene oynanan bir oyun olduğunu düşünüyorum. Bana tam o ödülü verecek gibi oluyorlar ki sonunda o büyük hatadan dönüyorlar.
Muhabir: Kişinin kendisiyle böylesine eğlenebiliyor olması ayrı bir beceri olsa gerek değil mi? Yoksa Funes el Memorioso diye anılmak bunu mu gerektiriyor?
Borges: Bellek diye anılmak hoşuma gidiyor. Memorioso dedin de aklıma geldi. İstanbul’u ziyaretim esnasında birisi ile tanışmıştım. Kafasının içi müdürlüğünü yaptığı kütüphaneden daha zengin olan adam, Beyazıt Umumi Kütüphanesi müdürlerinden İsmail Saib Sencer beyefendi idi. Bu kütüphane Kedili Kütüphane olarak bilinirmiş.
Kendisi çok değerli biridir, bana onu hatırlattığın için teşekkürler Esra.
Muhabir: Hâfız-ı Kütüp İsmail Saib ile tanışmanıza çok şaşırdım. Gerçi dünyanın iki ayrı noktasında yaşayan ve kitaplara böylesine âşık olan iki kütüphanecinin birbirini bulmasına şaşmamalı. Kitaplara böylesine aşıkken görme duyunuzu kaybetmiş olmanız büyük bir imtihan olmalı, görme duyunuzu ne zaman kaybettiniz? Ve en son neyi gördünüz?
Borges: Otuzlu yaşlarımdaydım. En son gördüğüm şey sarıydı, sarı rengiydi. Çünkü kaybolan ilk iki renk, siyah ve kırmızıydı. İnsanlar kör insanların karanlıkta yaşadığını düşünürler. Hayır. Göremedikleri ilk renk siyahtır. Ben siyah ve kırmızıya hasret kaldım. Keşke kızıllığı görebilseydim. Ve şimdi bir tür parlak grimsi, mavimsi veya yeşilimsi sisin merkezinde yaşıyorum. Ama her zaman aydınlık. Babam da kör oldu, büyükannem ve büyük büyükbabam öldüğünde kördü. Beni neyin beklediğini biliyordum. Bir yazımda ihtiyar Borges’in genç Borges’e “tasalanma körlük bize ağır ağır gelen bir yaz akşamı” dediği gibiydi.
Muhabir: Peki, görememek nasıl bir his?
Borges: Açıkçası yalnızım ve aynada kimse yok. Ne zaman aynadaki yüze baksam, bilmiyorum hangi yüz bana bakıyor.
Muhabir: Görmeden bunca güçlü tasvirleri yapabilmeyi nasıl başarıyorsunuz?
Borges: Bazı gerçeklikler zihne o denli yakın ve açıktırlar ki onları görmek için bakmak yeterlidir ve bir şeyi görebilmek için onun ne olduğunu anlamak gerekir.
Muhabir: Görme duyusunu kaybettikten sonra Ulusal Kütüphane’nin görevlisi oldunuz.
Borges: Tabi bu da bana aynı anda hem 800.000 kitabı hem de karanlığı veren Yaratıcı'nın muhteşem bir hediyesi.
Muhabir: Yazabilmek bana adeta büyülü bir iş gibi geliyor. Misal, hepimize yetecek kadar kâğıt ve kalem var ancak herkes yazamıyor. Açıkçası bu olağanüstü bir durum. Sizce yazmak nedir?
Borges: Yazmak adeta bilinmeyeni keşfetmek gibi yani bu bilinmeyeni keşfetme hevesi Sinbad’a, Kızıl Erik’e ya da Kopernik’e özgü değil. Dünyada keşfetmeye merakı olmayan tek bir insan bile yoktur. Her şey acıyı, tuzluyu, eğriyi, düzü, pürüzü, gökkuşağının rengini ve alfabenin yirmi küsur harfini keşfetmekle başlar; ardından sıra simalara, haritalara, hayvanlara ve yıldızlara gelir; en sonunda insan ya kuşkuyla dolar ya da imanla, üstelik önceden ne kadar cahil olduğu sonucuna ulaşması da neredeyse kaçınılmazdır.
Muhabir: Öyleyse yazmak bir nevi bitmek bilmeyen bir gizemin peşinden hevesle gitmek gibi midir?
Borges: Elbette çünkü dünyada gizemli olmayan tek bir şey bile yoktur, ama bu gizem bazı şeylerde ötekilerden daha belirgindir. Denizde, sarı renkte, ihtiyarların gözlerinde ve müzikte.
Muhabir: Yazmak bir iz bırakmaktır derler, siz niçin yazıyorsunuz?
Borges: Ben de size soruyorum. Siz dergi olarak niçin yazıyorsunuz?
Muhabir: İnsanlık için yazıyoruz. Önemsediğimiz ve sevdiğimiz için.
Borges: Emin misin? Kapı komşunu ya da her sabah kapının önünü süpüren kişiyi de seviyor musun? İnsanlığını sevmek kolay ancak teker teker insan sevmek, bak işte bu, o kadar kolay bir iş değil.
Muhabir: Hiç bu açıdan bakmamıştım, haklısınız. Peki, Borges kimdir?
Borges: Değişik labirentlerde değişik hayatlar yaşayan bitkin ve savaş yorgunu bir Homeros’um ben.
Muhabir: Okumak mı yazmak mı? Ve okurlarınız sizin için önemli midir?
Borges: Bazı insanlar yazdıklarıyla övünürler. Bense okuduklarımla gurur duyuyorum. Çünkü okumak yazmaktan daha entelektüel bir iştir. Borges’i Borges yapan Babil Kitaplığı listesindeki kitaplardır. Yanlış anlaşılmasın bu bir okuma listesi önerisi değildir. Okur elbette önemli çünkü bir kitap okunana kadar ölüdür. Ben sadece yazıyorum eğer yazdıklarım anlaşılmazsa o kitap ölü olarak kalmaya devam edecektir.
Muhabir: Efsanevi mecazlarınız ile her cevabınız ayrı kıymetli. Kaleme aldığınız rüyalarınızın her biri, adeta bambaşka bir dünyanın kapısını aralıyor. İnsan, hayal ederek var olabilir ve sanırım kendini en çok uçarken hayal eder. Bilhassa rüyalarında kendilerini uçarken görür.
Borges: Gerek rüya gerekse melek kavramlarından çıkarabileceğimiz üzere, uçmak insanın dert ettiği temel konulardan biri. Kendi kendime havalanıp uçmak bana henüz nasip olmadı ve ölene kadar böyle bir hissi tadacağıma inanmak için de hiçbir sebep yok. Uçağın bize vaat ettiği his elbette uçmaya benzemez.
Muhabir: “Demir ve camdan yapılmış bir kutuya kapanıp oturmak ne kuşların uçuşuna benzer ne de meleklerinkine’’, bir yazınızda uçmayı böyle ifade ettiğinizi okumuştum. Daha evvel bir balon gezintisine çıkmışsınız. Nasıl bir deneyimdi? Size nasıl hissettirdi?
Borges: Evet, balon ile uçtum. Balon, uçağın tam tersine bizlere uçtuğumuzu, rüzgârın dostane kıpırtısını, kuşların yakınlığını hissettirir. Her sözcüğün temelinde paylaşılan bir deneyim vardır. Kişi hayatında balonla gezmenin tuhaf mutluluğunu hiç tatmadıysa benim anlatmam zor olur. Nasıl bir his olduğunu soruyorsan sanırım mutluluk diyorum; evet bence en uygun sözcük bu.
Muhabir: Gezegendeki bütün şehirler arasında, seyahatlerinizde gönülden benimsediğiniz nice diyarlar içerisinde en elverişli geleni Cenevre’ymiş. Sizin için Cenevre’yi bu denli kıymetli kılan nedir?
Borges: Cenevre. Birinci Dünya Savaşı başladığında buraya taşındık. Birçok dili burada öğrendim. Gezip gördüğüm diğer şehirlerden farklı olarak Cenevre ukala bir şehir değildir. Paris, Paris olduğunu vurgulamadan duramaz; şanlı Londra, Londra olduğunun bilincindedir; Cenevre ise Cenevre olduğunun doğru düzgün farkında bile değildir. Cenevre kendini yenilerken geçmişini yitirmemiştir, bu açıdan biraz Japonya’yı andırır. Kitabevleriyle ve gerek Batı’yı gerekse Doğu’yu temsil eden mağazalarla dolu büyük bir şehirdir söz konusu olan Cenevre.
Muhabir: Derler ki hakiki manada sizi tanıyan en son insanın öldüğü gün, hiç yaşamamış sayılırsınız. Ancak sizin gibi eserler bırakan usta yazarlar hiçbir zaman unutulmayacaklardır. “Daima Cenevre’ye döneceğimi biliyorum, belki bedenim öldükten sonra da.’’ diye bir sözünüz var. Borges için ölmek nedir?
Borges: Kalbinin kaç kez atacağına dair karatahtada belirtilen sayıyı tükettikten sonra ölmüş olacaksın. Aslında durum bu kadar düz ve basit. Eserlerim beni daima yaşatır mı? Tebeşirle yazılmış harfler ve sayılar ben öldüğümde elbette hemen silinmeyecek. Bir müddet orada öyle kalacak sonra başka sayılar ve yazılar o tahtada kendine yer bulacak ve bütün bunlar asla anlayamayacağımız bir amaca hizmet ediyor olacak.
Muhabir: Sona doğru size tek cümlelik sorular sorabilir miyim?
Borges: Tabii ki.
Muhabir: Yetindiğiniz bir şey?
Borges: Kendim olmak.
Muhabir: En büyük intikam?
Borges: Kayıtsızlıktır.
Muhabir: Konuşmak?
Borges: Bir şey söylemek değildir.
Muhabir: Düş?
Borges: Ben zaten bir düş değil miyim?
Muhabir: Aşk?
Borges: Birinin bir diğerinin benzersiz olduğunu fark etmesidir. Âşık olmak ise insanın karşısındaki kişinin arketipi olduğunu düşünmesidir.
Muhabir: Cennet?
Borges: Kütüphane.
Muhabir: Gerçek?
Borges: Gerçekler hayal değildir ama hayaller gerçek olabilir.
Muhabir: Hayat?
Borges: Ne kadar uzun ve karmaşık olursa olsun her hayat esasen tek bir andan ibarettir ve o an kişinin kim olduğunu öğrendiği andır.
Muhabir: Eserlerinizle yaşamaya devam etmeyecek misiniz?
Borges: Orada olmayacağım. Yok olacağım. Başka bir dünyada olacağım ve bu zerre kadar umurumda değil. Sanırım eserlerim kendi yolunu bulacaktır.
Muhabir: İkinci bir yaşam hakkınız olsaydı?
Borges: Eğer sil baştan yaşama şansım olsaydı oturup saymazdım yanlışlarımı. Kusursuz olmaya çalışmazdım. Rahat bırakırdım yüreğimi. Sadece mutlu anlarım olurdu. Farkında mısınız bilmem, yaşam zaten budur. Anlar, sadece anlardır. Siz de anı yaşayın. Eğer yeniden başlayabilseydim ilkbaharda pabuçlarımı çıkarıp atardım ta ki sonbaharın sonuna dek yalın ayak yürürdüm. Bilinmeyen yollar keşfeder güneşin tadını çıkarırdım. Çocuklarla oynardım. Daha fazla dondurma ve daha az bezelye yerdim. Kesinlikle bir dağa tırmanırdım, tabii bir şansım olsaydı… Ama işte 85’imdeyim ve biliyorum ki ölüyorum.
Muhabir: Her bir sözünüzü kâğıttan evvel kalbime yazdığımı söylemek isterim. Bana zamanınızı ayırdığınız için çok teşekkür ederim.
Borges: Sevgili Esra, ben de teşekkür ederim. Zaman büküyor ikimizi de biz farkında olmasak da ve insan ölülerle konuşurken ölü olduğunu unutuyor. Satrancı çok seven bir yazarla onsuz sohbet ederken sanki tek başıma satranç oynuyor gibiydim. Bilgisayarın şarjı bitti ve ekran karardı. Başımı kaldırıp karşı duvardaki saate bakıyorum. Saat gecenin üçü olmuş. Masanın üzerinde içmeyi unuttuğum soğuk kahve bana adeta hüzünle bakıyor. Şu an gerçekten Arjantin’de olmayı ve Borges’i yaşıyorken tanımayı çok isterdim. Ancak onun da dediği gibi “anılmaya değer her insanın ölümünden sonra hakkında yığınla hikâye uydurulması olağandır; ben de şimdi bu kaçınılmaz kadere katkıda bulunuyorum.”