Canlılığın makûs talihi: Yaşlanmak
Yıllar hızla geride kalıyor. Zamanın akışı, bizleri varoluşumuzun en temel sorunlarıyla yeniden yüzleştiriyor: Yaşlanmak ve ölüm.
Yüzyıllar boyunca insanlar ölümsüzlüğü arzuladı. Okuduğumuz hikâyelerde, efsane ve mitlerde kahramanlar, abıhayat çeşmesini bulabileceklerine dair umutlarını hiç kaybetmediler. Var olmak uğruna türlü badirelere göğüs gerdiler. Fakat ölümsüzlüğün sırrı zamanla mitolojiden gerçekliğe, Gılgamış’ın ağıdından bilime uzanan bir iz düşümle hayat buldu.
Mezarlık girişlerinde, “Her canlı ölümü tadacaktır” diye yazar; ama bunun doğal bir son mu yoksa harici bir müdahale mi olduğu söylenmez. Peki her canlı nihayete yaşlanarak mı varacaktır? Açıkçası şu an için bu sorunun cevabını kesin olarak vermek mümkün değil. Çünkü sonsuza kadar yaşayan bir canlının yaşlanmadan öldüğünü gözlemleyemeyiz. Fakat yine de yaşlanmamayı tespit etmek mümkündür.
Biyolojik olarak bireyin zaman içerisinde yaşamaya olan uyumluluğunu yitirmesi olarak tanımlayabileceğimiz yaşlanma, uykuyla beraber biyolojinin temel gizemlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Doğrusu canlıların ekseriyeti yaşlanır, ancak bunun bazı istisnaları da vardır. Örneğin tatlı sularda yaşayan ve müthiş bir yenilenme yeteneği olan hidralar ile strese girdiğinde yaşam döngüsünü sıfırlayan denizanaları, tıpkı bir kurbağanın yeniden iribaşa veya bir kelebeğin tırtıla dönüşmesi gibi bir önceki yaşam evresine dönebiliyor. Buradan anlaşılıyor ki her canlı yaşlanarak ölmeye mahkûm değildir.
Peki, yaşlanmamak mümkünse niçin yaşlanıyoruz? (makûs talihimiz) Hatta neden canlıların ezici çoğunluğu yaşlanıyor?
Yaşlanmamızın birkaç olası nedeni vardır. İnsan, hayvan ya da bitki olsun; her canlı neslinin yeni gelen nesle yer açmak için yaşlanması ve ölmesi gerekir. Bu durumda bedenlerimizin bir noktada durup kendini onarmayı bırakması, tasarım hatası değil işlevsel bir özelliktir. Bu durum bizi yaşadığımız evrenle ilgili bir diğer önemli noktaya götürüyor: Kaynak problemi.
Gezegenimiz muhteşem bir doğal kaynak ve bizlere neredeyse sınırsız ürünler veriyor. Ancak buna rağmen artan nüfusun aşırı tüketim alışkanlıklarından dolayı kıtlık ve kuraklık, artık daha sık karşılaşılan bir durum.
Örneğin bakteriler, laboratuvar şartlarında beslendiklerinde 20 dakikada bir ürüyorlar. Ancak gerçek yaşam alanlarında durum, bundan çok daha farklı. Doğadan besin bulamadıklarında bu süre saatlere, hatta günlere çıkabiliyor. Çünkü gelişmek için gerekli kaynakları bulamıyorlar. En azından onlara ulaşana kadar ciddi bir zaman ve efor gerekiyor. Dolayısıyla pek çok türde popülasyonun belli bir sınırın altında kalması avantajlı. Yoksa elde avuçta olan tüm kaynaklar hızla tükenirdi. İşte bu nedenle türler kısıtlı yaşam sürelerine sahip. Peki ama vücudun yavaşladığı, hücrelerin bölünmeyi durdurduğu ve organların giderek hastalıklara yenik düşmesine neden olan yaşlanma tam olarak nasıl gerçekleşiyor?
Yaşlanmanın sebebini açıklayan en popüler teorilerden birisi, “yıpranma” teorisidir. Teoriye geçmeden önce şunu hatırlamakta fayda var. Biyoloji, kendisinden daha temel iki bilimin üzerine kurulmuş bir bilim dalıdır: Fizik ve kimya. Bu yüzden fizik yasalarına uymayan biyolojik bir olay düşünülemez. Dolayısıyla bu alanlardan bilgi almadan yaşlanmayı ve ölümü anlamak mümkün değildir.
Yıpranma teorisi ile ölümü fiziksel olarak tanımlayacak olursak, bir nevi termodinamiğin ikinci yasasına bir süre direndikten sonra yenik düşmek gibi gözüküyor. Farkında olalım ya da olmayalım çevremizle sürekli olarak enerji ve madde alışverişinde bulunuyoruz. Örnek olarak bir elma yediğimizde, bir kitabı masanın üzerine kaldırdığımızda ya da soluk alıp vermekle… Bu açıdan bakınca vücudumuzda gerçekleşen bu enerji alışverişleri, elektrik devrelerindeki enerji alışverişlerinden farklı değildir.
Termodinamiğin birinci kanunu, enerjinin yoktan var edilemeyeceğini ya da varken yok edilemeyeceğini öne sürer. Enerji ancak form değiştirerek bir cisimden diğerine aktarılabilir. Örneğin bitkiler güneş enerjisini organik moleküllerde kimyasal enerjiye dönüştürür (fotosentez) ya da bizler yediğimiz son yemekteki kimyasal enerjiyi yürüyerek, soluk alarak ve bu dergiyi okurken sayfaları parmaklarımızla çevirerek kinetik enerjiye dönüştürüyoruz.
Durum böyleyse enerji alınımını sürdürerek neden ölümsüz kalmıyoruz? Enerji yoktan var edilemiyor, varken de yok edilemiyorsa onu dönüştürerek sürekli olarak kullanabiliriz öyle değil mi?
Cevap hem evet hem de hayır. Çünkü burada karşımıza bir diğer fiziksel gerçek çıkıyor: Kuvvetler. Her varlık çeşitli kuvvetlerin etkisi altında kalıyor. Bunlar, cisimlerin üzerimize uyguladıkları etki-tepki kuvvetleri gibi basit kuvvetler olduğu gibi, kendi organlarımızın çalışmaları esnasında deneyimledikleri iç kuvvetler de olabiliyor. Bunu açıklamak için mühendislikte “yorgunluk” (İngilizcede fatique) adı verilen mekanik bir olay vardır.
Sıradan bir malzeme üzerine (örneğin klavyemizdeki bir tuş) kırılmaya başlayacağı noktadan daha az bir kuvvetle arka arkaya bastığımızı düşünelim. Bunu yaptığımızda elbette ilk birkaç bin basmada kırılmayacaktır. Ancak aynı davranışı birkaç milyon veya milyar defa tekrarladığımızda, tuş beklemediğimiz bir anda kırılacaktır. Hem de o normal büyüklükte olduğunu düşündüğümüz kuvvet altında. Burada anlatmak istediğimiz, tıpkı malzemelerin çeşitli kuvvetler altında zamanla aşınması gibi, bizim hücre ve dokularımız da kuvvetler altında aşınır. Ancak bizim bu malzemelerden farklı olarak, aşınmayı çözen bir mekanizmamız var: Hücre bölünmesi.
Hücre bölünmesi sayesinde aşınan veya bozulan hücrelerimizin yerini yenileri alır. Fakat ne yazık ki bizim hücrelerimiz hidralar, denizanaları ve planarya solucanları gibi sonsuz bölünme yeteneğine sahip değildir. Bu canlılar, bölünme yeteneklerini çok özel bir hücreden alır: Kök hücreler. Biz insanlar ise kendimizi sonsuza kadar yenileyemeyiz, çünkü sınırlı sayıda kök hücreye sahibiz.
Kök hücreler, diğer hücrelerimize dönüşebilen en temel hücrelere verilen isimdir. Bu hücreler kullanıldıkça doğal olarak tükeniyor ve tamir işlemlerinin zorlaşmasıyla biz, daha güçsüz ve yavaş hale gelerek yaşlılığa adım atmış oluyoruz. Buna bağlı olarak da vücudumuzu yemeye hazır hastalık yapıcı bakteri ve mantarlara daha açık hale geliyoruz.
Peki yaşlanmayı yavaşlatabilir miyiz? Aslında bu konu hem akademik dünyada hem de özel sektörde oldukça rağbet görüyor. Amerika’nın Kaliforniya eyaletinde Buck Institue ve Altos Labs kendilerine sağlanan yüklü miktarda araştırma desteğiyle bu ilginin önemli örneklerinden. Fakat yaşlanmayla savaşmayı hayat tarzı haline getiren eksantrik insanlar da var. Amerikalı teknoloji girişimcisi Bryan Johnson’dan bahsediyoruz.
46 yaşındaki Johnson, biyolojik yaşını azaltmak uğruna yılda 2 milyon doların üzerinde harcama yaparak, kendisini 7/24 takip eden 30’dan fazla doktor ve sağlık uzmanıyla çalışıyor. Amacı vücudundaki her bir organı optimize etmek. Hedefine ne kadar yaklaşacağı belirsiz olsa da yaşıtlarına göre oldukça sağlıklı olduğu ortada.
Johnson gibileri, kendilerini kobay olarak kullanmaktan çekinmeyerek insan ömrünü uzatmak ve hastalıkları tedavi etmek için yapılan çalışmalara ilham oluyor. Fakat canlıların makûs talihi, önemli bir avantajın neticesi de olabilir. Hem oluşan zararın önlenmesi hem de zamanla biriken tecrübelerin “bağnazlık” yaratmaması için terk edilmesi, yeni nesillere yeni düşünceler ve beceriler edinmeyi sağlaması adına…