Son Başbuğ Alparslan Türkeş
Alparslan Türkeş nâm-ıdiğer ‘başbuğ’ ülkenin verdiğien çetin imtihanlara şahitliketmiş, kendisi de zorlusınavlar vermişti. Göçler,darbeler, sürgünler ve hapiscezalarıyla geçen hayatındanibretlik dersler çıkarırken,başkanlık sistemi hakkındakigörüşlerini okuduğunuzdaçok şaşıracaksınız.
Sert bakışları, simasıyla bütünleşmiş alın çizgileriyle bir devrin gençliğinin gözünde ‘başbuğ’ olarak anılan ve bugün de anılmaya devam eden Alparslan Türkeş’in vefatının üzerinden 20 yıl geçti. Türk siyasetine damga vuran ‘dev’ isim Kıbrıs’ta açacaktı gözlerini dünyaya. Ailesi buraya Kayseri’den göç etmişti. İbn Haldun’un dediği gibi coğrafya kaderdir; Türkeş Kıbrıs’taki artan Rum tazyikinden kurtulmak için 1933’te Limasol adlı gemiyle İstanbul’a ayak bastığında henüz 16 yaşındaydı.
Genç Türkeş askerlik mesleğine ilk adımlarını İstanbul’da attı. 1933’de Kuleli Askeri Lisesi’ne girdi, 1939’da Harp Okulu’ndan mezun olarak Türk Silahlı Kuvvetlerine katıldı. 2. Dünya Savaşı yılları, memlekette ekonomik sıkıntılar almış başını gidiyor. Alparslan Türkeş bu karanlık günlerin yakında sona ereceğine inanır ve 1940’ta ilk evliliği yapar. Ayzıt, Umay, Selcen, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul ve daha sonraki evliliklerinden de Ayyüce ve Ahmet Kutalmış dünyaya geldi. İsimlerden anlaşılacağı üzere ömrünü adayacağı mefkûrenin etkisine çoktan girmiştir.
3 Mayıs 1944. Türk milletinin ve devletinin bekası fikrinin savunucusu münevverler ve üniversiteli gençler kendilerini cumhuriyetin ‘gerçek’ sahipleri olarak gösterenlere karşı Türkiye Cumhuriyeti tarihinde bir ilki gerçekleştirerek ideolojik tavırlarını ortaya koyarlar. CHP’yi Serbest Cumhuriyet Fırkası ve Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’ndan sonra siyaseten en sert eleştirecekler arasında kimler yoktur ki: Zeki Velidi Togan’dan Hüseyin Nihal Atsız’a, Reha Oğuz Türkkan’dan Cihat Savaş Fer’e, Nurullah Barıman’dan Fethi Tevetoğlu’na, Nejdet Sançar’dan Cebbar Şenel’e birçok isim…
Bu isimlerin yanında henüz 27’sinde bir üsteğmeni görürüz. Ankara Ulus Meydanı’na doğru yürüyüşe geçtikleri sırada polis tarafından yaka paça gözaltına alınan bu genç üsteğmen daha sonra o günleri şöyle anlatacaktı: “Bunlar Milli Şef ve onun gözde Milli Eğitim Bakanına nasıl gösteri yapabiliyorlardı? O zamana kadar Milli Şef’in müsaade etmediği hiçbir gösteri yapılamazdı. Demokrasi, eşitlik, hürriyet, gençlik... Bütün bunlar Türkiye’nin 1944 iktidarında hep palavradır. Halkın alkışları, gençlikten çıkacak “yaşa” naraları kayıtsız şartsız İnönü’nün tekelinde kalmalıdır.”
Milli Şef istibdadına karşı çıkan milliyetçileri ‘tabutluk’ günleri bekliyordu. Vatan hainliği suçlamasıyla hâkim karşısına çıktığında bunu şiddetle reddederek, “Ben yeryüzünde her şeyden çok milletimi ve vatanımı severim” cevabını verecekti Türkeş. Mahkeme 9 ay, 10 gün hapis cezası verir fakat bir yıl hücre hapsi yattığı için tahliye edilir.
Türkeş’in aldığı bu ceza Askeri Yargıtay tarafından daha sonra bozulur fakat bu vatanperver genç dimağlara kazınmıştır artık. Milliyetçiler bugün hâlâ kutlanan 3 Mayıs Türkçülük gününün mimarlarının adını marşlarında anmaya devam ediyorlar: “Yiğitçe buyruğa gönül verdiler, Alparslanlar, Toganlar, Orkun, İdiller, yürüyün, yürüyün haydi yiğitler”… Türkeş’in en büyük hayali askeriyede yükselmekti. 1948’de Genelkurmay’ın açtığı sınavlarda gösterdiği başarı askeri eğitimine ABD’de devam etmesinin yolunu açtı. ABD’de piyade okulu ve Amerikan Harp Akademisi’ndeki eğitimleri başarıyla tamamladı. 1957’ye kadar Türk Genelkurmay’ı Temsil Heyeti üyeliğini sürdürdü ve bu süre içinde Uluslararası Ekonomi alanında yüksek tahsil yaptı.
Sürgün ve büyük dönüş
Türkiye 1950’li yıllarda tanıştığı demokrasiyi 27 Mayıs 1960 ihtilaliyle askıya alacaktı. Bu antidemokratik yöntemle seçilmiş iktidara el çektiren askerlerin arasında Alparslan Türkeş ismi dikkat çeker. Türk milleti 27 Mayıs cuntacılarının yönetime el koyduğunu Türkeş’in sesinden öğrendi. Aynı zamanda darbenin hemen ardından yönetimi devralan Milli Birlik Komitesinin üyelerindendi. Başbakan Müsteşarlığı görevini yürüttü. Fakat Cumhuriyetin ilanıyla birlikte ismini ‘karışık’ işlerde hep duyduğumuz “İsmet Paşa(!) Faktörü” burada da devreye girdi ve CHP’lilerin telkinleriyle MBK 13 Kasım 1960’da Alparslan Türkeş’in de aralarında bulunduğu milliyetçi- muhafazakâr 13 ismi tasfiye etti. Türkeş için sürgün günleri başlamıştı. Ne de olsa ‘muhacir’ bir ailenin ferdiydi; göçmek-sürülmek adeta onunla bütünleşmişti. Hindistan Yeni Delhi’deki mecburi ikameti sırasında da hükümete ikazlar içeren mektuplar yazmaya devam etti.
23 Şubat 1963’te yurda dönerek Huzur ve Yükseliş Derneği’ni kurdu. Kısa süre sonra Talat Aydemir’in darbe girişimine dâhil olduğu iddiasıyla 4 ay hücre hapsinde tutuldu. Yargılama sonucunda beraat etti. Sivil siyaset yapma isteğini Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne üye olarak resmîleştirdi. 1964’de üye olduğu partide bir yıl sonra genel başkanlık koltuğuna oturacaktı. Türkiye’de siyasetin kutuplaştığı bir dönemde CHP-AP çekişmelerine yeni bir alternatif sunan CKMP 8-9 Şubat 1969’daki olaylı kongresinde adını Türkeş’in teklifiyle Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirdi. Aşırı Türkçü akımların partideki ağırlığını ortadan kaldırarak “Hira dağı kadar Müslüman, Tanrı kadar Türk” şiarıyla Türk-İslam sentezinin siyasî arenada vücut bulmuş haliydi MHP. Olaylı kongrede bir taraf “Tanrı Türk’ü korusun” diye slogan atarken, Türkeş ve arkadaşları “Kanımız aksa da zafer İslamın” dediler. 1965’te girdiği meclisten 12 Eylül 1980 İhtilali sonrasında çıkmak zorunda bırakıldı Türkeş. Sivil siyasete değer verdiğinden ve darbelerle Türkiye’nin geri kaldığını idrak ettiğinden 1975 sonrasında kurulan 1. ve 2. Milli Cephe hükümetlerinde Türkiye’nin normalleşmesi için çabaladı. Fakat Türkiye’nin içinde bulunduğu durum korku filmi setlerini aratmıyordu. Sovyetler Birliği’nin desteğini arkasına alan bazı örgütler milliyetçi- muhafazakâr gençleri hedef almaya başlamışlardı. Türkeş, MHP tabanını olaylara karışılmaması için ikaz etti. Fakat bugün anlaşıldığı üzere 12 Eylül cuntacıları darbeye zemin hazırlamak için ‘Türkeş’e rağmen’ MHP’lileri sokağa döküp Türkiye tarihinin en karanlık günlerinin yaşanmasına sebep oldular. 12 Eylül’de komünizm tehdidini öne süren generaller, komünizmle mücadele eden MHP’li gençleri darağacına göndermekten geri durmadı. Darbenin ardından tutuklanan Türkeş, tarihe MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davası olarak geçen yargılamalarda 9 Nisan 1985’e kadar tutuklu kaldı.
Türkeş 27 Mayıs’ın ardından gelişen süreçte nasıl mağdur olduysa, 12 Eylül’den sonra da benzer mağduriyetleri yaşadı. 1987’de darbecilerin koyduğu siyasî yasakların halkoylamasıyla kaldırılmasının akabinde Milliyetçi Çalışma Partisi’nin genel başkanlığına seçildi. 24 Eylül 1991 seçimlerine o dönem irticai faaliyetlerin odağı ilan edilen Refah Partisi çatısı altına girmeyi kabul ettiğinde Türkiye’deki normalleşmeyi ne kadar çok istediği bir kez daha anlaşıldı. 1992’de ise darbecilerin kapattığı MHP’yi yeniden siyasî arenaya çıkartan Türkeş olacaktı.
Bir avuç dava arkadaşının başlattığı hareketin iki yıl sonra iktidar ortağı olduğunu göremeden, karlı bir Ankara gününde 4 Nisan 1997’de vefat etti. Cenazesine kendisine kıyasıya eleştirenler dahi katıldı. Ölmeden değeri ve kıymeti anlaşılamayan isimlerden biri olarak kara kaplı tarih defterine ismi yazılanlardı. Bugün hâlâ milyonlarca gencin dilinde ve gönlünde “başbuğ” olarak saygınlığı devam ediyor. Ankara Beştepe’deki kabri yılın her günü gönül verenleri tarafından ziyaret ediliyor.
- Türkeş de "tek başkan tek meclis" demişti
- Türkiye’nin koalisyonlardan çok çektiğini bilen Alparslan Türkeş Temel Görüşler adlı kitabında başkanlığın ülke için en ideal sistem olduğunu belirtmişti. Eski Türk devletlerinin tek bir lider etrafında birleşerek başarılar kazandığının altını çizen Türkeş, başkanlık sistemini şu sözlerle savunmuştu: “Milliyetçi hareket tek başkan, tek meclis sistemini savunur. Çağımız kuvvetli, adil ve hızlı icra çağıdır. Türk milleti, dünya imparatorlukları kurduğu devirlerde kuvvetli, adil ve hızlı icra sistemini uygulamıştır; kuvvetli ve hızlı icra, icra gücünün tek elde toplanmasıyla mümkündür. Bunun için tarih ve töremize uygun olarak başkanlık sistemini savunuyoruz. İcrayı, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık olarak ikiye bölemeyiz. Her konuda bütünleşmeci olduğumuza göre, icranın başında da bütünleşmeci olmalıyız. Türk tarih felsefesi ve tarihinde icra organı hiçbir zaman bulunmamış, yani tek bir başkan tarafından yürütülmüştür. Milliyetçi Türkiye’de de demokratik milli cumhuriyet ilkesi içinde başkan, Türk milletinin yürütme organının tek başı olacaktır. Tek başkan sistemine uygun olarak yasama organı yönünden de tek meclis sistemini savunuyoruz. Avrupa krallık veya federal devlet rejimlerinin bir mirası olan senatonun, millet meclisi yanında yasama işlerini geciktirdiği bir hüviyet taşıması dolayısıyla kaldırılmasını istiyoruz.”