Prof. Dr. Şerif Mardin: 'Bediüzzaman Türkiye’deki savaştan bir bütün çıkarmaya çalıştı.'
ABDULLAH AHMET
Derin Tarih dergisi, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e din ve siyaset alanında yaptığı paha biçilmez çalışmalarla dünyaca tanınan sosyolog Prof. Dr. Şerif Mardin’le 1989’da yayınlandığında çok ses getiren Religion and Social Change in Modern Turkey: The Case of Bediüzzaman Said Nursi (Bediüzzaman Said Nursi Olayı: Modern Türkiye’de Din ve Toplumsal Değişim) adlı kitabı etrafında genişçe incelediği Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur hareketini konuştu. Bu önemli söyleşiyle sizleri baş başa bırakıyoruz.
Osmanlı'nın son, Cumhuriyet'in ilk döneminde yaşayan bir İslam âlimi olarak Bediüzzaman Sid Nursi'yi ve Nur hareketini nasıl ve hangi çerçevede anlamak gerekir?
Bediüzzaman'ın, zamanındaki Müslümanlıkla karşılaştığında problemleri gördüğünü ve bunların açıklanmasını istediğini anlıyorum fakat toplumsal bir hareket olarak bu kadar kişinin kendisine katılmasını anladığımı söyleyemem. Entelektüel hayatının büyük bir kısmını İstanbul'da geçirmesi, ardından İstiklal Harbi'ne katılması, Rusya'daki esareti ve geri gelişi gibi olaylar bilinmektedir. Ancak 1940'lardan itibaren bu kadar çok kimsenin Bediüzzaman'ı bir kurtarıcı olarak görmesine bir anlam veremiyorum. Büyük bir kitle kendisini lider olarak görmüş.
Nurculuk hareketinin gelişmesini, prestijini ve çekiciliğini, bunun yanında Müslümanlık bilgisi sayesinde çözümlenmemiş saydığı meseleleri halletmeye çalışması anlaşılabilir. Fakat geniş bir hareket olarak erken zamanlarda teşekkül etmiş olmasını hâlâ çözebilmiş değilim.
Bu, sanırım bize İslam'dan memnun olmayan bir kitlenin var olduğunu gösteriyor, ancak bu da yeterli bir açıklama değil. Çünkü İstanbul ile Barla arasında büyük mesafe var. İstanbul'dakilerin kendisini izleyeceğini anlarım ama Barla'da bu kadar kliantel (bağlanmış insan) toplaması, Barla'dakilerin de Müslümanlıkla ilgili bir sorunu olduğunu anlatıyor. Bu problemin yalnızca devletin baskısıyla izah edilebileceğini sanmıyorum.
Peki bu tam olarak neyle ilgili olabilir?
Türkiye'de mevcut bazı grupların tarih içindeki teşekkül tarzı ile ilgilidir. Şöyle ki, Barla'da İslam hakkında bir taraftan bir eksiklik hissediliyor, fakat bu eksikliği hisseden kişilerin şahsiyeti çok ilginç. Bunlar yarı köylü insanlar. Türkiye'nin bir tarafında, şehirlerde Müslümanlık hakkında bir arayış varken, Barla'da da statüleri çok daha düşük olan insanlar arasında aynı şekilde bir arayıştan bahsedebiliriz.
Bunu biraz daha incelikli bir sosyoloji ile anlatmakta fayda var. Ben bunu yapamadım fakat oradaki insanların yarı köylü olduklarını gayet iyi biliyoruz. Hâlâ çözülmesi gereken mesele de budur.
Türkiye'de her zaman arayış içinde olan kitlenin bu konuda da bir arayışta olduğunu düşünmemiz lazım. Çünkü bilhassa burada liderin şahsî prestiji ve getireceği hâl çareleri önem arz eder. İşte bu noktada bir ümit var. Şehirdeki daha soyut arayışa benzemeyen bir ümit... O ümit incelenmemiştir ve incelenmeyi bekliyor.
Bir dereceye kadar… Elimizde daha incelikli kavramlar olmadığı için şimdilik faydalı buluyorum fakat sanıyorum ki asıl mesele çok daha derine inmemizi gerektiriyor. Son zamanlarda Bediüzzaman hakkında bir kitap yazıldı. Burada aile bağları değil de komünite bağları esas olarak alınıyor. Bence bu yerinde bir yaklaşım. Komünite bağlarının ne kadar önemli olduğunu bilmek ve belirtmiş olduğum arayışın bu noktada bir etken olarak çalıştığını anlamak lazım.
Bediüzzaman bir sufi olmamasına rağmen İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibend gibi birçok tasavvuf büyüğünü üstadları arasında sayıyor. Bu duruşu onu tasavvuf ve gelenek muhalifi bir İslamcı olarak konumlandırmayı da zorlaştırmıyor mu? Ne dersiniz?
Tasavvuf İslam'ın, daha doğrusu İslam'ın getirdiklerinin özel bir şeklidir. Aslında klasik İslam büyüklerinden yararlanmak, araştırma yaptığımızda bizim de başvurduğumuz bir yöntemdir. O klasiklere müracaat etmeden bağlantıların iç içe geçişleri anlaşılmaz. O büyüklerin İslam hakkındaki görüşlerinin kendilerinden sonra kullandığını görüyoruz. Bu yüzden Bediüzzaman'ın tasavvuf büyüklerini üstadları arasında saymasını sürpriz yaratan bir durum olarak görmüyorum.
Her medeniyet bir cevap aradığında kendi klasiklerine dönüp bakar. Sid Nursi'nin kendisi değil, yönelmiş olduğu kliantel (muhatablar) yeni bir kliantel. Ayrıca yeniden inşa, Sid Nursi'nin şahsiyetinin bir sonucu değil, müzakere yoluyla o kliantelle yaptığı konuşmayla oluyor. Bir liderin klianteliyle bağlantıları çok daha ilginç bir şekilde Anadolu'da bağlantı ağının nasıl kurulduğunu anlatıyor. Batı'da olduğu gibi eskrim yapan iki filozof şeklinde değil, sevgiye ve daha birçok şeye dayanıyor bu bağ...
Mutasavvıf olmamasına rağmen Bediüzzaman'ın tasavvufun getirmiş olduğu birçok değeri halk seviyesinde yeniden yeşertme arzusu söz konusu. Dolayısıyla sorduğunuz durumda, bir yaklaşımın bir kişi tarafından yeşertilmek istenmesi ve bunun da kliantelle arasındaki ilişki ile izah edilebileceği aşikârdır.
Bazı araştırmacılarda Bediüzzaman'ı aslında hayatının her döneminde siyasete mütemayil bir şekilde anlama ve anlatma eğilimi var. İmanî vurgunun çok daha güçlü biçimde öne çıktığı Yeni Sid dönemi bu anlatıda bir stratejinin gereği olarak tasvir ediliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bunu sosyolojik bir bakış açısıyla kliantelinin değişmiş olmasına bağlamamız lazım. Barla'daki, Anadolu'nun bekleyişini anlatan, başka bir klianteldir. Her köşenin, her yerin kendi yazarı var. Anadolu'nun erken İslamî düşünürlerinin yazdığı eserlerin mahalli olarak ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Sid Nursi hadisesinde bir mahalliliğin eskiden olmadığı kadar birdenbire ortaya çıkışını görüyorum.
Nihayet Cumhuriyet kurulduğu zaman 13 milyon köylü devralmıştır. Bunların arasında bir Anadolu İslamiyeti anlayışı var. Bu anlayış pek incelenmiş değil. Bu noktada mahalliliğin önemini unutmamak, bir taraftan da mahalliliğin ne olduğunu incelemek lazım. Mesela Muhammediye, Ahmediye gibi mahalliliği ortaya çıkaran eserler İslam'ı tefsir etmesi açısından çok güçlüdür.
Bu, genel bir İslamî proje içinde değil, oradaki insanların yaşayış tarzıyla izah edilmeli. Bizim gözlerimizi karartan unsurlardan biri de II. Meşrutiyet'teki genel İslamî projelerdir. Halbuki Bediüzzaman hadisesinde genel İslamî projelerle ilgili değiliz.
Burada bir mahalliliğin, bir geleneğin açıklanmasıyla karşı karşıyayız. Türkiye'de bunu incelemiş olanların sayısı çok azdır. Bu tür incelemeler ancak şimdilerde yapılıyor; keşke ben de yetişebilseydim! Benim kitabımda ise ağırlıkla eski Sid dönemine ait bilgiler yer alıyor.
Osmanlı'nın son döneminde gayet aktif olan, yazan, çizen, konuşan kimseler Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte buharlaşıyorlar sanki. Deyiş yerindeyse sahnede kimse kalmıyor. Kemalist rejime en ciddi karşı çıkışı, şiddete bulaşmamak kaydıyla Sid Nursi ve takipçilerinde görüyoruz. Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Orada iki köken var: Biri klasik İslam ki, herkes klasik İslam'dan faydalanmak mecburiyetinde; çünkü kökeni teşkil ediyor. İkincisi de tam aksine entelektüel olmayan bir kitlenin İslam'ın içine girmeye başlamış olması. Bu, Nurculuk hakkında bulduğum en izah edici açıklamalardan biri.
Kliantel değişiyor. Kliantelin ne aradığını bilmek için onun üzerinde araştırma yapmak lazım. İslam hakkındaki mahalli eserler İslam'ın bir proje olmasından öte, başka bir suretle ortaya çıkıyor. İslam'ın büyük bir projesi olarak kotarılması meselesi eksik. Bunlar birbirine karıştırılıyor. Bu durumda aşağıdan yukarıya doğru düşünmeye başlamak lazım gelir.
Peki bu bağlantı “iyi, güzel, doğru" referanslarının değişmemesinde nasıl rol oynadı?
Bu çok daha derinlere giden bir bağlantıdır aslında. Burada felsefe tartışmayacağız, çünkü bu felsefe değil. Türkiye'de hâlâ bilmediğimiz ilişkiler bir sosyal bağlılık haline geliyor. Eskiden var olmayan bir sosyal bağlılık tipi ortaya çıkıyor.
Bediüzzaman aynı zamanda ciddi bir âlim figürü ve İslam ilim-irfan geleneği ile ilgili vukuf sahibi bir şahsiyet. Fakat onunla başlayan Nur hareketinin bir entelektüel damar çıkaramadığını da görüyoruz. Sizce bunun sebebi nedir?
O bir problem değil. Türkiye'yle ilgili genel bir prensip ortaya çıkardım. Burada yedi kişiden fazla bir toplulukta yapılan çalışmalarda daima bir ikilik çıkar. Beraber çalışma ya da beraber bir hedefe gitme an'anesi Türkiye'de yok; onun yerine kavga etmek ve kim önde yarışı çok etkili. Türkiye savaşan bir ülke. Savaşan ülke sosyolojisi pek tabii kendi içinde muhtelif savaşçılar çıkaracaktır. Ve bu savaşı kabul etmeyen, onun yerine “modern" adını verebileceğimiz bir bütün yaratmaya çalışan biri var; o da Sid Nursi.
Bediüzzaman'ın, zamanındaki Müslümanlıkla karşılaştığında problemleri gördüğünü ve bunların açıklanmasını istediğini anlıyorum fakat toplumsal bir hareket olarak bu kadar kişinin kendisine katılmasını anladığımı söyleyemem. Entelektüel hayatının büyük bir kısmını İstanbul'da geçirmesi, ardından İstiklal Harbi'ne katılması, Rusya'daki esareti ve geri gelişi gibi olaylar bilinmektedir. Ancak 1940'lardan itibaren bu kadar çok kimsenin Bediüzzaman'ı bir kurtarıcı olarak görmesine bir anlam veremiyorum. Büyük bir kitle kendisini lider olarak görmüş.
Nurculuk hareketinin gelişmesini, prestijini ve çekiciliğini, bunun yanında Müslümanlık bilgisi sayesinde çözümlenmemiş saydığı meseleleri halletmeye çalışması anlaşılabilir. Fakat geniş bir hareket olarak erken zamanlarda teşekkül etmiş olmasını hâlâ çözebilmiş değilim.
Bu, sanırım bize İslam'dan memnun olmayan bir kitlenin var olduğunu gösteriyor, ancak bu da yeterli bir açıklama değil. Çünkü İstanbul ile Barla arasında büyük mesafe var. İstanbul'dakilerin kendisini izleyeceğini anlarım ama Barla'da bu kadar kliantel (bağlanmış insan) toplaması, Barla'dakilerin de Müslümanlıkla ilgili bir sorunu olduğunu anlatıyor. Bu problemin yalnızca devletin baskısıyla izah edilebileceğini sanmıyorum.
Peki bu tam olarak neyle ilgili olabilir?
Türkiye'de mevcut bazı grupların tarih içindeki teşekkül tarzı ile ilgilidir. Şöyle ki, Barla'da İslam hakkında bir taraftan bir eksiklik hissediliyor, fakat bu eksikliği hisseden kişilerin şahsiyeti çok ilginç. Bunlar yarı köylü insanlar. Türkiye'nin bir tarafında, şehirlerde Müslümanlık hakkında bir arayış varken, Barla'da da statüleri çok daha düşük olan insanlar arasında aynı şekilde bir arayıştan bahsedebiliriz.
Bunu biraz daha incelikli bir sosyoloji ile anlatmakta fayda var. Ben bunu yapamadım fakat oradaki insanların yarı köylü olduklarını gayet iyi biliyoruz. Hâlâ çözülmesi gereken mesele de budur.
Türkiye'de her zaman arayış içinde olan kitlenin bu konuda da bir arayışta olduğunu düşünmemiz lazım. Çünkü bilhassa burada liderin şahsî prestiji ve getireceği hâl çareleri önem arz eder. İşte bu noktada bir ümit var. Şehirdeki daha soyut arayışa benzemeyen bir ümit... O ümit incelenmemiştir ve incelenmeyi bekliyor.
- Şerif Mardin kimdir
- 1927 yılında İstanbul'da dünyaya gelen Şerif Mardin, Galatasaray Lisesi'nde başladığı orta öğrenimini ABD'de tamamladı. Stanford Üniversitesi Siyasal Bilimler bölümünden lisans, John Hopkins Üniversitesi'nden de lisansüstü derecesiyle mezun oldu. 1954'te Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne asistan olarak giren Mardin, “Yeni Osmanlıların Düşünsel Yapıtları" konulu teziyle Stanford Üniversitesi'nde doktorasını tamamladı. 1964'te doçentliğe, 1969'da profesörlüğe yükseldi. 1973'te Boğaziçi Üniversitesi'ne geçerek siyaset bilimi ve sosyoloji dersleri verdi. Batı ve Doğu arasında adeta mekik dokuyan Mardin, ABD'de Columbia ve California, İngiltere'de Oxford Üniversitesi'nde konuk öğretim üyesi olarak dersler verdi. Halen Washington D.C.' deki Amerikan Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyeliği yapıyor ve aynı üniversite bünyesinde faaliyet gösteren İslâmî Araştırmalar Merkezi'nin başkanlığı görevini sürdürüyor. Aynı zamanda Sabancı Üniversitesi öğretim görevlisi olan Mardin'in yayımlanan kitapları şunlardır: Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908 (1964), Din ve İdeoloji (1969), İdeoloji (1976), Türkiye'de Toplum ve Siyaset (1990), Siyasal ve Sosyal Bilimler (1990), Türkiye'de Din ve Siyaset (1991), Türk Modernleşmesi (1991), Religion and Social Change in Modern Turkey: The Case of Bediüzzaman Sid Nursi (1989) [Bediüzzaman Sid Nursi Olayı: Modern Türkiye'de Din ve Toplumsal Değişim (1992)], The Genesis of Young Ottoman Thought (1962) [Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu (1996)].
Bir dereceye kadar… Elimizde daha incelikli kavramlar olmadığı için şimdilik faydalı buluyorum fakat sanıyorum ki asıl mesele çok daha derine inmemizi gerektiriyor. Son zamanlarda Bediüzzaman hakkında bir kitap yazıldı. Burada aile bağları değil de komünite bağları esas olarak alınıyor. Bence bu yerinde bir yaklaşım. Komünite bağlarının ne kadar önemli olduğunu bilmek ve belirtmiş olduğum arayışın bu noktada bir etken olarak çalıştığını anlamak lazım.
Bediüzzaman bir sufi olmamasına rağmen İmam-ı Rabbani, Şah-ı Nakşibend gibi birçok tasavvuf büyüğünü üstadları arasında sayıyor. Bu duruşu onu tasavvuf ve gelenek muhalifi bir İslamcı olarak konumlandırmayı da zorlaştırmıyor mu? Ne dersiniz?
Tasavvuf İslam'ın, daha doğrusu İslam'ın getirdiklerinin özel bir şeklidir. Aslında klasik İslam büyüklerinden yararlanmak, araştırma yaptığımızda bizim de başvurduğumuz bir yöntemdir. O klasiklere müracaat etmeden bağlantıların iç içe geçişleri anlaşılmaz. O büyüklerin İslam hakkındaki görüşlerinin kendilerinden sonra kullandığını görüyoruz. Bu yüzden Bediüzzaman'ın tasavvuf büyüklerini üstadları arasında saymasını sürpriz yaratan bir durum olarak görmüyorum.
Her medeniyet bir cevap aradığında kendi klasiklerine dönüp bakar. Sid Nursi'nin kendisi değil, yönelmiş olduğu kliantel (muhatablar) yeni bir kliantel. Ayrıca yeniden inşa, Sid Nursi'nin şahsiyetinin bir sonucu değil, müzakere yoluyla o kliantelle yaptığı konuşmayla oluyor. Bir liderin klianteliyle bağlantıları çok daha ilginç bir şekilde Anadolu'da bağlantı ağının nasıl kurulduğunu anlatıyor. Batı'da olduğu gibi eskrim yapan iki filozof şeklinde değil, sevgiye ve daha birçok şeye dayanıyor bu bağ...
Mutasavvıf olmamasına rağmen Bediüzzaman'ın tasavvufun getirmiş olduğu birçok değeri halk seviyesinde yeniden yeşertme arzusu söz konusu. Dolayısıyla sorduğunuz durumda, bir yaklaşımın bir kişi tarafından yeşertilmek istenmesi ve bunun da kliantelle arasındaki ilişki ile izah edilebileceği aşikârdır.
Bazı araştırmacılarda Bediüzzaman'ı aslında hayatının her döneminde siyasete mütemayil bir şekilde anlama ve anlatma eğilimi var. İmanî vurgunun çok daha güçlü biçimde öne çıktığı Yeni Sid dönemi bu anlatıda bir stratejinin gereği olarak tasvir ediliyor. Siz ne düşünüyorsunuz?
Bunu sosyolojik bir bakış açısıyla kliantelinin değişmiş olmasına bağlamamız lazım. Barla'daki, Anadolu'nun bekleyişini anlatan, başka bir klianteldir. Her köşenin, her yerin kendi yazarı var. Anadolu'nun erken İslamî düşünürlerinin yazdığı eserlerin mahalli olarak ne kadar önemli olduğunu biliyoruz. Sid Nursi hadisesinde bir mahalliliğin eskiden olmadığı kadar birdenbire ortaya çıkışını görüyorum.
Nihayet Cumhuriyet kurulduğu zaman 13 milyon köylü devralmıştır. Bunların arasında bir Anadolu İslamiyeti anlayışı var. Bu anlayış pek incelenmiş değil. Bu noktada mahalliliğin önemini unutmamak, bir taraftan da mahalliliğin ne olduğunu incelemek lazım. Mesela Muhammediye, Ahmediye gibi mahalliliği ortaya çıkaran eserler İslam'ı tefsir etmesi açısından çok güçlüdür.
Bu, genel bir İslamî proje içinde değil, oradaki insanların yaşayış tarzıyla izah edilmeli. Bizim gözlerimizi karartan unsurlardan biri de II. Meşrutiyet'teki genel İslamî projelerdir. Halbuki Bediüzzaman hadisesinde genel İslamî projelerle ilgili değiliz.
Burada bir mahalliliğin, bir geleneğin açıklanmasıyla karşı karşıyayız. Türkiye'de bunu incelemiş olanların sayısı çok azdır. Bu tür incelemeler ancak şimdilerde yapılıyor; keşke ben de yetişebilseydim! Benim kitabımda ise ağırlıkla eski Sid dönemine ait bilgiler yer alıyor.
Osmanlı'nın son döneminde gayet aktif olan, yazan, çizen, konuşan kimseler Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte buharlaşıyorlar sanki. Deyiş yerindeyse sahnede kimse kalmıyor. Kemalist rejime en ciddi karşı çıkışı, şiddete bulaşmamak kaydıyla Sid Nursi ve takipçilerinde görüyoruz. Bunu nasıl açıklayabiliriz?
Orada iki köken var: Biri klasik İslam ki, herkes klasik İslam'dan faydalanmak mecburiyetinde; çünkü kökeni teşkil ediyor. İkincisi de tam aksine entelektüel olmayan bir kitlenin İslam'ın içine girmeye başlamış olması. Bu, Nurculuk hakkında bulduğum en izah edici açıklamalardan biri.
Kliantel değişiyor. Kliantelin ne aradığını bilmek için onun üzerinde araştırma yapmak lazım. İslam hakkındaki mahalli eserler İslam'ın bir proje olmasından öte, başka bir suretle ortaya çıkıyor. İslam'ın büyük bir projesi olarak kotarılması meselesi eksik. Bunlar birbirine karıştırılıyor. Bu durumda aşağıdan yukarıya doğru düşünmeye başlamak lazım gelir.
Peki bu bağlantı “iyi, güzel, doğru" referanslarının değişmemesinde nasıl rol oynadı?
Bu çok daha derinlere giden bir bağlantıdır aslında. Burada felsefe tartışmayacağız, çünkü bu felsefe değil. Türkiye'de hâlâ bilmediğimiz ilişkiler bir sosyal bağlılık haline geliyor. Eskiden var olmayan bir sosyal bağlılık tipi ortaya çıkıyor.
Bediüzzaman aynı zamanda ciddi bir âlim figürü ve İslam ilim-irfan geleneği ile ilgili vukuf sahibi bir şahsiyet. Fakat onunla başlayan Nur hareketinin bir entelektüel damar çıkaramadığını da görüyoruz. Sizce bunun sebebi nedir?
O bir problem değil. Türkiye'yle ilgili genel bir prensip ortaya çıkardım. Burada yedi kişiden fazla bir toplulukta yapılan çalışmalarda daima bir ikilik çıkar. Beraber çalışma ya da beraber bir hedefe gitme an'anesi Türkiye'de yok; onun yerine kavga etmek ve kim önde yarışı çok etkili. Türkiye savaşan bir ülke. Savaşan ülke sosyolojisi pek tabii kendi içinde muhtelif savaşçılar çıkaracaktır. Ve bu savaşı kabul etmeyen, onun yerine “modern" adını verebileceğimiz bir bütün yaratmaya çalışan biri var; o da Sid Nursi.