Bir Leyla şehri-1

ŞÜHEDA BİCE
Abone Ol

“Sana büyük şehirlerden bahsedeceğim,” diyor şair Rahmi Eyüboğlu. Ben de size Ankara’dan ve Ankara ile dönüşen bir genç kızdan bahsetmek istiyorum. Leyla, dünyaya gelişine vesile olan varlığı, yani annesini dünyaya gelirken kaybetmiş, babasıyla anıları çok sınırlı, anneannesinin namıdiğer “Cici”sinin büyüttüğü bir genç kız. Üniversite eğitimi için Ankara’ya gidiyor. Bu yazı dizisinin amacı, Leyla’nın bir öğrenci olarak geldiği bu şehir ile birlikte dönüşümünü, değişimini, kalabalıklaşmasını ve yalnızlaşmasını anlatabilmek. Bu öğrenci hikâyesinin genç okurlarımızın ilgisini çekebileceğini düşünüyorum. Leyla, kendi küçük dünyasında eğlenebilen, kendi kendine yetebilecek yapıda büyütülmüş bir karakter. Bakalım Ankara, Leyla’ya yetebilecek ve yetişebilecek mi?

Benim adım Leyla…

Otobüsün camına yasladığım başım, anneannemin yayıkta yaptığı ayran gibi köpürdüğü için sanırım, üç saattir düşünüyorum ancak iki şeyin cevabını bulamıyorum: Mola yerlerinde otobüsten inmeyen insanlar nasıl bir ruh hâline sahip ve ben bu şehirde ne yapacağım? Sanırım ikinci sorunun, önem sırası düşünüldüğünde birinci olması gerekirdi. Anneannem hep önceliklerimi belirlerken hata yaptığımı söyler. Yani tam olarak şöyle der, “Leyla, farzı kılmayanın nafilesi olmaz kızım!” Cici’m öyle diyorsa, öyledir.

Adım Leyla. Gece yıldızları izlerken sancısı gelmiş annemin. Leyla olsun adı, demiş. “Yıldız” da diyebilirdi ya da “Sema”. Ama öyle uygun görmüş rahmetli. Anneannem bu hikâyeyi her anlattığında sorarım, “Cici, yıldırım düşseydi o sırada Yıldırım mı koyacaktınız adımı?” O da elinde durmadan, usanmadan, sürdürülebilir enerji üretircesine bir çabayla devamlı ördüğü atkı, paspas, yelek, lif yahut herhangi bir şeyin şişiyle dürter beni; “Söz dokuz boğumludur, boğa boğa söyle Leyla!” Sondaki Leyla’da kimsenin fark etmediği bir şedde vardır. Ben bilirim.

Şimdi Ankara’nın gri semasına bakarken yağmurun yağacağından ve bıraktığım yerde Cici’min ağladığından eminim. Ağlamak sıkışmış bir yerlerimde ancak önce otobüsten valizlerimi almalıyım. Farzı kılayım, nafileyi yurt odamda yorganın altı için bekletiyorum. Yavaş yavaş öğreneceğim sıralamayı Cici, sen müsterih ol! Sahi, ben bu şehirde ne yapacağım? Adım Leyla. Genelde bilinen anlamıyla, gece. Ancak sözlük için bir güncelleme teklifiyle geliyorum; Aşti’ye düşen ilk öğrenci tanesi olabilir.

Ankara’yla ilgili pek çok şey duydum; bazısı öven, çoğu yeren. Ancak hiçbir şey göründüğü kadar iyi ve anlatıldığı kadar kötü değildir. Bana kalırsa her şey, yaşandığı kadardır. Sadece bana kalırsa değil elbet, şahidim var; İsmet Özel. Kitaplarımı yurt odasında bana ayrılan yaşam alanıma, yani yaklaşık bir buçuk adımlık bir alana yerleştirirken İsmet Özel’i düşürdüm elimden. İyi ki varsın mecazımürsel. Gerçekten İsmet Özel’i düşürüverdiğimi düşündüm bir an. Şayet böyle distopik bir an yaşansaydı, yurt odasının halıfleksinden o kadim tonuyla seslenirdi bana, hafif kızarcasına: “Bu yaşa erdirdin beni, gençtin almadın canımı.” Sakin ol güzel şair, yalnızca benim genç ve karmaşık zihnimdesin.

Şairin kitabı düştü elimden ve sanki bu şehir bana ilk mesajını yerde açık duran sayfayla verdi: “Yaşamak umurumdadır… Yaşamak debelenir içimde kıvrak ve küheylan.” Yorgan altına sakladığım nafileyi, İsmet Özel’e sarılarak yaşadım. Yine bir mecazımürsel. Kitabın sayfalarıyla gözyaşlarımı kurularken neden bu satırlardan bu denli etkilendiğimi anlayamadım. Burada geçireceğim yılların beni neye dönüştüreceğini bilmediğimden mi, umurumda olan yaşamın benim için neler hazırladığını kestiremediğimden mi yoksa bu şehrin benim ülkeme dönüşeceğini içten içe hissettiğimden mi bilinmez. Bir şekilde İsmet Özel kadar benim de yaşamak umurumdaydı. İşte ve o yüzden hazırdım bu şehre. Tüm kalabalığına, renksizliğine, ayazına ve yolumdaki her şeye… Ama önce çamaşır sırasına girmeliyim.