Alpler'den gelen buz adam

ŞEVVAL BAŞTAN
Abone Ol

Mumya dendiği zaman film endüstrisinin yüzlerce kez korku ögesi olarak işlediği bandajlı Mısır firavunları zihinde canlanıyor. Günümüzde damardan kimyasallar vermek suretiyle yapılan modern tahnitleme işlemlerinin aksine milattan önce Mısır soylularının yaratıcının huzuruna adeta ilahi bir heykel gibi ulaşmaları için cansız bedenleri aylar süren bir dizi işlemden geçiriliyordu.

Bugüne kadar ulaşan Antik Mısır metinlerinde mumyalamanın özellikle teknik boyutuna ne yazık ki çok az yer verildiği görülüyor. Bu nedenle sürecin teknik detayları 5. yüzyılda yaşamış Yunan yazar Herodot gibi Mısır dışı kaynaklar sayesinde günümüze ulaştı.

Herodot, meşhur “Histories” isimli eserinde mumyalama sürecinin üç aşamadan oluştuğundan, gösterilen çabaya ve özene bağlı olarak her birinin bir diğerinden farklılık gösterdiğinden bahsediyor. Ona göre mumyalama işleminde en ayrıntılı kısım, önce beynin ve iç organların çoğunun, özellikle de karın bölgesinin, vücuttan çıkarılmasıydı. Çünkü mumyaların bozulmadan bugüne kadar ulaşmalarının nedeni içinde bulundukları ortamın çürümeyi sağlayacak mikroorganizmalardan arındırılmış olmasıdır.

Bir diğer aşama ise ölen kişinin vücudundaki tüm nemin emilmesi için bedenin tuzla kaplanarak 70 gün boyunca bekletilmesiydi. Bu süre sonunda kuruyan beden keten bandajlarla sarılıyordu. Son adımdaysa kumaşların tamamen yapıştığından emin olmak için vücut reçine ile kaplanıyordu.

Fakat tüm bu zahmetli yöntemlerin yanı sıra tamamen doğal yollarla kendiliğinden korunarak mumyalanmış örneklere de rastlamak mümkün. Bunların en meşhuru, 1991 yılında İtalyan Alplerinde bulunan Buz Adam Ötzi’dir.

Avusturya ve İtalya sınırında ona ismini veren Ötztal bölgesinde bir gölün kenarında yatan; 5.000 yıldan fazla süre boyunca güneş, rüzgar ve dondurucu soğuklarla doğal olarak korunan Buz Adam Ötzi'nin bedeni bulunduğunda dünyada bir sansasyon haline geldi, sayısız kitap ve belgesele konu oldu.

Alp buzullarında bulunan en eski gövdenin sadece 400 yaşında olduğu ve Ötzi’nin bulunduğu 3.210 metre yüksekliğinde şu ana kadar insan değil kamp ateşi kalıntısına bile rastlanılmadığı düşünülecek olursa bu ilginin nedeni anlaşılabilir.

Yorgunluk ve soğuğa teslim olan

Ötzi’nin bulunuşuysa tamamen bir tesadüftü. 1991 yılının mart ayında Sahra Çölü’nde çıkan büyük bir kum fırtınası tonlarca zerreciği Alplere sürükledi. Sahra’nın kumları güneş ışığını soğurarak buzullarda erimeye yol açtı. Buz Adam ise ihtimaller zincirinde bu büyük çaplı erimeden sadece üç gün sonra bulunmuştu.

Topografik bir şans eseri olan Buz Adam’ın gövdesi bulunduğunda öylesine iyi durumdaydı ki göz yuvaları bile bozulmamıştı. Bu yüzden bilim insanları onun son akşam yemeğinde dahi ne yediğini kestirebiliyordu. Yapılan analizlerle ölmeden sekiz saat önce bir parça mayasız ekmek ve geyik eti yediği anlaşıldı. Üstelik Anadolu topraklarında yaşayan çiftçilerle benzer şekilde laktoz intoleransına sahipti. Ötzi’nin Anadolu insanıyla olan benzerliği bununla sınırlı değildi. Buz Adam üzerinde yapılan son DNA analizleri onun karmaşık genomunu çözerek Ötzi’nin Kıta Avrupa’sının mevcut popülasyonuyla ilgili olmadığını, %92 oranında Anadolu’dan gelerek Paleolitik avcı ve toplayıcıların yerini alan Neolitik çiftçilerin bir parçası olduğunu söylüyor.

Doğal olarak mumyalanmış bu tür insanlar moleküler arkeolojide önemli aşamalar kaydedilmesine yardımcı. Üzerinde yapılan detaylı analizler, Buz Adam’ın beslenme alışkanlıklarını, yaşam koşullarını ve ölüm nedenini anlamak adına da önemli.

Buz Adam’ın korunmasından sorumlu adli patolog Oliver Peschel, “Ötzi benim gözümde tüm dünyanın şimdiye kadar en iyi araştırılmış insan vücudu.” diyor. Nitekim Ötzi’nin ilk başta ya dağda meydana gelen bir kazada ya da soğuktan donarak öldüğü düşünülüyordu. Ancak 2001 yılında çekilen röntgende sol arka omzunda bir ok girişi fark edildi. Üstelik sağ elinin başparmağı ile işaret parmağı arasındaki derin kesik, ölmeden birkaç gün önce bıçaklandığını ortaya çıkardı. Aktif bir savunma yarasıydı, bu da muhtemelen bıçağı tutmaya çalıştığı anlamına geliyordu. Sol arka omzundaki atardamara isabet eden bir okla tekrar saldırıya uğradığında elindeki yara iyileşmekteydi. Oturup oku çıkarmaya çalışacak zamanı olmuş olabilir ama birkaç dakika içinde kan kaybından ölmeden önce ona ulaşmış olması pek mümkün değil.

Buz Adam, kendi hikayesini sessizce yanında götürürken tüm eski çağ gezginleri gibi bize geçmişin gizemini anlatıyor.

Ötzi bulunduğunda ilk incelemeyi yapan arkeolog Konrad Spindler, onun görkemli baltasını görerek Buz Adam’ın 4000 yaşında olduğu düşündü. Fakat bu varsayım bin yıllık bir yanılgı payı taşıyordu. Laboratuvardan gelen radyokarbon analizleri Buz Adam’ın baltasının neolitik dönemde kullanılmaya başlanan bakırdan olduğunu tespit ederek Ötzi’nin 5000 yaşında olduğunu doğruladı.

Aslında Spindler yaş konusundaki tahmininde çok da haksız sayılmazdı. Ötzi’nin baltası ilkel yassı bir balta değildi. Tasarımıyla Bakır Çağı uzmanlarının Remedello olarak tarif ettiği tarzın klasik bir örneğiydi. Tasarıma ismini veren Remedello Sotto buluntuları, M.Ö. 2700 yılına aitken Buz Adam’ın M.Ö. 3000-3200 yıllarında yaşaması tıpkı bir Orta Çağ savaşçısına ait mezardan bugünkü teknolojiye sahip modern bir silah bulmaya benziyor. Keşif hâlâ gizemini korusa da Avrupa Bakır Çağı’nın başlangıcını bin yıl geriye atmış durumda.

Buluntular üzerinde yapılan radyokarbon analizleri mutlak tarihlemeler yaparak göreceli tarihlere son vermesiyle arkeoloji dünyasını büyük ölçüde etkiledi. Peki, meselenin teknik boyutunda binlerce yıllık organik bileşenlerin yaşına nasıl erişebiliyoruz?

İlk olarak 1940’ların sonlarında Chicago Üniversitesinde Willard Libby tarafından kimya ve fiziği birleştiren radyokarbon tarihleme, 60.000 yıla kadar eski olan canlı organizmaların içerdiği karbon-14 molekülünün doğal olarak bozunmasına (kimyasal değişim) dayanarak materyallerin yaşını doğru şekilde belirleyebilen bilimsel bir yöntem.

Karbon, yaşadıkları ortamla sürekli alışveriş halinde olan canlılar için en önemli maddelerin başında geliyor. Bitkilerin atmosferdeki karbondioksiti kullanarak besin üretmesi ve otçul hayvanların üretilen besinleri tüketmesiyle yapıdaki karbon-14 besin zincirine dahil olarak tüm biyosfere yayılır. Ölümden sonraysa beslenme yani karbon alışverişi durduğu için organizmanın karbon-14 yoğunluğu düşmeye başlar.

Canlı vücudunda yaşam sürdükçe çevreyle dengeli haldeki karbon-14 konsantrasyonu, canlı öldüğünde bozulur. Dışarıdan etkileşim alamayan karbon-14 radyoaktif özelliğe sahip olması nedeniyle zamanla başka atomlara dönüşmeye başlar. Doğadaki tüm radyoaktif atomlar için geçerli bu süreçte maddeler ilk baştaki kütlelerinin yarısını kaybeder. Her atomun kendine özgü olan bu kayıp süreye “yarı ömür” denir. Karbon-14’ün yarı ömrü 5730 yıldır. Yani karbon-14 miktarı her 5730 yılda bir yarıya düşer. Örneğin bugün elinizde 1 kilogram karbon-14 varsa, bu maddenin içindeki karbon-14 miktarı 5730 yıl sonra yarım kiloya, 11.460 yıl sonra çeyrek kiloya düşmektedir. Dolayısıyla 5730 yıl önce ölmüş bir organizmadan arta kalan organik maddelerdeki karbon-14 oranının bugünkü değeri, bu oranın 5730 yıl önce atmosferdeki değerinin yarısı kadardır. Sabit bir oranda azalmakta olan molekülleri kullanarak yaş tayini yapan karbon-14 yöntemi bu temel prensibe dayanır.

Ötzi'nin bulunuşu ve radyokarbon analizi, tarih öncesi dönemlere ait bilgilerimizi genişleten ve derinleştiren önemli bir bilimsel gelişme. Ötzi'nin hikayesi, insanlık tarihine dair bilinmeyen detayları gün yüzüne çıkararak arkeologlara, antropologlara ve tarihçilere benzersiz bir pencere açıyor. Teknolojik ilerlemeler dün olduğu gibi bugün de Ötzi’nin daha fazla sırrını açığa çıkarmanın anahtarı. Fakat bugün hiçbirimiz Ötzi’nin aslında neden dağlarda tek başına dolaştığından habersiziz. Buz Adam, kendi hikayesini sessizce yanında götürürken tüm eski çağ gezginleri gibi bize geçmişin gizemini anlatıyor.