Türk-Musevi ilişkilerine ezber bozan bir yaklaşım
MİM KEMAL ÖKE
Türk-Musevi ilişkilerini anlatım şablonunda hangi cenahtan kaynaklanırsa kaynaklansın fanatizm, tarihi siyah-beyaz görme kolaycılığının arkasına sığınır. Oysaki tarih, çok renkliliğin egemen olduğu, tekdüze yorumları kaldırmayan bir çeşitlilik ve çelişkiler yumağıdır. Prof. Dr. Mim Kemal Öke Yahudiler ve Holokost adlı kitabı Derin Tarih okurları için kritik etti.
Derin Tarih dergimiz bu ay tanıtım için Türkiye, Yahudiler ve Holokost adlı kitabı göndermiş. Kargoyla gelen paketi açınca gülümsemeden edemedim. Çünkü Osmanlı Döneminde Siyonizm ve Filistin Sorunu isimli araştırmamı 6. baskısı için yeniden gözden geçirmeyi henüz tamamlamıştım!
Allah bilir (bence okuyucu da şahittir), ömrüm boyunca antisemitist (Yahudi düşmanı) olmamışımdır. Siyonizm'e karşı olmak ayrı, bir millete/ dinine düşmanlık ayrıdır, diye düşünmüşümdür. Aslında böylesi bir 'tefrik-i idrak', sadece bana değil, genelde tüm Türklere, hatta Müslümanlara özgü bir özelliktir. Antisemitizm ya da Yahudi sorunu batının bir illeti, içtimaî hastalığıdır. O jeo-kültürde doğmuş ve gelişmiş; asimilasyona, Filistin'e ihraca (tehcir) ve (bunlar da yetmeyince) Hitler'in nihai çözümüne (Holokost) değin varmıştır. Oysaki Türk-İslam coğrafyasında Antisemitizm ya olmamıştır ya da modernitenin (ulusçuluğun) virüslerinin aşılanmasıyla Batı'dan ona bulaştırılmıştır.
“Batı'daki tarihselliğin aksine Türkler 1492'den beri mezalime tabi tutulan Musevilere kucak açmış ve bu alicenaplığını 2. Dünya Savaşı süresince de göstermişlerdir" söylemi; postmodern tarih yazımının ezber bozucu olmayı neo-bilimsellik sanan yeni ufkunda bugün tartışılmakta. “Yok canım, Türk'ün de hoşgörüsünün sınırları vardı; Osmanlı'da da bal gibi incitici bir ayırımcılıktan söz edilebilir. Dahası Cumhuriyet, Nazilere karşı Musevileri korumada o kadar da gayretli davranmamıştır, hatta Boğaziçi'ne Sığınanlar* bile bir süre sonra hayal kırıklığına uğrayarak Türkiye'yi terk etmek zorunda kalmışlardır" mealinde yorumlar giderek bazı akademik çevrelerde revaç bulmakta! Anlaşılan 'tefrik' noktasından, ifrat ve tefrit sarkacına doğru bir dönüşüm yaşamaktayız Türk-Musevi ilişkilerini anlatım şablonunda. Hangi cenahtan kaynaklanırsa kaynaklansın fanatizm, tarihi siyah-beyaz görme kolaycılığının arkasına sığınır. Oysaki tarih, bırakınız grinin tonlarını, çok renkliliğin egemen olduğu, tekdüze yorumları kaldırmayan bir çeşitlilik ve çelişkiler yumağıdır.
Türkiye Yahudileri hakkında ne biliyoruz?
Bana öyle geliyor ki, genel geçer nitelikte bir barış iklimi trendi olsa da Türk-Musevi ilişkileri (özellikle de Cumhuriyet döneminde) öyle sıfır sorunlu bir çerçevede ele alınamaz. Doğrusu da budur, (sosyolojinin marifetiyle arz edelim) işin 'doğası' da budur, 'doğalı' da! İşte, tam da kendi geçmişimizle yüzleşirken karşımıza bu kitap çıkıyor. Türkiye, Yahudiler ve Holokost, Corry Guttstadt (İstanbul: İletişim, 2012), 614 sayfa... Akademik arka planının yanı sıra ırkçılık karşıtı bir aktivist olan yazar, bu müthiş dokümantervari çalışmasında, kendi tabiriyle “iki dünya savaşı arasındaki dönemde Türkiye Yahudilerinin Avrupa'da büyük bir çeşitlilik gösteren ve soykırım esnasında ortadan kaldırılan varlığını hatırlatmak" istemiş. Eh, doğrusu bunu da iyi başarmış.
Girişte 'uyum ve dışlama' sarkacındaki Türkiye Musevilerinin 1940 öncesi konumlarını, daha sonraki bölümlerde ise Türkiye dışında yaşamaya karar vermiş Seferdim Yahudilerinin ülke ülke Nazizm'den nasıl etkilendiklerini, son bölümlerde de 2. Dünya Savaşı sırasında Milli Şef Türkiye'sinin (a) Yahudi vatandaşlarına (b) Avrupa'daki Türkiyeli Yahudilere yönelik iç ve dış siyasetlerini incelemiş.
İnönü devrinde Türkiye'nin 'Dış Musevilerini' Holokost'tan kurtarmak üzere iltica ve Filistin/ İsrail'e göçlerini desteklemede pek gayretli olmadığını, bu çerçevede gösterilen iyi niyetli girişimlerin Avrupa'daki Türk diplomatlarının kişisel açılımlarından kaynaklandığını savunmaktadıryazar. Ankara'nın bu alandaki 'isteksizliğinin' de 'sadece göçmenlerden duyulan korkuya' dayanmadığını, İnönü iktidarının 'bariz bir Yahudi karşıtı karakter içerdiğini' vurgulamaktadır (s.222). Kısacası Türkiye, Cumhuriyet döneminde Musevilere Osmanlı kadar kucak açmamıştır gibi ezber bozucu bir değerlendirme yapmaya zorluyor bizi Guttstadt'ın araştırması… Tabii, nihai bir değerlendirme için Stanford Shaw'ın Turkey and Holocaust (Basingtake, 1993) adlı çalışması ile Rıfat N. Bali'nin yine (kısmen) İletişim Yayınları tarafından neşredilen eserlerini de okuyarak hüküm vermenizi dileriz. Daha da önemlisi, aynen yazarın da kabul ettiği gibi, “geriye, Türk hükümetinin Dışişleri Bakanlığı'nın arşivini uluslararası araştırmalara açarak, bu konuya dair yapılacak farklı araştırmaları mümkün kılmasını umut etmek kalıyor." (s. 524)
Türk-Musevi müziğinin seyri
Türkiye Musevilerinin tarihine değinmişken, kolektif düzlemde yapılan değerlendirmeleri, bu defa bir müzik albümünün tanıtımı için bireysel çerçevede ele almak istiyorum. Konuyla alakası dolayısıyla Kalan Müzik Yapım'dan 2004'te çıkan İzak Algazi Efendi adlı CD'ye dikkatinizi çekeyim. Bu İzak Efendi, III. Selim'in musiki-tambur hocası İzak Efendi değildir. Ancak Algazi de onun gibi Osmanlı-Türk-Musevi musikisinin en büyük 'hoca' ve icracılarındandır. Sesi (hanendeliği) de cabası… Onun hakkında ayrıntılı bir araştırma yapan Edwin Seroussi'ye (The Life and Music of R. Isaac Algazi from Turkey, Kudüs) göre İzak Efendi 1889'da İzmir'de doğmuş, sinagoglarda 'hazzanlık' (hanendelik) eylemiş, Cumhuriyet'i savunmasına rağmen 1933'te Paris'e ve 1935'te de Montevideo'ya (Uruguay) yerleşmiş ve orada ölmüştür (1950). İlginçtir, Türkiye'de yeni rejimi savunmasına ve bu çabalarından ötürü Atatürk'ün ona bir Türkçe Kur'an meali hediye etmesine rağmen, Atatürk'ün onun radyo yönetim kurulu üyeliğini veto etmesiyle hayal kırıklığına uğrayıp, Türkiye'yi terk edecektir.
Evet, Algazi Siyonizm taraftarıdır; hatta aktivisttir, özellikle de Montevideo yıllarında… Ancak onun bu eğilim nedenlerini keşfedebilmek için Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş yıllarında Türkiye Musevilerinin yaşadığı kimlik bunalımına da eğilmek gerekmektedir ki, bu boyut Guttstadt'ın kitabında -belki ilgili görülmediğinden- ıskalanmıştır. Türkiye Musevileri, bazı çekinceleri inkâr etmeden arz edebiliriz ki, Osmanlı'da en fazla müsaadeye/toleransa mazhar bir millet (hatta ümmet) olarak yaşamaktaydılar. Cumhuriyet'in uluslaştırma çabaları ise onların geleneksel yaşam koşullarını ister istemez etkileyecekti. Öyle ki, bir yandan Batılılaşmaya/modernleşmeye ayak uydurmak istiyorlar, öte yandan da Osmanlı'dan beri alışık oldukları kültürel haklarından (tabii ki) feragat etmek istemiyorlardı. İşte bu, kolay çözümlenebilecek/ giderilebilecek bir açmaz ya da seçim değildi. Çünkü gerek Türkiye'deki, gerekse Paris-Montevideo eksenindeki siyasal etkinlikleri, Algazi'nin sanatsal dünyasının tükenişini tazmin edemeyecekti. Başka bir deyişle, Algazi'nin kozmolojisindeki egemen musikişinaslığını Türkiye dışında takdir eden yoktu veya onu tatmin edecek derecede değildi! Kalan'ın çıkarttığı albümde müzikolog Bülent Aksoy'un da ifade ettiği gibi bu, Algazi'nin 'manevi ölümü' olmuştu!
Safarad musıkişinas Algazi'nin Türkiye'de yayınlanan diskinde onun Türk sanat musıkisi yorumlarını, İbranice güfteli dinî icralarını ve Yahudi İspanyolcası ile okuduğu dindışı şarkılarını dinleyebilirsiniz. Albümdeki 14 numaralı esere (Yslach Mi-shamayyim) dikkatinizi çekerim. Bu havra ilahisi, Derviş Mustafa Efendi'nin Bayati Mevlevi ayininin, 3. selamının yürük semai bölümünün tıpatıp aynısıdır! Aslında buna şaşmamak gerekir. Havra müziği Mevlevilikten etkilenmiştir. Bu bahis, üzerinde müstakil makaleler yazılacak hacimde olduğu için burada sadece Musevi musıkişinasların Osmanlı müzik kültürüne zenginlik katışlarını ve Osmanlı kültürünün de Musevi sanatçılara kendilerini geliştirecek imkânları tanıdığını kaydederek, Derin Kitabiyat'ın bu ayki münderecatına son noktayı koyalım. Daha 'derin tarih' meraklılarına araştıracakları bir konu hediye ederek… Bu arada, az kalsın unutuyordum, (Osmanlı–Türk) Musevi müziğinin çağdaş yorumları için Safarad grubunu tavsiye ederim sizlere.
Allah bilir (bence okuyucu da şahittir), ömrüm boyunca antisemitist (Yahudi düşmanı) olmamışımdır. Siyonizm'e karşı olmak ayrı, bir millete/ dinine düşmanlık ayrıdır, diye düşünmüşümdür. Aslında böylesi bir 'tefrik-i idrak', sadece bana değil, genelde tüm Türklere, hatta Müslümanlara özgü bir özelliktir. Antisemitizm ya da Yahudi sorunu batının bir illeti, içtimaî hastalığıdır. O jeo-kültürde doğmuş ve gelişmiş; asimilasyona, Filistin'e ihraca (tehcir) ve (bunlar da yetmeyince) Hitler'in nihai çözümüne (Holokost) değin varmıştır. Oysaki Türk-İslam coğrafyasında Antisemitizm ya olmamıştır ya da modernitenin (ulusçuluğun) virüslerinin aşılanmasıyla Batı'dan ona bulaştırılmıştır.
“Batı'daki tarihselliğin aksine Türkler 1492'den beri mezalime tabi tutulan Musevilere kucak açmış ve bu alicenaplığını 2. Dünya Savaşı süresince de göstermişlerdir" söylemi; postmodern tarih yazımının ezber bozucu olmayı neo-bilimsellik sanan yeni ufkunda bugün tartışılmakta. “Yok canım, Türk'ün de hoşgörüsünün sınırları vardı; Osmanlı'da da bal gibi incitici bir ayırımcılıktan söz edilebilir. Dahası Cumhuriyet, Nazilere karşı Musevileri korumada o kadar da gayretli davranmamıştır, hatta Boğaziçi'ne Sığınanlar* bile bir süre sonra hayal kırıklığına uğrayarak Türkiye'yi terk etmek zorunda kalmışlardır" mealinde yorumlar giderek bazı akademik çevrelerde revaç bulmakta! Anlaşılan 'tefrik' noktasından, ifrat ve tefrit sarkacına doğru bir dönüşüm yaşamaktayız Türk-Musevi ilişkilerini anlatım şablonunda. Hangi cenahtan kaynaklanırsa kaynaklansın fanatizm, tarihi siyah-beyaz görme kolaycılığının arkasına sığınır. Oysaki tarih, bırakınız grinin tonlarını, çok renkliliğin egemen olduğu, tekdüze yorumları kaldırmayan bir çeşitlilik ve çelişkiler yumağıdır.
Türkiye Yahudileri hakkında ne biliyoruz?
Bana öyle geliyor ki, genel geçer nitelikte bir barış iklimi trendi olsa da Türk-Musevi ilişkileri (özellikle de Cumhuriyet döneminde) öyle sıfır sorunlu bir çerçevede ele alınamaz. Doğrusu da budur, (sosyolojinin marifetiyle arz edelim) işin 'doğası' da budur, 'doğalı' da! İşte, tam da kendi geçmişimizle yüzleşirken karşımıza bu kitap çıkıyor. Türkiye, Yahudiler ve Holokost, Corry Guttstadt (İstanbul: İletişim, 2012), 614 sayfa... Akademik arka planının yanı sıra ırkçılık karşıtı bir aktivist olan yazar, bu müthiş dokümantervari çalışmasında, kendi tabiriyle “iki dünya savaşı arasındaki dönemde Türkiye Yahudilerinin Avrupa'da büyük bir çeşitlilik gösteren ve soykırım esnasında ortadan kaldırılan varlığını hatırlatmak" istemiş. Eh, doğrusu bunu da iyi başarmış.
Girişte 'uyum ve dışlama' sarkacındaki Türkiye Musevilerinin 1940 öncesi konumlarını, daha sonraki bölümlerde ise Türkiye dışında yaşamaya karar vermiş Seferdim Yahudilerinin ülke ülke Nazizm'den nasıl etkilendiklerini, son bölümlerde de 2. Dünya Savaşı sırasında Milli Şef Türkiye'sinin (a) Yahudi vatandaşlarına (b) Avrupa'daki Türkiyeli Yahudilere yönelik iç ve dış siyasetlerini incelemiş.
İnönü devrinde Türkiye'nin 'Dış Musevilerini' Holokost'tan kurtarmak üzere iltica ve Filistin/ İsrail'e göçlerini desteklemede pek gayretli olmadığını, bu çerçevede gösterilen iyi niyetli girişimlerin Avrupa'daki Türk diplomatlarının kişisel açılımlarından kaynaklandığını savunmaktadıryazar. Ankara'nın bu alandaki 'isteksizliğinin' de 'sadece göçmenlerden duyulan korkuya' dayanmadığını, İnönü iktidarının 'bariz bir Yahudi karşıtı karakter içerdiğini' vurgulamaktadır (s.222). Kısacası Türkiye, Cumhuriyet döneminde Musevilere Osmanlı kadar kucak açmamıştır gibi ezber bozucu bir değerlendirme yapmaya zorluyor bizi Guttstadt'ın araştırması… Tabii, nihai bir değerlendirme için Stanford Shaw'ın Turkey and Holocaust (Basingtake, 1993) adlı çalışması ile Rıfat N. Bali'nin yine (kısmen) İletişim Yayınları tarafından neşredilen eserlerini de okuyarak hüküm vermenizi dileriz. Daha da önemlisi, aynen yazarın da kabul ettiği gibi, “geriye, Türk hükümetinin Dışişleri Bakanlığı'nın arşivini uluslararası araştırmalara açarak, bu konuya dair yapılacak farklı araştırmaları mümkün kılmasını umut etmek kalıyor." (s. 524)
Türk-Musevi müziğinin seyri
Türkiye Musevilerinin tarihine değinmişken, kolektif düzlemde yapılan değerlendirmeleri, bu defa bir müzik albümünün tanıtımı için bireysel çerçevede ele almak istiyorum. Konuyla alakası dolayısıyla Kalan Müzik Yapım'dan 2004'te çıkan İzak Algazi Efendi adlı CD'ye dikkatinizi çekeyim. Bu İzak Efendi, III. Selim'in musiki-tambur hocası İzak Efendi değildir. Ancak Algazi de onun gibi Osmanlı-Türk-Musevi musikisinin en büyük 'hoca' ve icracılarındandır. Sesi (hanendeliği) de cabası… Onun hakkında ayrıntılı bir araştırma yapan Edwin Seroussi'ye (The Life and Music of R. Isaac Algazi from Turkey, Kudüs) göre İzak Efendi 1889'da İzmir'de doğmuş, sinagoglarda 'hazzanlık' (hanendelik) eylemiş, Cumhuriyet'i savunmasına rağmen 1933'te Paris'e ve 1935'te de Montevideo'ya (Uruguay) yerleşmiş ve orada ölmüştür (1950). İlginçtir, Türkiye'de yeni rejimi savunmasına ve bu çabalarından ötürü Atatürk'ün ona bir Türkçe Kur'an meali hediye etmesine rağmen, Atatürk'ün onun radyo yönetim kurulu üyeliğini veto etmesiyle hayal kırıklığına uğrayıp, Türkiye'yi terk edecektir.
Evet, Algazi Siyonizm taraftarıdır; hatta aktivisttir, özellikle de Montevideo yıllarında… Ancak onun bu eğilim nedenlerini keşfedebilmek için Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçiş yıllarında Türkiye Musevilerinin yaşadığı kimlik bunalımına da eğilmek gerekmektedir ki, bu boyut Guttstadt'ın kitabında -belki ilgili görülmediğinden- ıskalanmıştır. Türkiye Musevileri, bazı çekinceleri inkâr etmeden arz edebiliriz ki, Osmanlı'da en fazla müsaadeye/toleransa mazhar bir millet (hatta ümmet) olarak yaşamaktaydılar. Cumhuriyet'in uluslaştırma çabaları ise onların geleneksel yaşam koşullarını ister istemez etkileyecekti. Öyle ki, bir yandan Batılılaşmaya/modernleşmeye ayak uydurmak istiyorlar, öte yandan da Osmanlı'dan beri alışık oldukları kültürel haklarından (tabii ki) feragat etmek istemiyorlardı. İşte bu, kolay çözümlenebilecek/ giderilebilecek bir açmaz ya da seçim değildi. Çünkü gerek Türkiye'deki, gerekse Paris-Montevideo eksenindeki siyasal etkinlikleri, Algazi'nin sanatsal dünyasının tükenişini tazmin edemeyecekti. Başka bir deyişle, Algazi'nin kozmolojisindeki egemen musikişinaslığını Türkiye dışında takdir eden yoktu veya onu tatmin edecek derecede değildi! Kalan'ın çıkarttığı albümde müzikolog Bülent Aksoy'un da ifade ettiği gibi bu, Algazi'nin 'manevi ölümü' olmuştu!
Safarad musıkişinas Algazi'nin Türkiye'de yayınlanan diskinde onun Türk sanat musıkisi yorumlarını, İbranice güfteli dinî icralarını ve Yahudi İspanyolcası ile okuduğu dindışı şarkılarını dinleyebilirsiniz. Albümdeki 14 numaralı esere (Yslach Mi-shamayyim) dikkatinizi çekerim. Bu havra ilahisi, Derviş Mustafa Efendi'nin Bayati Mevlevi ayininin, 3. selamının yürük semai bölümünün tıpatıp aynısıdır! Aslında buna şaşmamak gerekir. Havra müziği Mevlevilikten etkilenmiştir. Bu bahis, üzerinde müstakil makaleler yazılacak hacimde olduğu için burada sadece Musevi musıkişinasların Osmanlı müzik kültürüne zenginlik katışlarını ve Osmanlı kültürünün de Musevi sanatçılara kendilerini geliştirecek imkânları tanıdığını kaydederek, Derin Kitabiyat'ın bu ayki münderecatına son noktayı koyalım. Daha 'derin tarih' meraklılarına araştıracakları bir konu hediye ederek… Bu arada, az kalsın unutuyordum, (Osmanlı–Türk) Musevi müziğinin çağdaş yorumları için Safarad grubunu tavsiye ederim sizlere.