Yeniçerinin hatıralarında saklı kalanlar

PROF. DR. MİM KEMAL ÖKE
Abone Ol

Kitapların sunduğu entelektüel harita o devrin temel sorunsalının aynası gibidir. Her dönemin kendine has ‘takıntı’ları vardır ve ‘diğergâm’ yurttaşlar bu meseleleri deşmeye amadedirler. Prof. Dr. Mim Kemal Öke biri

Prof. Dr. Kemal Beydilli diğeri Necati Fahri Taş ait olan eserleri Derin Tarih okurları için değerlendirdi.

Geride bıraktığımız yüzyılın temel korkusu “komünizm”di. İnsanlar yataklarının altında dahi “kızıllar” endişesiyle yaşadılar. Bu heyuladan kurtulduk derken Soğuk Savaş sonrası gelen belanın adını koydular: Kimlik sorunsalı.

Güneydoğu 1919: İtilaf Devletlerinin Güneydoğu Anadolu Aşiretleriyle İlişkisi Necati Fahri Taş, Tarihçi Kitabevi-Yeniçeriler ve Bir Yeniçerinin Hatıratı Kemal Beydilli, Yitik Hazine Yayınları

Etnik, dinî ve millî idiyetler arasında yaşanan gelgit ve bunalımlar kan ve gözyaşı izi bırakarak tarihin derinliklerinde seyrediyordu. Nedense insanoğlunun tarihî serüveni boyunca hangi “sadakat” merkezinin onu kontrol ettiği mesele edilmiştir. Hem de bu, kıskançlıkla ve çatışma haline getirilerek olmuştur. İlginçtir, bu farklı seçenekler içinde mutlaka bir seçim yapma zorunluluğuyla başbaşa bırakılmışızdır; hatta bu, çocukluğumuzdan beri “Söyle bakalım, anneni mi, babanı mı daha fazla seviyorsun?” sorusuyla bile olmuştur. Tabii bu suali de maalesef yalanlarla atlatmışızdır.

21. yüzyıl “çocukluğu” kimlik siyasetine sürükledi. Ulus altı, ulus üstü gibi sadakat merkezleri bizi egemenlikleri altına almak için birbirleriyle yarıştılar, hatta kapıştılar. Kısacası, farklı sadakat merkezlerinin “santralleri”, içte veya dışta, insanları “devşirmek” üzere çaba harcadı.

Aslında “devşirme” yeni bir sistem değildi; zaten hep bizimleydi. Tarih, kişiliğime hassasiyet göstermeksizin benim ruhumu gasp etmek isteyen süreçlerin bir noktada envanteridir. Bugün de medya; zihin operasyonları, iletişim hokkabazlıkları ve daha bilimsel yöntemlerle aynı çabaları sürdürüyor.

Bir Yeniçeriden Osmanlı teması

Bu malum baskının üzerimizde ne gibi buhranlara neden olabileceği aşikâr. Bizim devşirmelerin tarihçesine bakmak adına bu ayki ilk kitabı sunalım: Yeniçeriler ve Bir Yeniçerinin Hatıratı.

Eserin aslı Almanca, çeviren ve hazırlayan ise Prof. Dr. Kemal Beydilli. Kitabın üzerindeki imza, ne denli titizlikle hazırlandığının kalite belgesi; zira kıymetli dostumuz Kemal Bey bir meslektaşım olarak akademik âlemde kılı kırk yarmakla temayüz etmiş bir hocamızdır. Bu eserde de aynı özeni göstermiş.

Meraklısına özel bir eser olmuş, ki girişte yeniçeriler hakkında duru ve kısa bir bilgilendirme yer almakta. Adeta yeniçeriliğin abc’si niteliğinde, gayet aydınlatıcı ve etkili. Ardından esere dair bir açıklama ve değerlendirme geliyor.

Çalışma 15. yüzyıldan bir Türk kroniği, Sırp kökenli bir yeniçerinin notları. Tabii ki anti-Türk, hatta fanatik, yani devrin tüm aktörlerine genel bir yaklaşım söz konusu. İçinde savaş anıları da var, dervişlerin hayatlarına ilişkin gözlemler de... Dönemin siyasî değerlerini yansıtması açısından büyük önem arz ediyor; ayrıca adalet, vefa, sadakat, vatana ihanet gibi hassas noktaların aksettirilmesi yönüyle de dikkate değer. Bu önemi yansıtabilmek adına eserden bir pasajı paylaşmak isterim:

“Hıristiyanlar, tabi oldukları ve tımarlılar denilen beylere de sultana verilen verginin yarısını ve gelirlerinin veya malik olduklarının onda birini verirler. Ne sultana, ne de başka bir beye angarya hizmetinde bulunmazlar ve ticaretle uğraşmazlar. Eğer sultanın ordusu bunların toprakları üzerinden yürüyecek olursa, hiç kimse ekili tarladan geçemez ve herhangi bir başka zarara sebebiyet veremezler. Hiç kimse, bir kuruş bile kıymeti olmayan küçük bir şey dahi olsa, zorbalıkla hiçbir şeyi kendine mal edemez. Türk beylerinin dikkatleri bu konu üzerindedir ve birbirlerine müsamaha edemezler. Zira bunlar, ister Müslüman kâfir, ister Hıristiyan gavur olsun, fakirlere zarar verilmesini istemezler. Eğer birisi ödemeden bir tavuk alsa, bunu hayatıyla öder. Sultan fakirlerin huzur içinde yaşamasını diler.”

Yeniçeriler, “doğduğum yer mi, doyduğum yer mi?” hesaplaşmasını kendi iç âlemlerinde mutlaka yapmışlardı; fakat o dönem Osmanlı güçlüydü, zengindi ve bu yüzden kimlik problemi lükstü. Osmanlı’nın son döneminde su yüzüne çıkan ve etkisi dünyada hissedilen emperyalizm ve milliyetçiliği göz önünde bulundurduğumuzda problemi tespit etmiş oluruz. Yıkılan siyasî ünitenin altında kalacak bir siyasal sadakat örneği mi göstermelisiniz, yoksa beyaz bir sayfa açmak için gemiyi terk mi etmelisiniz? Osmanlı’nın “milletleri” birbirleri kadar kendilerini de yemişlerdi. Sizlere sunacağım diğer kitap bununla ilgili. Necati Fahri Taş’ın kaleme aldığı Güneydoğu 1919: İtilaf Devletlerinin Güneydoğu Anadolu Aşiretleriyle İlişkisi.

1. Dünya Savaşı henüz bitmiş, Osmanlı ağır bir darbe almıştı. Halklar-aydınlar başlarının çaresini düşünür haldeydiler. Kitap buradan hareketle “1919 gibi tarihî bir kavşakta Kürtler hangi seçenekleri değerlendirdiler?” sorusunun peşine düşüyor.

Musul sorununa ilişkin kapsamlı incelememizde İngiliz belgelerine dayanarak bu ikilemleri ayıklamaya çalışmıştık. Prof. Dr. Taş da, Osmanlı Arşivi’ndeki günyüzüne çıkmış belgeler ışığında ciddi ve saygın bir araştırmayla literatüre kayda değer bir katkıda bulunuyor. Nezaket gösterip bu çerçevede bize atıflar yapması ise memnuniyet verici. Takdirlerimizi sunarak eserin hak ettiği teveccühü görmesini diliyoruz. Oyunbozanlık yaparak, filmin sonunu Taş’ın kaleminden aktarayım:

“Milli Mücadele hareketimizin Kürtlerle Türklere aynı değeri vermesi, iki millet arasındaki vefa bağları ve dayanışmayı her türlü tasavvurun üstünde tuttuğunu göstermektedir. II. Meşrutiyet’ten beri Türk Devleti’nin Kürtlerden bir rahatsızlığı söz konusu olmamıştır. Aşiretler arasındaki kavgalardan yine aşiretler zarar görmüşlerdir. Bu kavgalar ne Hükümet’e karşı isyan, ne de halka karşı şakavet mahiyetindedir.”

Yeni asrın postmodern yurttaşı

Bu bağlamda ara bir tespit koymak istiyorum. Bence unutulmaması gereken şudur: 21. yüzyılda ne kadar demokrasi, o kadar sadakat demek artık. Bana öyle geliyor ki, refahtan bile önemli ve belirleyicidir bu denge.

İnsan birkaç kimliği birlikte, eş zamanlı ve birbirine “paralel” yaşamak istiyor. Artık tekdüze çözümlere karşı. Başka bir ifadeyle, bundan böyle “çok kimlikliliğe” alışmak zorundayız.

Açıkçası liberal mânâda bireyci değiliz. Bireyselliği toplumsallaşmaya engel görmüyoruz. Ancak “İster devlet, ister cemaat olsun, kimse bize bir kimlik empoze etmesin. Bizi bir tercih çatalağzına getirmesin” diyor 21. yüzyıl postmodern yurttaşı. İşte bu devranda kimlik sorunsal olmaktan çıkıyor, kişilik ön plana fırlıyor. Birey kişiliğini geliştirebilecek fırsatlar bekliyor. Kimlik pazarlamacıları bu yeni gerçeğin farkına varabilmeli. Osmanlı tarihi bu duruma bir tercümandır. Onca farklılıktan “birleme ilmi”ni bulabilmiş bir derinliğe sahiptir. Hele kuruluş yıllarında bu kimyayı hissetmemek mümkün değil. Kimdi o “simyacı”lar, tanımak isterseniz el cevap: Tasavvuf!

Türk kültür ve edebiyat hayatında yeteri derecede takdir edilmemiş, hele son yıllarda genç nesillerce kıymeti bilinmemiş Mustafa Necati Sepetçioğlu hep bu hayatî faktöre vurgu yapmış ve romanlarında “kolonizatör Türk dervişleri”nin öykülerini kendisine özgü bir üslupla işlemiştir. Su gibi akıp gider romanları, bizi tarihin dehlizlerine sürükler adeta. İrfan Yayınları son üçlemesini ilk kez neşretti. Sesler ve Işıklar, Hurmalığın Akdoğanı ve Aydınlığın Mührü. Anlatan Yesili Hoca Ahmed’dir. Şöyle buyurmuştu:

“Niyeti güzel olanın, çevresinde diken olmaz. Urumeli toprağına gidecek dervişimiz, Tanrı ışığında apaydın arınmış olmalı ki arındırabilsin; yanılgılardan bunalmış olmamalı ki açacağı yollarda güvenle yürünebilsin. Bir vakitler şamanlar, Budacı rahipler, ötekiler, şunlar bunlar uğraştı durdu. Kardaşlık olsun, barış yolunda yürünsün, sevgi saygı yerleşsin istenildi, olmadı, beceremediler. İslam geldi, birliğe, birlikteliğe çağırdı, çağırıyor, çağıracak. İlaç bu, iyileşme burada. Söylediklerim kulağınıza küpe, yüreğinize çıra olduğu sürece Kızılelma’ya ulaşabilirsiniz. Duam sizlerle, gönlüm gönlünüzde olacak. Yüreğimi yüreğinizde bilin…”

Bu, güzel bir Türkçedir, güzel bir dildir, gönül dilidir. Bu dil kırmadan, dökmeden kişilik de inşa eder, kimlik de.

Din(selliğ)in bile süratle sekülerleştiği (dünyevileştiği) günümüzde değerin değersizleştirilmeden korunmasında ne kadar güçlük çekiyoruz!

Kimlik sorunsalı bahane, asıl mesele kişiliktir. Hani etiğin estetikleştirilmesindeki vefa/ sadakat ve safa…Tabii idrak edebilene!