Akdeniz’in incisi: İskenderiye
“Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir.” Kavafis
İzleri olan şehirleri seviyorum. Hem kendilerinde binlerce yılın izlerini sürebildiğiniz hem de tarihte iz bırakan şehirleri. Bence iz sürmek için dünya üzerindeki en iyi ülkelerden birisi de Mısır. Bu düşüncelerle geldiğim Kahire’den İskenderiye’ye tren biletimi tam da bu hislerle alıyorum.
Ülkenin kuzeyindeki bu Akdeniz şehri hem tarihi hem de arkadaşlarımdan dinlediğim hikâyeler sebebiyle heyecanlandırıyor beni. Yaklaşık dört saat süren tren yolculuğu boyunca Kahire’nin keşmekeşinden uzaklaşıyor olmak da bir sevinç kaynağı.
Gitmeden şehrin Akdeniz’e bakan Sidi Bişr semtinden kalacağım evi ayarlamıştım, ondan dolayı içim rahat. Trenin ve havanın keyfini çıkarıyorum. Büyük İskender’in kurduğu bu şehre giden ve turistlerin yoğun olduğu trenden indikten sonra, bir taksiye binip evin adresini gösteriyorum. Burada taksiler de dahil her yerde pazarlık yapmayı unutmamanı öneririm.
Bavulumu bıraktıktan sonra hemen dışarı atıyorum kendimi. Hem biraz açım hem de üç günlük kaçamağımda bu kadim şehri gezebildiğim kadar gezmek istiyorum. Akdeniz kıyısındaki bu güzide şehir, kozmopolit yapısından dolayı zengin bir mutfağa sahip. Akdeniz mutfağının en güzel örneklerini bulabileceğin İskenderiye’de geleneksel Mısır lezzetleri de gayet başarılı Uzak Doğu yemekleri de bulunuyor. Fazla vakit kaybetmemek için deniz mahsullerinden bir atıştırmalık tabağı alıp Akdeniz’e karşı yiyorum. Mmmh! Taptaze.
Büyük İskender’in kurduğu ve binlerce yıllık tarihiyle kültürlerin üst üste, yan yana bindiği bu şehrin merkezini gezmeyi ertesi güne bırakıp, kentin biraz dışındaki yerleri gezmek üzere yola çıkıyorum. Rotam, şehrin kuzeydoğusunda kalan ve Nil Nehri’nin ağzında bulunan Kayıtbay Kalesi.
Bir taksiciyle yine uzun bir pazarlık sonrası, İskenderiye’nin nemli havasında yolculuğum başlıyor. Memlük Sultanı tarafından 15. yüzyılda savunma amaçlı yaptırılan bu kaleyi asıl merak ediş sebebim ise eski dünyanın yedi harikasından biri kabul edilen İskenderiye Feneri’nin kalıntılarıyla inşa edilmiş olması.
MÖ 3. yüzyılda inşa edildiği söylenen bu fenerin ününü hepimiz duymuşuzdur. Kalenin içinde oradan oraya yürürken aklıma kaleden çok fener geliyor. Taşlara bakıp Nil Nehri’nin ve Akdeniz’in parıltısında kayboluyorum. Kalenin etrafında satıcılar ve turistlerin arasına karışan rehberler, fenerin inşa edildiği yakındaki Pharos Adası’na gitmeyi ve dalış yaparak fenerin deniz altındaki kalıntılarını görmeyi teklif ediyorlar. Cazip bir teklif ama maalesef vaktim yok.
Hatıra olarak fenerin küçük bir biblosunu alıp şehir merkezine giden birkaç turistle birlikte taksiye atlıyorum yeniden. Güneş batarken yollarda olmak, biraz olsun dinlendiriyor beni. Ebu’l Abbas el-Mursi Camii’ne gitmek istediğimi söyleyince “Kesin git” yorumları alıyorum. Caminin önünde inip karşımdaki güzellikle büyüleniyorum. Zarif yapı, Ebu’l Abbas isimli Endülüslü bir âlim için türbe olarak 13. yüzyılda inşa edilmiş ilk olarak… İçine girince başka bir âleme adım atmış gibi oluyorum. Sana da tavsiyem, buraya ışık huzmelerinin sekizgen kubbenin alt kısmındaki pencerelerden içeri yayıldığı akşam vakitlerinde gelmen. İslam coğrafyasındaki camiler geliyor aklıma ve bu mabetlerdeki mimari çeşitlilik beni gülümsetiyor. Oturup namaz kılanları, merakla etrafa bakan turistleri ve oynayan çocukları izliyorum. Cami, diğer dört camiyle komşu olduğu için bu alana “cami adası” deniyormuş.
Karnım acıkmış. Birlikte yolculuk yaptığım turistlerin önerdiği Abo Noura’da yine Akdeniz’in tazeliğini tadıyorum. Eğer sen de benim gibi daha ziyade yerel mekânları ziyaret etme taraftarıysan denemeni öneririm, özellikle de karides çorbasını.
Yemek sonrası kalabalık sokaklarda yürüyorum. Akdeniz insanı sokakları seviyor, ben de öyle. Ancak yorgunum ve son kalan enerjimi yine bir pazarlığa harcayıp, sabaha muhteşem bir manzaraya uyanacağımı bildiğim eve dönüyorum. Yatakların hepsinde sineklere karşı cibinlik varmış burada. Alışık olmadığım için kraliyete mensup biri gibi hissediyorum kendimi.
Ertesi gün ilk durağım, İskenderiye Kütüphanesi oluyor. Ama önce karnımı, o methini çok duyduğum pastanelerden birinde doyuruyorum. Ünü antik dünyanın her köşesine yayılmış olan ve yıkılışı en büyük bilimsel ve kültürel kayıplardan biri kabul edilen kadim kütüphaneye bir saygı duruşu niteliğindeki bu yapı, benim gibi kitapseverler için âdeta bir cennet. Oturup kitap mı karıştırsam yoksa kütüphanedeki sergi alanlarını veya planetaryumu mu gezsem şaşırıyorum. Vaktim dar. Biraz ondan, biraz bundan deyip bir sonraki durağım olan Kom El Shoqafa Yer Altı Mezarları’na doğru yola çıkıyorum.
Tamamı yer altında olan bu mezarlık hem duvardaki işlemeleri hem de boş mezarlarıyla içimi ürpertiyor. Bir turist grubunu takip edip rehberlerine kulak veriyorum. Hem antik Mısır hem de Yunan ve Roma dönemlerinde kullanılan bu mezarlığın üç katını ve ölülerin nasıl buraya aktarıldığını detaylıca anlatıyor rehber. En çok ilgimi ise mezarlıkta akrabaların ziyareti ve oturup yemek yemeleri için ayrılmış alanlar çekiyor.
Çıkınca derin bir nefes alıyorum ve 10 dakika uzaklıktaki Pompei Sütunu’na yürüyorum. Daha geniş bir Roma alanındaki bu devasa sütun, dünyanın en uzun anıtı kabul ediliyormuş. Boyu neredeyse 30 metre olan bu anıt, çevresine tepeden bakıyor ve insana kendisini küçücük hissettiriyor. Her şeyin üst üste bindiği bu şehirde aldığım keyiften dört köşe bir şekilde en popüler caddesi olan El Horeya’ya doğru yürümeye karar veriyorum.
Antik Roma tiyatrosuna kısa bir ziyaret sonrasında caddeye ulaşıyorum. Alışveriş yapmak için şehrin bu en ideal caddesinde biraz vitrinlere bakıyorum. Ardından karnımı doyuruyorum ve yenilenen enerjimle birkaç dükkâna uğrayıp hediyelerimi alıyorum. Aklım şimdi daha rahat ama bedenim de yorgun. Bu akşam yemek için belirlediğim mekân ise bir arkadaşımın önerdiği otelin teras restoranı oluyor.
Ertesi gün bu şehirden ayrılacak olmanın hüznü çöküyor akşam. İskenderiye’de 6 milyondan fazla insan yaşasa da Kahire’nin karmaşasından sonra çok iyi gelmiş bana, onu fark ediyorum. Eve dönerken yola erken saatte çıkacak olmak üzüyor beni. Ulusal Müze’yi de Modern Sanatlar Müzesi’ni de çok sevdiğim, İskenderiye doğumlu şair Konstantinos Kavafis’in müzeye dönüştürülen evini de ziyaret edemedim ama olsun. Fırsat bulduğum en kısa sürede yeniden geleceğimi biliyorum çünkü.
Cibinlikle sarılı yatağıma bir kraliyet ailesi ferdi gibi hissederek giriyorum.