Ak ve kara kış düşünceleri

REFİK HALİD KARAY
Abone Ol

* Bir yaz vardı. Köprüden geçerken kara asfaltı yumuşatıp ökçelerimizin izlerini belirten ve etrafa ılık bir zift kokusu veren yaz!

Şimdi de orada ayaklarımızın şekilleri işleniyor. Fakat bembeyaz kar tabakası üstüne. O zaman da yüzümüz yanardı sıcaktan… Bugün de kavruluyor, soğuktan! Gözlerimiz yazın ışıktan kamaştığı gibi kışın da tipiden dumanlanıyor. Köprü, iki mevsimde de çabuk geçmeye çalıştığımız bir yerdir: Sıcaktan veya soğuktan.

* Çocukken kara kış beni sevindirirdi: İsterdim ki tipi dinmesin, karlar erimesin, buzlar çözülmesin, camların süslü buğusu dağılmasın, çamların uzun tüylü ak burnu sıyrılmasın. Damlarda yine eğri büğrü kiremitler görünecek, ağaçların kadit dalları belirecek diye üzülürdüm. Sobalar, karayelin tiryaki nefesleri ile guruldadıkça, çerçeveler sarsılıp bacalardan fışkıran dumanlarla beraber saçaklara birikmiş kar yığınları boşluklara savruldukça keyiflenirdim. Büyüklerin kaygısı bana yersiz gelirdi. Şimdi ben de üzüntüdeyim, düşünceliyim.

* Hani ya bir yaz vardı, Denizlere girerdik, kumsallara uzanır, vapur güvertelerinde yer bulmaya çalışır, yelken açar, göğüs bağır meydanda, kır gezintileri yapar, su başlarında yemek yer, çınar gölgelerinde uyku çekerdik. Bütün bunları yaptığımız, böyle yaşadığımız yerler şimdi bana ne kadar uzakta, başka bir âlemde, dünyaya birinci gelişimde gibi duruyor.

* Dışarıya bakıyorum: Kar savuruyor, ufaklar daracık, sokaklar yarı boş… Gurbete düşmüşlerin yadırgatıcı hüznünü, inankıran, gönül yakan dermansızlığını duyuyorum. Demek ki bir yaz vardı ve bu yaz, buradaydı. Bu şehirde, bu şehrin dolaylarında… Acaba ne haldedir şimdi, plajdaki yayvan incir ağacı? Güneşten kaçıp da altında nefeslendiğimiz ve sıcak derimizi serinlettiğimiz iri yapraklı ve siyah köpüğe benzeyen kabarık, taşkın gölgeli ağaç? Ve ne renktedir deniz? Kıyılarında yeşil saz renkli mini mini balıkların durup durup birdenbire kuyruk bükerek kaçıştıkları duru, durgun, taze cilalı, uslu deniz…

* Şu karlı dumanlar ardında, biraz ötede öyle yerlerin olabileceğine ve yarın, yine oralarda yeniden incirin yaprak verip gölge salacağına, denizin kumsala uzanıp uyuklayacağına, renklerin açacağına, güneşin nur topuna dönüp etrafımızda bir yazın başlayacağına inanmak fazla bir iyimserlik, tatlı bir aldanış olsa gerek. Oralar uzaklardadır; vapurlarla, trenlerle dağlar, deryalar aşıp bir ovadan bir ovaya, bir denizden öbürüne geçe geçe, günlerce yolculuktan sonra varacağımız bir yer de arzın orta kuşağındadır. Sanıyorum ki bir gün, aydınlık bir yaz öğlesinde kendimden geçmişim. Bir hasta vagonunda, haberim olmadan beni şimale doğru taşımışlar. Bir Sibirya kasabasında gözlerimi açmışım. İstanbul ve yaz, dünyanın başka bir tarafında, bıraktığım gibi durmaktadır. Ayrılan benim.

Bizim çocukluğumuz, dünyanın en az korkunç olan günlerine rastlamıştı. Kar fazla bastırdı mı, biz sadece yemsiz kalan kuşları, dağdaki çobanları, bir köyden öbürüne giden çiftçileri, kömürü azalmış yoksulları düşünürdük.

* Bu yıla kadar hiçbir kış beni böyle yazdan bir ayrılık duygusuna, kara düşünüş ve kara görüşe götürmemişti. Sebebi nedir?

Sebebi harptir. Bu yıl bir kış harbinin aman vermeden sürüp gitmesidir. Ayrıca her taraftan açık, kömürsüzlük, tifüs gibi haberlerin radyolarla, gazetelerle kulağımıza boyuna gelmesidir. İnsanlığın uğradığı felaketi düşündükçe sıcak odada, buğulanmış bir camın ardında da olsam yine her kar parçası yüzüme vuruyor, yüreğime düşüyor. Kar dışarıya değil, kafatasımın içine yağıyor. Beynim bir dam kadar yüklü ve bir havuz gibi donmuş.

* Bizim çocukluğumuz, dünyanın en az korkunç olan günlerine rastlamıştı. Kar fazla bastırdı mı, biz sadece yemsiz kalan kuşları, dağdaki çobanları, bir köyden öbürüne giden çiftçileri, kömürü azalmış yoksulları düşünürdük. Fakat en çok düşündüğümüz şeyler başkaydı: Kartopu oynamak, kardan adam ve aslan yapmak, adamın eline süpürge vermek, aslanın ağzına portakal tıkmak, her ikisinin de gözlerine kömür yerleştirmek, yokuş aşağı merdivenden yapılmış uydurma kızağa binmek, izin verirlerse pekmezle karıştırılmış kar helvası yemek gibi…

* İnsafsızlığımız tutarsa kalburdan tuzak yaparak ekmek kırıntılarına üşüşen serçeleri tutmak, sonra da insafa gelip salıvermek de karlı günlerin eğlencesi olurdu. Karlı gecelerde ise sokaklardan geçen bozacıların etrafına ışık çemberleri serpen fenerlerini ve göğüslerine karlar birikmiş kaba gocuklu şekillerini perdeyi aralayarak seyretmekten hoşlanırdık. Sıcak leblebi ve ısıtıcı tarçın serpilmiş bozanın içmesi de zevkliydi. Bardağıma yapışıp kalan ve ağır ağır dibine durulan bozayı, -bıraksalar- ne iştahla parmaklarımı ağzıma götürüp bayıla bayıla keyifle yalardım.

* Milyonlarca insanın açıkta kaldığı; yalnız soğuğa değil, öldürücü ateşe de göğsünü gerdiği bir kış içindeyiz. Harbi büsbütün korkunç bir hale sokmak için böyle bir kış eksikti. Bu yılın kışı, insanlık tarihinde kapkara bir yer kaplamış olan kışların başında geliyor. Bereket ki bizim yurdumuzda yalnız kış var.

* Başka memleketleri hem kış hem harp hem de darlık sarmış. Harp olmayan yerleri de kıtlık kuşatmış. Ayrıca karla örtülü yolları aşarak gelen postacılar, evlere ölüm haberleri dağıtıyorlar. Isınan varsa bile ısınamayan sevdiğini düşünerek titriyor. Ocak başı bulanlar, ayazda katılaşmışların korkunç hayaletini zihinlerinden geçirdikçe buz kesiliyorlar.

* Bizim kutlu yurdumuz ise yalnız kış içindedir. Allah kem gözden esirgesin.

Refik Halid Karay’ın “Ağaç ve Ahlak” adlı kitabından.