Seyid Onbaşı bir varmış bir yokmuş
Çanakkale hep ötekilerin zaferi olarakgörüldü. Osmanlı’nın kazandığı birzaferi Cumhuriyet Türkiye’sindekutlamak yakışık alır mıydı? Derin Tarih dergisinde yakın tarihimizden uzak kalan Seyid Onbaşı'nın kıymetine yakışır yazısı Talha Uğurluel'in kaleminden.
Mart ayı yaklaşırken bir tedirginlik alır beni; acaba bu sene Çanakkale Savaşları ile ilgili hangi spekülatif konu ortaya atılacak? Bu sene ne hikmetse biraz erken yapıldı bu iş. Emekli bir albayımız, her nasılsa 98 yıl boyunca herkesin yanlış bildiği bir mevzuyu şu sözlerle çıkarıverdi ortaya: “18 Mart Deniz Harekâtı’nda meşhur Ocean zırhlısını Seyid Onbaşı vurmadı.” Hatta bu keşif o kadar hızlı dikkate alındı ki, aslı var mı yok mu diye soruşturulmadan Çanakkale Milli Parklar Müdürlüğü’nce Seyid Onbaşı’yı tanıtım broşürlerinden çıkarılma kararı alındı.
“Seyid Onbaşı vurmadıysa koca zırhlı nasıl battı?” sorusuna verilen cevapsa son derece manidar: “Zırhlı nereden geldiği bilinmeyen bir mermi tarafından batırıldı.”
Bıçağın kemiğe dayandığı an
Bu uygulamalar aslında mevzuya yabancı olmayanları hiç şaşırtmıyor. Çünkü Çanakkale, yıllarca bu toprakların yetimi olarak kaldı. Hep ötekilerin zaferi olarak görüldü. Osmanlı’nın kazandığı bir zaferi Cumhuriyet Türkiye’sinde kutlamak yakışık alır mıydı? Bu nedenle Çanakkale Savaşı’nı da öteledik, savaşın kahramanlarını da...
Halbuki o gün her şeyimizle oradaydık. Bıçağın kemiğe dayandığı andı. Kurmaylarımız da oradaydı, şehzadelerimiz de. Harbiye’nin ve Galatasaray Sultanisi’nin öğrencileri de, Anadolu’nun en ücra köyündeki Oduncu Seyid de, Niğdeli Ali de, Müstecib Onbaşı da…
Seyid askere 1909’da alınmıştı. O zamanlar normal şartlarda askerlik üç yıl sürüyordu. Yani 1912’de terhis olacak, baba ocağına geri dönecekti. Gelin görün ki savaş yıllarında asker ocağından üç yılda geri dönebilmek ne mümkün!
1912 yılına gelindiğinde Balkan Harbi başlamıştı. Tüm terhisler durduruldu; vatan hizmetine devam edildi. 1913’te savaş bitince terhis edilecekti ama nafile! Bu kez de korkunç 1. Dünya Savaşı patlak vermişti. Osmanlı Devleti bu savaşa henüz iştirak etmemiş olsa da asker elde hazır tutulmalıydı. Derken ardı ardına cepheler açılmaya başladı. Kafkas, Çanakkale, Galiçya, Irak, Filistin…
En kritik yer Çanakkale’ydi. Düşman buradan birkaç günde geçip İstanbul’u almak, paslı kamasını bağrımıza saplamak istiyordu. Bir varlık ve yokluk savaşı verilecekti Çanakkale’de. 18 Mart 1915 günü Müslüman toplumların kader günüydü. Çünkü bağımsız kalabilmiş tek Müslüman devletin esarete düşmesi an meselesiydi. En büyük deniz güçleri bir araya gelmiş, kısa sürede Çanakkale Boğazı’nı geçmenin planlarını yapıyorlardı.
Harekâta küçüklü büyüklü 400 parça gemi katıldı. Zamanın en büyük savaş gemileri oradaydı: ‘Yarımdünya’ lakaplı Queen Elizabeth, Bouvet, Irresistable, Inflexible ve diğerleri… Kin düşmanın gözlerini o denli bürümüştü ki, gemilerinden birine Agamemnon adını vermekten bile geri kalmamışlardı. (Homeros’un İlyada’sında geçen ve gemileriyle Truva’yı yok eden zalim Yunan kralından ismini alan Agamemnon, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı gemi olması açısından da anlamlıdır.)
O gün düşmanın dev zırhlıları Boğaz’dan içeri girmeye başladılar. Hedef İstanbul’du ve buraya karadan ulaşmanın yolu Rumeli’den geçiyordu. Özellikle Gelibolu kısmı ateşe verilecek ve burası bir an önce susturulacaktı.
Yoğun ateş başladı. 6 km. menzilli toplarıyla sanki ringde tek tarafın yumruk savurduğu bir boks maçı yaşanıyordu. Gemilerin menzilimize girmesiyle birlikte karşılık verilmeye başlandı. Kara barut ve 2 km. menzilli toplarla tabii... Rumeli Mecidiyesi yoğun bir saldırıya maruz kalmıştı. İşte ne olduysa o anda oldu!
Dünyanın en büyük zırhlılarından Queen Elizabeth ve Ocean, durmadan Rumeli Mecidiyesi’ni dövmekteydi. Derken isabet kaydetmeye başladılar ve birden cehennemî patlamalar yaşandı. Sanki tabyalarda kıyamet kopuyordu.
Tabya güllelerle sarsılırken etrafta parçalanmış asker cesetleri görülüyordu. Toplar kullanılmaz haldeydi. İri yarı bir asker yarı beline kadar toprağa gömülmüştü. Bir diğeri onu çıkartmak için uğraşıyordu. Derken başardı ve asker doğruldu. Bu sırada Ocean hala mermi yağdırmaktaydı.
Bu iri yarı asker toplara baktı. Bir tanesi sağlamdı; ama onun da vinci kırılmıştı. Arkadaysa üç tane mermi vardı. Onlara doğru yaklaştı ve 275 kg. ağırlığındaki dev mermiyi yüklenerek hızla fırlattı. İlk ikisinde başarılı olamadı. Ancak üçüncü mermiyi isabet ettirecek ve Ocean’ı tam dümen mürettebatından vuracaktı.
Gemi kendi çevresinde taraflamaya başladı ve yanındaki diğer gemiler Anadolu yakasına doğru çekildiler. Bu manevralar onlar için sonun başlangıcı olacaktı; çünkü Anadolu yakasında Karanlık Liman’da kıyıya paralel şekilde döşenmiş olan Nusret’in mayınları onları bekliyordu.
18 Mart Deniz Harekâtı Osmanlı’nın zaferiyle nihayete erdi. Her iki yakada büyük bir mücadele verilmiş; nice kahraman, dünyanın en büyük birleşik donanmasına (Yenilmez Armada) geçit vermemişti. Seyid’in kahramanlığı ise dillerde dolaşıyordu.
Müstahkem Mevki Kumandanı Cevad Paşa haberi almakta gecikmedi. Birkaç gün sonra Rumeli Mecidiyesi’ne yanında bir fotoğrafçıyla gelerek Seyid’i tebrik etti. Sıra onu, mermiyle birlikte o tarihî anı yeniden yaşarken fotoğraflamaya geldi. Poz vermek için mermiyi bir kez daha kaldırmak istedi Seyid. Ama nafile! Bu kez kımıldatamadı bile. Bir mucizenin gerçekleştiği o anı, hissiyatı ve muhteviyatıyla yeniden yaşamak ve dahi yaşatmak imkânsızdı. Bunun üzerine maket bir mermi yapılarak Seyid’e verildi. Maket mermiyi yüklenen Seyid, o zamanın Harb Mecmuası’nda tam sayfa yayınlanacak olan fotoğraf için poz vermeye hazırdı artık.
“Kemiklerinin çatırdadığını duydum”
Seyid Onbaşı’nın kimliğinden hiçbir şüphemiz yok. Edremit’in Havran’ında köyü de, evi de, mezarı da duruyor. Birkaç yıl öncesine kadar kendisi yıllarca cephelerde savaştığı için büyüdüğünü göremediği kızı da hayattaydı. Düne kadar Seyid Onbaşı’yı bilen, hatta onunla aynı birlikte vazife yapan askerler de aramızdaydı. İşte onu yakından tanıyanların dilinden Seyid’e ve o mucizevî anlara dair hatırda kalanlar...
1970-75 yılları arasında Elazığ Lisesi’nde fizik öğretmenliği yapan Fethullah Kaçar Bey, kendisi ile yaptığım görüşmede, Bediüzzaman Sid Nursi Hazretleri’nin “en esaslı ilk talebem” dediği Albay Hulusi Yahyagil’in sohbetlerine iştirak ettiğini ve Yahyagil’in çok nadir de olsa Çanakkale hatıralarına değindiğini söylemişti. Kaçar’ın anlattığına göre Yahyagil, Çanakkale Savaşı patlak verdiğinde İstanbul Harbiye’de son sınıf öğrencisidir ve Çanakkale’de cephe kumandanı yapılır. 18 Mart günü kahramanlık gösteren Seyid’i görmeye Mecidiye Tabyası’na gidenlerin arasında Yahyagil de vardır. Yani şu meşhur fotoğrafın çekileceği gün…
Seyid’in fotoğrafın çekileceği anda mermiyi kaldıramadığını, “O, o zamandı kumandanım” dediğini, sonra merminin içini boşaltmak istediklerini ama patlar diye vazgeçtiklerini, bu nedenle maket bir mermi yapıldığını ve Seyid’in onunla poz verdiğini uzun uzun anlatmıştı bana.
Bir katkı anlamında akrabalarımdan bir şahidi de anmalıyım: Annem Fatma Uğurluel’in dedesinin kardeş torunu, Manisa’nın Akhisar kazasından Çavuşların Mustafa Ali Dayı. O da Çanakkale’ye erken gönderilenlerden. Lakabından da anlaşılacağı üzere çavuş rütbesinde idi. Döndükten sonra yıllarca Seyid Onbaşı’yı anlatmış, kaldırdığı dev mermi ile dev zırhlıyı vuruşunu, savaşın seyrini değiştiren o anı dün gibi hatırladığını söylemiş hep. Olup biteni adeta bir kamera gibi kaydeden Mustafa Ali Dayı’dan Seyid Onbaşı’nın yaşadıklarını dinleyenler olmuş.
Düne kadar aramızda olan şahitlerdi onlar. Ancak tevazularından dolayı olaya dair nice büyük ayrıntıyı zor aldık ağızlarından. Sonra sessiz sedasız aramızdan çekildiler. Ve biz bugün, onların kendilerini saklama dertleri ile birilerinin onların büyüklüklerini gölgeleme çabaları arasında bu ülkenin gerçek kurtarıcılarını görmeye ve göstermeye çalışıyoruz.
Oysa Seyid’in arkadaşı Niğdeli Ali, bugün üzeri örtülmeye çalışılan bu hadiseyi, yıllar sonra “Seyid mermiyi sırtına aldığında ben kemiklerinin çatır çatır çatırdadığını duyuyordum” diye anlatacaktı (Dört Mevsim Niğde Dergisi, 2010/2).
Seyid Onbaşı, bu konuşulanları duysaydı sizce ne derdi?