Tarih yazımında jeokültür idrakini es geçenlerden misiniz?
PROF. DR. MİM KEMAL ÖKE
Yurt dışındaki bir tarihçinin kitabının başındaki -çoğunlukla okunmayan- ‘teşekkür’ bahsine bakın. O kişinin bu araştırmayı yapabilmesi için üniversitesi, yayıncısı ona nasıl katkıda bulunmuş? Hangi vakıflardan burs almış? Bir de bizimkilere bakın. Böyle bir destek yoktur!
2.Abdülhamid'in biyografisini yazmak bir akademik ömür boyu sürse de altından kolay kalkılacak bir proje değildir. 33 yıllık bir iktidar, ona giden yol ve halinden sonraki gelişmeleri de dikkate alırsanız tam yarım asırlık bir tarih kesitine eğiliyorsunuzdur demektir! Üstelik onca arşivin taranması bir yana, hayli polemikli bir araziye de giriyorsunuzdur! “Kızıl Sultan mı, Ulu Hakan mı?" sarkacına sıkışmış bir portrenin hakkını vermek zordur.
Türkiye'de olsun, yurt dışında olsun tarihçiler yine de II. Abdülhamid ve devr-i saltanatının orasından burasından bir şeyler yazma cazibesinden kendilerini kurtaramamışlardır. Bu minvalde güzel eserler çıkmadı da değil hani.
İşte onların içinde değerli dost, sempatik insan, ehil tarihçi Oryantalist François Georgeon'un Sultan Abdülhamid'i! Georgeon, Sultanla imparatorluğun kaderini özdeşleştirerek yola çıkmıştır ve o döneme ilişkin her süreç, kriz ve kişiye değinebilmiştir. Akıcı, popüler düzeyde bir üslupla hem de..
Batı'daki ders kitaplarında 'çirkin ve yanlış' bir Sultan Hamid tablosunun hâlâ egemen olduğunu itirafla Padişah'ı “otoriter ama bir yandan da kendisini imparatorluğu modernleştirmeye, ekonomiyi kalkındırmaya adamış" bir lider şeklinde tasvir etmekte (s. 18).
Ben Kızıl Sultanı aklamayı hedeflemiyorum; onun güzergahını ve icraatını anlamayı, onun dengeli ve tutarlı bir portresini çizmeyi amaçlıyorum (s. 19)" diyor. Bunu da bence -bizce yeni bir şey söylememesine rağmen- güzel yapıyor. En azından Batı'daki okuyucuya II. Abdülhamid'in imparatorluğu o koşullarda hayatta tutmayı başarmasının bile başlı başına tartışılmaz bir başarı (s. 607) olduğunu hatırlatıyor. Sağ olsun.
Türk okuru açısından ise bence Georgeon'un eseri, -anlamaya- 'giriş' kabilinden yeterli (648 sayfa) bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Yani tarihin derinliğini kavramamakta ısrar eden sığ peşin hükümlülere ders veren bir çalışma diyebiliriz.
Bakanlık desteği şart
Bilmem dikkatinizi çekti mi? Derin Kitap'ta aylardır çoğunlukla ülke dışı tarihçilerin tercüme edilip basılan eserlerini okuyorsunuz. Elbette bizim tarihimiz üzerine yazılanlar Türk okuyucusuyla buluşmalı. İyi de, Türk tarihçilerinin araştırmalarını yabancı dillere çevirip basanlar var mı? Ne Batılılar, ne de Doğulular bu zahmete girişiyorlar. Bir tek Sovyetler, yoldaş bildikleri yazarlarımız için bu külfete kalkışırlardı. O da tarih oldu!
Peki, yabancı yayıncılar bugün bu yükün altına girmeye değer eser mi bulamıyorlar? Düşünmeye değer.
Elbette yabancı dilde yayın yapıyoruz. Zaten üniversiteler arası kurul, bu hususta 'citation index'e girmemiş yabancı dilde makaleleri olmayanları doçent yapmıyor!
Ya kitap yayını? Bu alanda sadece doktorasını yurt dışında yapmış tarihçilerimizin araştırmaları ülke dışında yayınlanma imkânı buluyor.
Kıyaslama açısından yurt dışındaki bir tarihçinin kitabının başındaki -çoğunlukla okunmayan- 'teşekkür' bahsine bakın. O kişinin bu araştırmayı yapabilmesi için üniversitesi, yayıncısı ona nasıl katkıda bulunmuş? Hangi vakıflardan burs almış? Bir de bizimkilere bakın. Böyle bir destek yoktur!
Bizim yayıncıların bu alanda bir gayrete girmelerini beklemek hakkımız değil midir? Ya da Kültür Bakanlığı'ndan bu konuda fon teşvikini aramak yersiz midir? Evet, edebî eserlerin tercümesinde bir kıpırdanış var; ama ya bilimsel eserlerde?
Bu eleştirileri biri dile getirmeliydi. Bize ve bu sayfalara nasip oldu.
Bakanlık desteği derken, arz edeyim. Ama önce bir giriş yaparak…
Tarih, belki de en kestirme tanımıyla insanın çevresi ile ilişkisini anlatır. Sosyal ve beşerî bilimciler bu önerimizi uygarlık tarihinde insanın bölgesel (yerel), ulusal ve enternasyonal (global) sistem ile irtibatlarının sistematiğinin irdelenmesi şeklinde yorumlayabilirler. Siyaset sosyolojisi ve uluslararası ilişkiler disiplini uzmanlarının tarihi bu açıdan gördükleri bellidir.
Çevre, bu çerçevede cemiyetten başlayarak adı değişen insan gruplaşmaları şeklinde ele alınmıştır ve tabii ki bu, doğru bir çıkış noktasıdır. Ancak yeterli değildir. Tarih bir yerde insanın, Hz. Mevlana'nın diliyle cemaat, memat, nebatat ve hayvanat ile ilişkisini de kayda geçirmelidir.
Görene, köre ne!
Nedeni belli. Uygarlık dediğimiz olgu, dünyaya bakış açısıdır. Bir grup insanı diğerlerinden farklı kılan 2 önemli unsur vardır: evren tasarımı (kozmoloji) ve insan telakkisi. Ve her ikisi de eğer bileşik bir modele inkılap etmişse (başka bir deyişle bir felsefeyi haizse), o zaman o insan topluluğunun bir kültürü, hatta uygarlığı vardır diyebiliriz.
Bu doğrultuda sürdürdüğümüz analiz bir idrak meselesine taşır bizi. Dışişleri Bakanımız Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun 'Medeniyetlerin ben idraki' diye vasıflandırdığı jeokültür işte budur. Böylesi bir jeokültürde çevre, tarihî ve doğal varlıkları kapsar. Mimariye kadar sarkar. Metafiziksel derinliğe sahip toplumların idrak edebildikleri soyut kutsallarını somuta indirgeyebildikleri alan, mimaridir. Mimari bu açıdan çevreyi biçimlendirme ilmi ve sanatıdır. (Meselenin bu 'mim noktası'na dikkat çeken aydınlarımızın başında değerli dostumuz Mustafa Armağan gelir. Armağan sayesinde bu alanda temayüz etmiş ünlü mimarımız merhum Turgut Cansever'in külliyatı okuyucularla buluşmuştur. En son Timaş Yayınları bu eserleri yeniden basmıştır.)
Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra bu ayki Derin Kitap'ta tanıtmak istediğim bir başka kaynağın önemine işaret etmek istiyorum. Evet, çevrecilik sanki 21. yüzyılın yükselen değeri olarak karşımıza çıkmakta. Ama bu alanda bizim uygarlığımızın sicili pek bilinmiyor. O boşluğu doldurmak üzere bir belge yayını var şimdi karşımda: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yayınlanan Çevre Bir Emanettir kitabı (Ankara, 2012).
Osmanlı Arşivi'ndeki seçilmiş belgelerin takdimini içeren bir çalışma bu. 1. Bölüm, bize Osmanlıların çevre temizliği konusundaki hassasiyetlerine ilişkin evrakı sunuyor. O bölümü takiben işlenen konuları su kaynakları, ormanların muhafazası, hava kirliliği, avcılık, bitki ve hayvan neslinin korunması, bataklıkların kurutulması, görüntü kirliliğine dair tedbirler başlıklarıyla sıralayabiliriz. Büyük boy, resimli, belgelerin asıllarını içeren hacimli bir referans kaynağı… İyi bir iş çıkarılmış. Kutlarım.
Kitapta Haliç'in temizlenmesinin 1856'da dahi ciddi bir sorun olduğu belgelerin dilinden aktarılmakta. Demek ki, ileride tarihin kendilerini yargılamasını istemiyorlarsa, yöneticilerin belli bir çevre sorumluluğunu da idrak etmeleri gerektiğinin altını çizmekte yarar var.
Türkiye'de olsun, yurt dışında olsun tarihçiler yine de II. Abdülhamid ve devr-i saltanatının orasından burasından bir şeyler yazma cazibesinden kendilerini kurtaramamışlardır. Bu minvalde güzel eserler çıkmadı da değil hani.
İşte onların içinde değerli dost, sempatik insan, ehil tarihçi Oryantalist François Georgeon'un Sultan Abdülhamid'i! Georgeon, Sultanla imparatorluğun kaderini özdeşleştirerek yola çıkmıştır ve o döneme ilişkin her süreç, kriz ve kişiye değinebilmiştir. Akıcı, popüler düzeyde bir üslupla hem de..
Batı'daki ders kitaplarında 'çirkin ve yanlış' bir Sultan Hamid tablosunun hâlâ egemen olduğunu itirafla Padişah'ı “otoriter ama bir yandan da kendisini imparatorluğu modernleştirmeye, ekonomiyi kalkındırmaya adamış" bir lider şeklinde tasvir etmekte (s. 18).
Ben Kızıl Sultanı aklamayı hedeflemiyorum; onun güzergahını ve icraatını anlamayı, onun dengeli ve tutarlı bir portresini çizmeyi amaçlıyorum (s. 19)" diyor. Bunu da bence -bizce yeni bir şey söylememesine rağmen- güzel yapıyor. En azından Batı'daki okuyucuya II. Abdülhamid'in imparatorluğu o koşullarda hayatta tutmayı başarmasının bile başlı başına tartışılmaz bir başarı (s. 607) olduğunu hatırlatıyor. Sağ olsun.
Türk okuru açısından ise bence Georgeon'un eseri, -anlamaya- 'giriş' kabilinden yeterli (648 sayfa) bir eser olarak karşımıza çıkıyor. Yani tarihin derinliğini kavramamakta ısrar eden sığ peşin hükümlülere ders veren bir çalışma diyebiliriz.
Bakanlık desteği şart
Bilmem dikkatinizi çekti mi? Derin Kitap'ta aylardır çoğunlukla ülke dışı tarihçilerin tercüme edilip basılan eserlerini okuyorsunuz. Elbette bizim tarihimiz üzerine yazılanlar Türk okuyucusuyla buluşmalı. İyi de, Türk tarihçilerinin araştırmalarını yabancı dillere çevirip basanlar var mı? Ne Batılılar, ne de Doğulular bu zahmete girişiyorlar. Bir tek Sovyetler, yoldaş bildikleri yazarlarımız için bu külfete kalkışırlardı. O da tarih oldu!
Peki, yabancı yayıncılar bugün bu yükün altına girmeye değer eser mi bulamıyorlar? Düşünmeye değer.
Elbette yabancı dilde yayın yapıyoruz. Zaten üniversiteler arası kurul, bu hususta 'citation index'e girmemiş yabancı dilde makaleleri olmayanları doçent yapmıyor!
Ya kitap yayını? Bu alanda sadece doktorasını yurt dışında yapmış tarihçilerimizin araştırmaları ülke dışında yayınlanma imkânı buluyor.
Kıyaslama açısından yurt dışındaki bir tarihçinin kitabının başındaki -çoğunlukla okunmayan- 'teşekkür' bahsine bakın. O kişinin bu araştırmayı yapabilmesi için üniversitesi, yayıncısı ona nasıl katkıda bulunmuş? Hangi vakıflardan burs almış? Bir de bizimkilere bakın. Böyle bir destek yoktur!
Bizim yayıncıların bu alanda bir gayrete girmelerini beklemek hakkımız değil midir? Ya da Kültür Bakanlığı'ndan bu konuda fon teşvikini aramak yersiz midir? Evet, edebî eserlerin tercümesinde bir kıpırdanış var; ama ya bilimsel eserlerde?
Bu eleştirileri biri dile getirmeliydi. Bize ve bu sayfalara nasip oldu.
Bakanlık desteği derken, arz edeyim. Ama önce bir giriş yaparak…
Tarih, belki de en kestirme tanımıyla insanın çevresi ile ilişkisini anlatır. Sosyal ve beşerî bilimciler bu önerimizi uygarlık tarihinde insanın bölgesel (yerel), ulusal ve enternasyonal (global) sistem ile irtibatlarının sistematiğinin irdelenmesi şeklinde yorumlayabilirler. Siyaset sosyolojisi ve uluslararası ilişkiler disiplini uzmanlarının tarihi bu açıdan gördükleri bellidir.
Çevre, bu çerçevede cemiyetten başlayarak adı değişen insan gruplaşmaları şeklinde ele alınmıştır ve tabii ki bu, doğru bir çıkış noktasıdır. Ancak yeterli değildir. Tarih bir yerde insanın, Hz. Mevlana'nın diliyle cemaat, memat, nebatat ve hayvanat ile ilişkisini de kayda geçirmelidir.
Görene, köre ne!
Nedeni belli. Uygarlık dediğimiz olgu, dünyaya bakış açısıdır. Bir grup insanı diğerlerinden farklı kılan 2 önemli unsur vardır: evren tasarımı (kozmoloji) ve insan telakkisi. Ve her ikisi de eğer bileşik bir modele inkılap etmişse (başka bir deyişle bir felsefeyi haizse), o zaman o insan topluluğunun bir kültürü, hatta uygarlığı vardır diyebiliriz.
Bu doğrultuda sürdürdüğümüz analiz bir idrak meselesine taşır bizi. Dışişleri Bakanımız Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu'nun 'Medeniyetlerin ben idraki' diye vasıflandırdığı jeokültür işte budur. Böylesi bir jeokültürde çevre, tarihî ve doğal varlıkları kapsar. Mimariye kadar sarkar. Metafiziksel derinliğe sahip toplumların idrak edebildikleri soyut kutsallarını somuta indirgeyebildikleri alan, mimaridir. Mimari bu açıdan çevreyi biçimlendirme ilmi ve sanatıdır. (Meselenin bu 'mim noktası'na dikkat çeken aydınlarımızın başında değerli dostumuz Mustafa Armağan gelir. Armağan sayesinde bu alanda temayüz etmiş ünlü mimarımız merhum Turgut Cansever'in külliyatı okuyucularla buluşmuştur. En son Timaş Yayınları bu eserleri yeniden basmıştır.)
Bu hatırlatmayı yaptıktan sonra bu ayki Derin Kitap'ta tanıtmak istediğim bir başka kaynağın önemine işaret etmek istiyorum. Evet, çevrecilik sanki 21. yüzyılın yükselen değeri olarak karşımıza çıkmakta. Ama bu alanda bizim uygarlığımızın sicili pek bilinmiyor. O boşluğu doldurmak üzere bir belge yayını var şimdi karşımda: Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yayınlanan Çevre Bir Emanettir kitabı (Ankara, 2012).
Osmanlı Arşivi'ndeki seçilmiş belgelerin takdimini içeren bir çalışma bu. 1. Bölüm, bize Osmanlıların çevre temizliği konusundaki hassasiyetlerine ilişkin evrakı sunuyor. O bölümü takiben işlenen konuları su kaynakları, ormanların muhafazası, hava kirliliği, avcılık, bitki ve hayvan neslinin korunması, bataklıkların kurutulması, görüntü kirliliğine dair tedbirler başlıklarıyla sıralayabiliriz. Büyük boy, resimli, belgelerin asıllarını içeren hacimli bir referans kaynağı… İyi bir iş çıkarılmış. Kutlarım.
Kitapta Haliç'in temizlenmesinin 1856'da dahi ciddi bir sorun olduğu belgelerin dilinden aktarılmakta. Demek ki, ileride tarihin kendilerini yargılamasını istemiyorlarsa, yöneticilerin belli bir çevre sorumluluğunu da idrak etmeleri gerektiğinin altını çizmekte yarar var.
Derin Tarih felsefesi bize o kadar çok şeyi çağrıştırmaktadır ki… Tabii görene, köre ne!