Üsküdar’ın Sırlı’sı öyle bir dua etti ki...
2012 yılında ebedî âleme uğurladığımız değerli kültür insanı, tasavvuf musikisi uzmanı, aynı zamanda Derin Tarih dergisinin yazarlarından Nezih Uzel’in Büyük Gazete’nin 9 Kasım 1976 tarihli nüshasında çıkan “Gönül Erleri: Üsküdarlı Nafiz Efendi” başlıklı yazısından ibret dolu bölümleri ilgiyle okuyacaksınız. Hem Nezih Uzel, hem de Nafiz Efendi merhumların ruhları şad olsun diyelim.
Kimdi Nafiz Efendi?
Gençliğinde Harbiye Nezareti’nde rütbeli sivil memur olarak çalışmıştı. Sonra kendisini turûk-ı İlallah yoluna vakfetmiş, Üsküdar’da Mihrimah Camii’ne ikinci imam olmuştu. Sesi pek güzeldi, nerede Kur’ân-ı Kerim okusa yüzlerce insan peşine takılıyordu, şöhreti günden güne yayılmaktaydı.
Doğumu İstanbul olmalıydı, dervişlerin cismanî hayatları ile ilgili sorular pek sorulmaz, bu yüzden yerini yurdunu bilene pek rastlamıyoruz. O bir derviş, Allah yolunda bir kişiydi, fani vücudu ne kendisine lazım olur, ne başkasına… Bu yüzden bir gün bir dostunun ölümüne yakınan bir kişiye şöyle haykırmıştı:
“Elbette ölecekti, madem ki doğdu. O, doğduğu için öldü.”
Fanilerle birlikte yaşayıp şimdi fani hayattan uzaklaşan Nafiz Efendi Üsküdar’da Nasuhî Dergâhı’na müntesipti. Bu dergâhın son postnişini Kerameddin Efendi’nin halifesiydi. (…)
Hazreti Nasuhi, “Mal ü câhın meylini sen terk edip aşkında ol” buyurmuşlardı. ‘Câh’, şan şöhret, itibar, makam demektir. Nafiz Efendi’nin hakkında anlatılanlara göre o, pirinin bu emirlerine tamamıyla uyacak şekilde davranıyordu. Bir gün Doğancılar’daki dergâhta Hazret’in sandukası karşısındaki parmaklığa sarılarak bir niyazda bulunmuştu, Pir’inin yüzü suyu hürmetine Cenab-ı Bâri’den sesinin kesilmesini istiyordu, zira peşine takılan cemaatten bizar olmuştu, gururlanmaktan korkuyordu, Allah katında en keskin günahlardan sayılan “kibir” belasına düşeceğinden çekiniyordu. İstediği oldu. Nafiz Efendi sesini kaybetmişti, kendisini yakından tanıyanlar gençlik çağlarında okuduğu Kur’ân’ı ve harikulâde güzel sesini unutamıyorlar, bu menkıbe anlatılırken tüylerimiz diken diken oluyor. Bir insanın sadakati ancak böylece belli olabilir sanıyorum. (…)
Üsküdarlı Nafiz Efendi 20 yıla yakın bir zaman önce göçtü. Özbekler Dergâhı’nı ziyaret edenler onun kabrine uğramadan geri dönmezler. Dergâh nisbeten ana yolların uzağında olduğu için ziyaretler bazen geç saatlara rastlamaktadır. İşte böyle bir akşam vakti çok sevdiğimiz bir başka büyük insan o nurlu kabri görmek istemişti. Ziyaret uzuyor, vakit geçiyor, karanlık gittikçe daha fazla çöküyordu. Rahmetli Özbekler Dergâhı şeyhi Necmeddin Efendi içerden seslendi:
“Haydi çabuk efendi, vakit akşam oldu, bu saatte ziyaret olur mu?” Ziyaretçi derinden gelen bu itiraza pek aldırmamıştı, vazifesini yerine getirmeye çalışıyordu. O akşam Necmeddin Efendi mânâ’da Nafiz Efendi’yi karşısında buldu.
Efendi şunları söylüyordu:
“Bırak istedikleri saatte gelsinler, bizim burada gecemiz gündüzümüz belli değil ki...”
Toprağın derinliklerinde, gecesi gündüzü beli olmayan bir yerde yatıyor Nafiz Efendi, ama onun yattığı yer öylesine ışıklı, öylesine nurlu ki...
Hazret-i Mevlânâ:
Ölümümden sonra mezarımı yerde arama
Ârif kişilerin gönüllerine gömülüyüm ben
buyurmuştu. Nafiz Efendi onu sevenlerin, bilenlerin, yoluna göz yaşı dökenlerin gönüllerinde altın taht kurmuş yatıyor. Ona saygımız her şeyden önce yoluna ve bağlı olduğu kapıyadır. O insan, o kapıya gerçekten layık ve yakışan bir insandı.