2008 ABD emlak krizi

HABER MASASI
Abone Ol

2008'de Amerika'da ne yaşandı ve krizin altında yatan sebepler nelerdi? Ne oldu da sistem bu kadar serbest, denetimsiz ve açgözlü bir hâle dönüştü?

Sanayi Devrimi’yle başlayan yeni endüstrileşme dönemi, beraberinde yeni ekonomi modellerini de getirmişti. İlk başlarda endüstrileşme üzerine kurulu olan bu modeller, gün geçtikçe yerini finansal enstrümanlar üzerine kurulu, altı boş ve spekülasyonlara daha müsait bir hâle gelmeye başlamıştı. 1980’lerden bu yana uygulanan neo-liberal politikaların temel mottosu olan “laissez faire, laissez passer” (bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler) kavramı ile risk ve denetimin ikinci plana atılmasıyla da ekonomik açgözlülüğün önü açılmıştı. Özellikle 2001’den sonra uygulanan aşırı gevşek ekonomi politikası, bu serbestlik ve kontrolsüzlüğün son noktasıydı. Denetimsizlik ve ekonomik açgözlülüğün bir noktada patlak vermesi gerekiyordu ve öyle de oldu. İşte bugünkü konumuz, bu sürecin bir sonucu olarak Amerika’da patlak verip çok sayıda ülkeyi etkisi altına alan 2008 emlak krizi.

Peki 2008'de Amerika'da ne yaşandı ve krizin altında yatan sebepler nelerdi? Ne oldu da sistem bu kadar serbest, denetimsiz ve açgözlü bir hâle dönüştü? ABD’deki mortgage (ipotek) hacmi yaklaşık 10 trilyon dolara ulaşmış ve bu hâliyle dünyanın en büyük piyasası olmuştu. Başlangıçta bu mortgage kredilerinin çoğunluğu, yüksek kaliteli yani aldığı krediyi ödeyebilecek müşterilerden oluşuyordu. Hatta bunlara “prime mortgage“ denmekteydi. Zaman içinde bu krediler ekonomik açgözlülüğün de etkisiyle daha fazla kazanmak isteyen bankalar tarafından daha düşük ekonomik gelirli müşterilere de verilmeye başlanmıştı. Bunlara da “suprime mortgage” ismi konmuştu. 2008 ortasında suprime mortgage kredilerinin hacmi 1,5 trilyon dolara kadar yükselmişti. Yani Amerika’da patlak verip dalga dalga tüm dünyaya yayılan dev krizin perde arkasında aslında tarihin en büyük gayrimenkul ve kredi balonu yatmaktaydı.

Sistemin adeta bir balona dönüşümünü ise daha basit şekilde şöyle izah edebiliriz. Siz bir ev alacaksınız diyelim, 1980’lere kadar şöyle olurdu. Yerel bir bankaya giderdiniz, “Ben ev alacağım, kredi verir misiniz?” derdiniz. Onlar da sizin ileride bu krediyi ödeyip ödeyemeyeceğinizi araştırıp bir kredi notu oluşturup ona göre kredi verirdi veya vermezdi. Eğer vermeye uygun görürlerse siz krediyi bitene kadar -ki kredilerin süresi 30-40 yıl kadar oluyordu- ödüyordunuz. Bu sistem böyle stabil ve her iki taraf için de daha az riskli şekilde devam ederken daha fazla kazanmak isteyen Amerikan bankaları bir şey keşfettiler. Mesela X bankası bir mortgage veriyor, daha sonra bu mortgage’ı alıp başka bir kuruma, Y finansal kuruluşuna satıyor. Yani artık o evin ipoteği sattığı kuruma ait oluyor. X bankası müşterisine ev için verdiği krediyi Y kurumuna satmış oluyor. Bu satış işleminden de komisyon alıyor. Sonra bu mortgage’ı satın alan Y finansal kuruluşu başka bankalardan da farklı farklı mortgage’lar satın alıyor. Ardından bu mortgage’ları paket hâline getirip farklı bir enstrüman (tahvil) oluşturuyorlar. Böylece paketlerin içeriğinde birbirinden tamamen farklı mortgage’lar oluşuyor.

  • Örneğin John’un bir bankadan aldığı kredi ile bambaşka bir bankadan Micheal’ın aldığı kredi, ayrı ayrı satın alınıp tek bir paket hâline getiriliyor. Böylece Y kurumu çok farklı yer ve kişilerden alacaklı olan bir kuruma dönüşüyor. Aslında çeşitlilik var gözüküyor, daha az riskli gibi düşünülüyor.

Sonra bu paketler kredi derecelendirme kuruluşları tarafından derecelendirilip değerlendiriliyor. Kredi derecelendirme kuruluşları da çok farklı kaynaklardan alacaklı bu paketleri az riskli olarak değerlendirip o şekilde kredi notu verince bu paketlere olan güven daha da artıyor. Sonrasında işin rengi değişiyor tabii. Fakat şunu da belirtmek lazım, müşterinin ödeyebileceği şekilde verilen ve ödeyip ödeyemeyeceği iyice araştırılan krediler ve paketler yani “prime morgage”lar verilirken zaten doğal olarak son derece güvenliydi. Peki, sonraları neden bu paketler öyle ödenemeyip sistem çökme safhasına kadar geliyor?

Çünkü sistem (finansal kapital) her zaman şunları düşünür: Daha fazla kâr, daha fazla faiz geliri ve daha fazla getiri. Bir noktada piyasadaki morgage’ların sayısı azalıyor çünkü bankaların kredi verebileceği güvenilir müşteri sayısı sınırlı. Kârlılıklarını devam ettirebilmeleri için piyasaya yeni morgage’lar sürmeleri lazım. Çünkü özellikle bu piyasaya bir yönelme olmasıyla birlikte var olan müşteriler hızla tükeniyor. Bankalar da yeni mortgagelar elde edebilmek için daha riskli, ucunda ödenmeme ihtimali olan morgage’lar vermeye başlıyorlar. “Subprime mortgage“ olarak adlandırılan bu krediler ile ödeme yapması zor olan vatandaşlara da kredi vermeye başlıyorlar. Daha sonra bankaların üst düzey rekabeti ile birlikte iş çığırından daha da çıkıyor. Öyle ki neredeyse hiç geliri olmayan müşterilere bile geri ödemesini alamayacağını bile bile kredi vermeye başlıyor bankalar. Bu rekabet “The Big Short“ isimli krizi konu alan filmde de ele alınmış.

Bu kriz anında dibi görenler olduğu gibi fırsata çevirenler de olmadı değil.

“Bu riski bile bile neden alıyorsunuz?“ sorusuna bir bankanın Georgia isimli kredi notlarından sorumlu çalışanı, “Krediyi vermeseydik de iki sokak ötedeki diğer bankadan mı alsaydı, biz vermesek başkasından alacaktı.” şeklinde cevap veriyor. Aslında bu sahne biraz da o dönem piyasasının özeti niteliğinde denilebilir. Tüm bankalar zaten “herkes yapıyor” şeklinde kendilerini savunuyordu. Bankalar işin ödeme alamama kısmından endişe duymuyordu çünkü zaten o kredileri başka bir finansal kuruluşa satmak üzere alıyorlardı. “Bu kredileri bankalardan alıp tahvillere dönüştüren kurumlar, bu kredilerin riskli olduğunu bile bile neden alıyor?” sorusunun cevabı da aslında bu kredileri hemen paketlere dönüştürüp satacak olmalarıydı. “Eğer ödeme alınamazsa bu, o paketi son satın alan kurumun düşüneceği bir durum.” diyorlardı.

Kredileri toplayıp paket hâline (tahvil) getiren ve sonra da satan aracı kurumların bu kredileri neden aldığını anladık. Peki, bu tahvilleri alan kurumlar bunu nasıl fark etmiyor? Aslında satın aldıkları kredilerin altı boş olduğunu, belki geri ödeme bile alamayacaklarını… Bu sorunun cevabı ise yolsuzluk ve bankaların rehaveti. Emlak piyasasındaki suni iyimser hava, aldıkları riskin büyüklüğünü fark etmelerine engel oluyor. Bununla birlikte kredi derecelendirme kuruluşları aslında düşük riskli olmayan kredileri belli yolsuzluklar sonucunda düşük riskli olarak gösteriyor. Bunun sonucunda da piyasayı çürük varlıklar, altı boş krediler domine etmeye başlıyor. Kredi derecelendirme kurumlarına güvenip alınan tahviller de alan kurumların ellerinde patlıyor çünkü bir noktadan sonra ödeme alamamaya başlıyorlar. Ödeme alamayınca evlere el koyuyorlar. Onlar evlere el koyunca ev fiyatları bir anda düşüyor. Bu düşüşün ardından pek çok kurum ve kişi zarar ediyor. Ve sistemin parçaları; krediyi müşteriye veren bankalar, farklı kredileri toplayıp paket hâline getirip bunları satan aracılar ve en son bunları satan alan kurumlar bu kriz ile birlikte dibi görüyorlar. Bear Stearns, American International Group, Lehman Brothers, Merrill Lynch gibi dev şirkletler iflas ettiğini duyuruyor. En sonunda da bütün bir finansal sistem o piyasaya bağlı olduğu için sistem çöküyor.

Bu kriz anında dibi görenler olduğu gibi fırsata çevirenler de olmadı değil. Piyasadaki rehaveti gören çok az sayıda kişi bu öngörüleri sayesinde gerçek anlamda kazanç elde edebildiler. “The Big Short” isimli filmde bu krizi fırsata çevirme konusu daha detaylı olarak işlenmiş. Krizi daha iyi anlamak adına izlemenizi öneririm.

Abdülvahit Aygün / Üniversite Öğrencisi