Truva Savaşı gerçekten oldu mu? Yazı tura Truva
HALİD KANDEMİR
Destanların kısmen de olsa tarihî olaylara dayandığı söylenir. Ne var ki, destanlarda geçen her olayın tarihte bir dayanak ve delilini bulmak mümkün olmaz. Homeros’un İlyada’da anlattığı Truva Savaşı’nı ele alalım. Bu savaş gerçekte oldu mu? Olduysa bile olay Çanakkale’deki Truva’da mı geçti? Halid Kandemir Derin Tarih dergisindeki yazısında Troy efsanesine dair soruların peşinde.
Sorular lüzumsuz görünebilir ama bazı bilim adamları tarihin nasırlarına basmayı seviyor olmalılar ki, onları ciddiye alarak Truva efsanesini sorgulamışlar.
Truva efsanesi M.Ö. 8. yüzyılda İlyada'da karşımıza çıkar. Ne gariptir ki, anlattıklarına Yunanlı hemşehrilerini bile inandıramayan Homeros'a 19. yüzyılda Avrupalılar sahip çıkacaktır. Acaba kör olması ve Truva hakkında kulaktan dolma bilgiler sunması mı merhametlerini kabartmıştı? Buna yazının sonunda siz karar vereceksiniz.
Efsaneye göre Truvalı Paris, Sparta Kralı Menelaus'un karısı Helen'i kaçırır. Bunun üzerine Akalar Truva'ya saldırır. Ancak muazzam surlarla korunduğundan şehri ele geçirmek kolay değildir. Surları aşamayacaklarını anlayan Akalar hileye başvurarak tahtadan bir atın içine saklanıp girdikleri şehri ele geçirirler.
Oysa Prof. Dr. Ekrem Akurgal'ın aktardığına göre işin aslı şudur: Tahta at değil, deprem koşmuştur yardımlarına. Böylece surlar yıkılmış ve Akalar şehri ele geçirmiştir. Şehri almalarına bunca yardımcı olan Poseidon'a şükran nişanesi olarak tahtadan bir at yapıp adak olarak sunmuşlardır.
Mitoloji bir yana, gerçekte Truva diye bir kent var mı? Varsa nerededir? Yoksa düpedüz bir efsane karşısında yüzyıllardır avunuyor muyuz?
Soruların peşine düştüğümüzde çetin bir tartışmanın ortasında buluveriyoruz kendimizi.
Tartışmalar Heinrich Schliemann adlı Alman arkeoloğun (ki asıl mesleği tüccarlıktır) Çanakkale'de Tevfikiye köyünün batısında yer alan Hisarlık Tepesi'ndeki araştırmalarında Truva'yı bulduğunu duyurmasıyla başlayacaktır (1868). Öyle ya, çocukluğundan beri Homeros'un eserlerini okuya okuya Truva hayranı kesilmemiş miydi? İşte hayallerindeki şehre ilk ayak basan, kendisi oluyordu.
Homeros İlyada'da Menderes Nehri'nin iki kaynaktan Truva'yı beslediğini, birinin sıcak ve buharlı, diğerininse her zaman buz gibi soğuk olduğunu yazmıştı. Bu yer tespitine rağmen antik zamanlarda bile Kral Priamos'un Truva'sının nerede olduğu belirsiz ve ihtilaflı bir konuydu. Romalı coğrafyacı Strabon (MÖ 60- MS 21) ise gerçek konumun dağlara yakınlığının 5,6 km olmadığını belirtiyordu. Öyleyse Truva yerleşimi de mi gerçek değildi?
Antika eser kaçakçısı
Schliemann “Ithaque, le Pelepones, Troie. Recherche archeologiques” (1869) adlı doktora tezinin kabul edilmesinden sonra Çanakkale'de ruhsatsız ilk sondaj çalışmalarını yapmış, 1871'de ise resmî kazılarına başlamıştı. Yeterli bilgisi olmadığından 1882 yılından itibaren mimar Wilhelm Dörpfeld'le çalışacaktır. Bu sayede bir nebze de olsa kontrolsüz kazılarının yol açacağı tahribatın önüne geçilmiş olacaktı.
Silah tüccarı olan Schliemann'ın 1873'te Atina'ya kaçırdığı Truva hazineleri şu anda dünyanın dört bir yanına dağılmış vaziyette. İnanılması güç ama tam 40 farklı müzede sergileniyor buluntular.
Osmanlı İmparatorluğu kaçırılan eserlerin ana vatanlarına getirilmesi için hukuk mücadelesi başlatmışsa da bir türlü başarılı olamamıştı. Schliemann Osmanlı'ya 50 bin Frank ödeyerek görünüşte davayı kapatmıştı ama bunun henüz tam anlamıyla gerçekleşmediği, eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın geri getirme girişiminden anlaşılacaktır. Çalınan eserlerden 24'ünü peyderpey geri alıyoruz. Eserlerin bir başka özelliği ise Osmanlı İmparatorluğu'nun yargı önünde verdiği ilk eski eser mücadelesine konu olmaları.
Tuhaf olan husus ise hem Schliemann'ın, hem de sonraki araştırmacıların İlyada'da bahsi geçen Ilion ile Priamos'un Troia'sının aynı yerde olduğunu ispatlayacak delilleri bugüne kadar sunamamış olmaları.
Almanya'daki Tübingen Üniversitesi Antik Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Frank Kolb, şehrin Truva filmindeki gibi muazzam ölçeklerde olmadığına, hadi savaş gerçekleşti diyelim, önemli bir olay sayılmayıp kendi döneminde kayıtlara dahi geçirilmediğine dikkat çekiyor.
1989'da incelemelerde bulunmak üzere Çanakkale'ye gelen Frank Kolb'un 1997'deki ikinci ziyaretinde yanında, farklı görüşe sahip Prof. Dr. Manfred Korfmann da vardır. (Korfmann 2003'te Türk vatandaşı olup 'Manfred Osman' adını alacak, iki yıl sonra da bir 'Türk' olarak ölecektir.)
Her kafadan bir Truva çıkıyor
Birlikte gerçekleştirdikleri araştırmalar neticesinde Korfmann elindeki verilere göre Truva'nın yerini tespit ettiğine inanır ve buluşunu kamuoyuna duyurmak üzere harekete geçer. Ancak meslektaşı Kolb aynı fikirde değildir. Ona göre inceleme yapılan bölge, antik Truva'ya ait değildir. Korfmann bulguları çarpıtarak ve yeterli kanıta ulaşmadan Truva'nın gerçek yerini bulduğunu ilan etmiş, böylece kişisel hırsıyla vahim bir tarihî hatanın kapılarını aralamıştır.
Dr. Kolb müteakip yıllarda Berliner Morgenpost'tan bir gazetecinin Korfmann'ın Truva hakkındaki düşüncelerini sorması üzerine “Korfmann korumaya alınmış arazileri yok saymıştı. Sonra da sesini yükseltip medyaya hakim olarak Temmuz 2001'e kadar kitleleri Truva'yı bulduğuna ikna etti” cevabıyla hararetli bir tartışmanın pimini çekmiş oldu.
Dr. Kolb, Tübingen Üniversitesi internet sitesinde yer alan, Dieter Hertel'le beraber yazdıkları makalede Korfmann'ın Truva hakkındaki verilerinin yetersiz olduğunu, onun kazı için gerekli sözleşmeyi kendi lehine çevirmek için tarafların görüşlerine müdahale etmekten, hatta onlara bir teğmen gibi emir vermekten geri durmadığını ifşa eder.
Truva tartışmasının seyrine bakıldığında Korfmann'ın saptırılmış sunumlarına kölece itaat edildiği ve alternatif modellerin önemsiz sayılıp dışlandığı görülür. Sözün kısası, basında Truva'ya dair makaleler yaygınlaştığından bu yana Korfmann'ın görevi sadece tartışmak olacaktır.
Dr. Kolb, “Korfmann inceleme alanında daha önce herhangi bir çalışma yapmamış, Roma ve Helenistik kalıntıların yer aldığı bölümlerde temel duvarları kurup sonra da burayı Truva diye sunmuştur” sözüyle bir bakıma Truva efsanesinin sesini kısmış oluyordu. Yoksa hiç kısılmayacak denli açmış mı oluyordu demeliydik?
Bugün Truva, efsanede anlatıldığı gibi Poseidon'un yardımını gerektirecek denli geçilmez bir şehir değil. Aksine son derece savunmasız görünüyor. “Kuzguna yavrusu şahin görünür” sözü bile durumu izah etmeye yetmiyor.
Homeros'un anlattığı Truva, Priamos'un hisarıyla karşılaştırıldığında şeddadî olmak bir kenarda dursun, şaşırtıcı derecede küçük bile kalıyor. Şehrin boyutlarının antik destanların ilhamıyla abartıldığı neyse ki literatürde kabul görmeye başladı artık.
Yazdıklarına renk ve heyecan katmayı seven Homeros'un kitleleri etkileyebilmek için zaman ırmağına attığı taşlar umulmadık başlarda derin izler bırakmış anlayacağınız. O kadar ki, Şemseddin Sami'nin Kâmûs'ul Âlâm'ında dahi bulabiliyorsunuz 'Truva' maddesini.
Şu sorunun aklınızın kıyısına vurması kaçınılmaz gibidir:
Bunca zamandır Avrupalıların kendilerine mal etmek için yazı, kitap ve filmlerle zihin sularımızda gezdirdikleri efsanelerden biri daha mı dibe batıyor?
Henüz değil belki ama Truva gemisinin su almaya başladığı, artık gözlerden saklanamayacak bir noktaya gelmiş bulunuyor.
Truva efsanesi M.Ö. 8. yüzyılda İlyada'da karşımıza çıkar. Ne gariptir ki, anlattıklarına Yunanlı hemşehrilerini bile inandıramayan Homeros'a 19. yüzyılda Avrupalılar sahip çıkacaktır. Acaba kör olması ve Truva hakkında kulaktan dolma bilgiler sunması mı merhametlerini kabartmıştı? Buna yazının sonunda siz karar vereceksiniz.
Efsaneye göre Truvalı Paris, Sparta Kralı Menelaus'un karısı Helen'i kaçırır. Bunun üzerine Akalar Truva'ya saldırır. Ancak muazzam surlarla korunduğundan şehri ele geçirmek kolay değildir. Surları aşamayacaklarını anlayan Akalar hileye başvurarak tahtadan bir atın içine saklanıp girdikleri şehri ele geçirirler.
Oysa Prof. Dr. Ekrem Akurgal'ın aktardığına göre işin aslı şudur: Tahta at değil, deprem koşmuştur yardımlarına. Böylece surlar yıkılmış ve Akalar şehri ele geçirmiştir. Şehri almalarına bunca yardımcı olan Poseidon'a şükran nişanesi olarak tahtadan bir at yapıp adak olarak sunmuşlardır.
Mitoloji bir yana, gerçekte Truva diye bir kent var mı? Varsa nerededir? Yoksa düpedüz bir efsane karşısında yüzyıllardır avunuyor muyuz?
Soruların peşine düştüğümüzde çetin bir tartışmanın ortasında buluveriyoruz kendimizi.
Tartışmalar Heinrich Schliemann adlı Alman arkeoloğun (ki asıl mesleği tüccarlıktır) Çanakkale'de Tevfikiye köyünün batısında yer alan Hisarlık Tepesi'ndeki araştırmalarında Truva'yı bulduğunu duyurmasıyla başlayacaktır (1868). Öyle ya, çocukluğundan beri Homeros'un eserlerini okuya okuya Truva hayranı kesilmemiş miydi? İşte hayallerindeki şehre ilk ayak basan, kendisi oluyordu.
Homeros İlyada'da Menderes Nehri'nin iki kaynaktan Truva'yı beslediğini, birinin sıcak ve buharlı, diğerininse her zaman buz gibi soğuk olduğunu yazmıştı. Bu yer tespitine rağmen antik zamanlarda bile Kral Priamos'un Truva'sının nerede olduğu belirsiz ve ihtilaflı bir konuydu. Romalı coğrafyacı Strabon (MÖ 60- MS 21) ise gerçek konumun dağlara yakınlığının 5,6 km olmadığını belirtiyordu. Öyleyse Truva yerleşimi de mi gerçek değildi?
Antika eser kaçakçısı
Schliemann “Ithaque, le Pelepones, Troie. Recherche archeologiques” (1869) adlı doktora tezinin kabul edilmesinden sonra Çanakkale'de ruhsatsız ilk sondaj çalışmalarını yapmış, 1871'de ise resmî kazılarına başlamıştı. Yeterli bilgisi olmadığından 1882 yılından itibaren mimar Wilhelm Dörpfeld'le çalışacaktır. Bu sayede bir nebze de olsa kontrolsüz kazılarının yol açacağı tahribatın önüne geçilmiş olacaktı.
Silah tüccarı olan Schliemann'ın 1873'te Atina'ya kaçırdığı Truva hazineleri şu anda dünyanın dört bir yanına dağılmış vaziyette. İnanılması güç ama tam 40 farklı müzede sergileniyor buluntular.
Osmanlı İmparatorluğu kaçırılan eserlerin ana vatanlarına getirilmesi için hukuk mücadelesi başlatmışsa da bir türlü başarılı olamamıştı. Schliemann Osmanlı'ya 50 bin Frank ödeyerek görünüşte davayı kapatmıştı ama bunun henüz tam anlamıyla gerçekleşmediği, eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay'ın geri getirme girişiminden anlaşılacaktır. Çalınan eserlerden 24'ünü peyderpey geri alıyoruz. Eserlerin bir başka özelliği ise Osmanlı İmparatorluğu'nun yargı önünde verdiği ilk eski eser mücadelesine konu olmaları.
Tuhaf olan husus ise hem Schliemann'ın, hem de sonraki araştırmacıların İlyada'da bahsi geçen Ilion ile Priamos'un Troia'sının aynı yerde olduğunu ispatlayacak delilleri bugüne kadar sunamamış olmaları.
Almanya'daki Tübingen Üniversitesi Antik Tarih Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Frank Kolb, şehrin Truva filmindeki gibi muazzam ölçeklerde olmadığına, hadi savaş gerçekleşti diyelim, önemli bir olay sayılmayıp kendi döneminde kayıtlara dahi geçirilmediğine dikkat çekiyor.
1989'da incelemelerde bulunmak üzere Çanakkale'ye gelen Frank Kolb'un 1997'deki ikinci ziyaretinde yanında, farklı görüşe sahip Prof. Dr. Manfred Korfmann da vardır. (Korfmann 2003'te Türk vatandaşı olup 'Manfred Osman' adını alacak, iki yıl sonra da bir 'Türk' olarak ölecektir.)
Her kafadan bir Truva çıkıyor
Birlikte gerçekleştirdikleri araştırmalar neticesinde Korfmann elindeki verilere göre Truva'nın yerini tespit ettiğine inanır ve buluşunu kamuoyuna duyurmak üzere harekete geçer. Ancak meslektaşı Kolb aynı fikirde değildir. Ona göre inceleme yapılan bölge, antik Truva'ya ait değildir. Korfmann bulguları çarpıtarak ve yeterli kanıta ulaşmadan Truva'nın gerçek yerini bulduğunu ilan etmiş, böylece kişisel hırsıyla vahim bir tarihî hatanın kapılarını aralamıştır.
Dr. Kolb müteakip yıllarda Berliner Morgenpost'tan bir gazetecinin Korfmann'ın Truva hakkındaki düşüncelerini sorması üzerine “Korfmann korumaya alınmış arazileri yok saymıştı. Sonra da sesini yükseltip medyaya hakim olarak Temmuz 2001'e kadar kitleleri Truva'yı bulduğuna ikna etti” cevabıyla hararetli bir tartışmanın pimini çekmiş oldu.
Dr. Kolb, Tübingen Üniversitesi internet sitesinde yer alan, Dieter Hertel'le beraber yazdıkları makalede Korfmann'ın Truva hakkındaki verilerinin yetersiz olduğunu, onun kazı için gerekli sözleşmeyi kendi lehine çevirmek için tarafların görüşlerine müdahale etmekten, hatta onlara bir teğmen gibi emir vermekten geri durmadığını ifşa eder.
Truva tartışmasının seyrine bakıldığında Korfmann'ın saptırılmış sunumlarına kölece itaat edildiği ve alternatif modellerin önemsiz sayılıp dışlandığı görülür. Sözün kısası, basında Truva'ya dair makaleler yaygınlaştığından bu yana Korfmann'ın görevi sadece tartışmak olacaktır.
Dr. Kolb, “Korfmann inceleme alanında daha önce herhangi bir çalışma yapmamış, Roma ve Helenistik kalıntıların yer aldığı bölümlerde temel duvarları kurup sonra da burayı Truva diye sunmuştur” sözüyle bir bakıma Truva efsanesinin sesini kısmış oluyordu. Yoksa hiç kısılmayacak denli açmış mı oluyordu demeliydik?
Bugün Truva, efsanede anlatıldığı gibi Poseidon'un yardımını gerektirecek denli geçilmez bir şehir değil. Aksine son derece savunmasız görünüyor. “Kuzguna yavrusu şahin görünür” sözü bile durumu izah etmeye yetmiyor.
Homeros'un anlattığı Truva, Priamos'un hisarıyla karşılaştırıldığında şeddadî olmak bir kenarda dursun, şaşırtıcı derecede küçük bile kalıyor. Şehrin boyutlarının antik destanların ilhamıyla abartıldığı neyse ki literatürde kabul görmeye başladı artık.
Yazdıklarına renk ve heyecan katmayı seven Homeros'un kitleleri etkileyebilmek için zaman ırmağına attığı taşlar umulmadık başlarda derin izler bırakmış anlayacağınız. O kadar ki, Şemseddin Sami'nin Kâmûs'ul Âlâm'ında dahi bulabiliyorsunuz 'Truva' maddesini.
Şu sorunun aklınızın kıyısına vurması kaçınılmaz gibidir:
Bunca zamandır Avrupalıların kendilerine mal etmek için yazı, kitap ve filmlerle zihin sularımızda gezdirdikleri efsanelerden biri daha mı dibe batıyor?
Henüz değil belki ama Truva gemisinin su almaya başladığı, artık gözlerden saklanamayacak bir noktaya gelmiş bulunuyor.
Umarız Truva hayalleriniz suya düşmemiştir. Suyun kaldırma kuvveti bile bu kadar fanteziyi kaldıramayabilir zira.