Prof. Dr. Abdülkadir Özcan: “Arapça ve Farsça bilinmeden Osmanlı Türkçesi tam olarak öğrenilemez”
İsmine Derin Tarih dergisindeki yazılarından aşina olduğumuz FSM Vakıf Üniversitesi ÖğretimÜyesi Prof. Dr. Abdülkadir Özcan hocamızıve çalışmalarını daha yakındantanımanız için akademikhayatını, hatıralarını ve DerinTarih yolculuğunu Halil Solak kaleme aldı
Tarihçi olmaya ne zaman karar verdiniz?
Gariptir ama ben tarihçi olmaya İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nün son sınıfında karar verdim. Bunda da başlıca etken lisans tezi hocam Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu oldu. O zamanlar mezun olabilmek için bir lisans tezi hazırlama zorunluluğu vardı. Üçüncü sınıfın sonunda her talebe bir hocanın danışmanlığında tez konusu alırdı. Ben de Kütükoğlu Hoca’ya düşmüştüm. İlk beş yarıyılda fakültenin o zamanki adıyla Arap-Fars Dilleri ve Edebiyatları Bölümü’nde okumuştum.
Lise yıllarından beri amacım önce öğretmen olmaktı. Ancak bu düşüncem daha sonra değişti ve Şarkiyatçı olmaya karar verdim. 1970’li yıllar üniversitelerin karışık, süresiz tatillerin bol olduğu senelerdi. Filolojide aradığımı bulamadım. Beşinci yarıyılın sonunda bazı kürsülerini (anabilim dalı) yardımcı sertifika olarak aldığım Tarih Bölümü’ne geçtim. Osmanlı kroniklerini (vakayiname) Bekir Bey sayesinde tanıdım. Onunla tez çalışmalarımı sürdürürken araştırmacı olmaya karar verdim ve mezun olduğum yılın sonbaharında doktora giriş imtihanını kazanarak yine Bekir Bey’le çalışmalara başladım. O yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde yüksek lisans programı yoktu. Mezun olduktan sonra hemen doktora tezi çalışmalarına başlanırdı.
Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte “köprü insanlar” diyebileceğimiz hocaların yanında yetiştiniz. Akademik hayatınızı etkileyen hocalarınız kimlerdi?
Önce Arap-Fars Filolojisi’ndeki hocalarımdan söz edeyim. Bunlardan Arapçanın sarf ve nahvini gördüğüm Prof. Dr. Nihad Çetin’i unutamam. Ondan ayrıca Sadî’nin Farsça Gülistan’ından parçalar okudum. Onun da hocası olan rahmetli İhsan Örücü’den ağırlıklı olarak nahiv dersleri aldım. Farsça hocalarım başta Prof. Dr. Tahsin Yazıcı olmak üzere Prof. Dr. Nazif hoca ve konuşma pratiği yaptıran İran asıllı Ali Milani’dir. Nihad Çetin hocanın ayrıca tam bir İstanbul beyefendisi olduğunu da belirtmeliyim. Bu hocamla 1974-77 yılları arasında çalıştığım İstanbul Üniversitesi’nin yazmalar kütüphanesinde sık sık görüşür, filolojik zorluklarımı onun yardımlarıyla çözmeye çalışırdım. Hoca o yıllarda aynı binanın zemin katında bulunan Şarkiyat Enstitüsü’nün müdürü idi. Bu arada boykot yıllarının açığını kapatmak, Arapça ve Farsçamı geliştirmek için Irak, Libya ve İran başkonsoloslarına gittiğimi, son dönem din âlimlerinden merhum Ali Yakup Cenkçiler hocadan Fatih’teki Emir Buhari Camii’nde Arapça İhyaü Ulûmi’d-Din okuduğumu da belirtmeliyim.
Tarih Bölümü’nde bu anlamda kimler var peki?
Tarih Bölümü’nde Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte köprü insan olarak Prof. Tayyip Gökbilgin başta olmak üzere 1970’te vefat eden Prof. Dr. Zeki Velidi Togan, Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, Prof. Dr. Şehabeddin Tekindağ, Prof. Dr. Münir Aktepe, Prof. Dr. Cengiz Orhonlu ve özellikle yukarıda adını zikrettiğim Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’ndan çok yararlandığımı söyleyebilirim. Bu arada Türk Dili ve Edebiyatı hocalarından merhum Prof. Dr. Faruk Kadri Timurtaş’ın Osmanlı Türkçesi derslerine devam ettim. Asistan olarak intisap ettiğim Osmanlı Müesseseleri ve Medeniyeti Tarihi Kürsüsü’nde önce Tayyip Bey başkan iken daha sonra buraya İktisat Tarihi’nden Prof. Dr. Mübahat Kütükoğlu geldi. Bu değerli hocayla yaklaşık 10 yıl aynı odayı paylaştım ve ondan başta çalışma disiplini, araştırma usulleri olmak üzere çok şey öğrendim. İbrahim Kafesoğlu’ndan insanların arkasından konuşmanın yanlış olduğunu öğrendiğimi söyleyebilirim. Zira rahmetli sevmediği, fikren beğenmediği biri hakkında bir şey duysa gülerek geçiştirir, konuyu değiştirir, o konuya girmezdi. Bu özelliğini unutamam. Bekir Bey’den ise başta İstanbul efendiliği olmak üzere âdab-ı muaşereti, nezaketi ve ciddiyeti öğrendim. Tabii ki araştırma zevkini onun yanında tattım. 7 yılı aşkın zamanda tamamladığım doktora tezimi de onun danışmanlığında hazırladım.
Çalışma alanı olarak klasik dönem Osmanlı tarihini seçmenizin sebebi nedir?
Yukarıda dediğim gibi ben Edebiyat Fakültesi’nin Arap-Fars Filolojisi’ne kaydımı yaptırmış ve iki buçuk yıl orada eğitim görmüştüm. Ancak Tarih Bölümü’nün Umumi (Genel) Türk Tarihi ile Yeniçağ Tarihi Anabilim dallarının derslerine de devam ediyordum. Burada ders veren hocalardan Prof. Şehabeddin Bey ile Prof. İbrahim Kafesoğlu’nun ders anlatışlarını beğenirdim. Teksir şeklinde ders notları olmasına rağmen derslere girer, keyifle onları dinlerdim.
Osmanlı Türkçesinin iki önemli ayağı Arapça ve Farsçadan bir nebze behremend olduğum için Osmanlı tarihi tarafı ağır bastı. Özellikle Yeniçağ olarak adlandırılan klasik dönemin tarihi ilgimi çekmişti. Önce tarihimizi temel kaynaklarının ilmî neşirlerinin hazırlanarak bilim dünyasının hizmetine sunulması gereğine daha o yıllarda inanmıştım. Bu alanda epeyce çalışma yaptım, yaptırdım ve yaptırmaya devam ediyorum. Ancak bunları yaparken sentez çalışmaları da yaptım. Osmanlı müesseseleri tarihi ve özellikle askerî teşkilat tarihi ile ilgili çalışmalara Prof. Mübahat Kütükoğlu hocanın teşvikiyle girdim ve bu alanda makale ve ansiklopedi maddesi tarzında onlarca çalışma yaptım. Fakat esas ilgi alanım Osmanlı tarihçiliği ve tarihçileri olup bunda da merhum Bekir Kütükoğlu’nun payı büyüktür.
Osmanlı Türkçesiyle kaleme alınmış metinlerin neşri konusunda büyük bir otoritesiniz. İyi filoloji bilmenin tarihçiye katkısı hangi düzeydedir?
Estağfurullah, otorite olduğumu söyleyemem. Tarihimizin ve kültürümüzün olmazsa olmazı durumundaki iki önemli şark dili olan Arapça ve Farsça ile fazlaca iştigalimden dolayı metin neşri meselesinde sıkıntı çekmedim. Hatta hacimli doktora tezimin Bekir Bey rahmetli sadece üçte birini kontrol etti ve sen devam et diyerek beni serbest bıraktı. Yıllar sonra bana, “Sana tez hususunda yeterli yardımda bulunamadım, sen kendin yaptın” demişti. Her zaman söyledim, şimdi de söylüyorum, bu iki dil bilinmeden, en azından Arapçanın sarf denilen morfolojik yapısı bilinmeden Osmanlı Türkçesi tam olarak öğrenilemez. Beni diğer talebelerden ayıran ve Bekir hocanın dikkatini çeken yanım da bu olmuştu. Tarih araştırmalarında sağlıklı sonuçlara ulaşabilmenin yolu filoloji bilmekten geçer. Filoloji bir dilin geçirdiği evreleri inceleyen bilim olup, doğru metin yorumlama işi de iyi bir filolojik alt yapı gerektirir. Zira zaman içinde bazı kelimeler anlam kaybına uğramış, yüzyıllar öncesinde bir kelime veya kavram günümüzde farklı, hatta müstehcen sayılan anlamlar yüklenebilmiştir. Siz metni kelimenin bugünkü anlamıyla yorumlamaya kalkarsanız gülünç duruma düşersiniz. Bu bakımdan bilimsel metin neşirlerinde filolojik alt yapı mutlaka bulunmalıdır. Nitekim gerek Osmanlı’nın son, gerekse Cumhuriyet’in ilk yıllarında yapılan tenkitli metin neşirleri en çok filolojik bakımdan eleştiri almıştır.
Osmanlı kaynak metinlerinin neşrinde son yıllarda büyük bir artış yaşandı. Yayınları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hem sevindirici, hem de üzücü. Türkiye’de ilk ciddi metin çalışmalarının İstanbul Üniversitesi bünyesinde başladığı söylenebilir. Hitler Almaya’sından uzaklaşıp Türkiye’ye gelen Prof. Hellmut Ritter ve Oskar Rescher (Müslüman olduktan sonra Osman Reşer) gibi âlimler ile onların yetiştirdikleri Prof. Ahmet Ateş, Prof. Nihad Çetin ve Prof. Nazif hoca gibi akademisyenler sayesinde usulüne uygun ilk ciddi metin neşri çalışmaları yapılmıştır. Tarih alanında ise Agâh Sırrı Levend ile Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın neşirleri ilk ciddi çalışmalar kabul edilebilir. Fakat bu işe gönül veren isim rahmetle andığım hocam Prof. Bekir Kütükoğlu olmuştur. Bu meseleye adeta hayatını vakfeden Kütükoğlu fazla eser neşretmemiştir ama yetiştirdiği talebeler onun ideolojisini devam ettirmişler ve ettirmektedirler. Hatta onların öğrencileri de bu bayrağı devralarak temel kaynaklarımız üzerindeki çalışmaları sürdürmektedirler. Bunlar sevindirici gelişmelerdir. Ancak metin neşrini maalesef Arap harflerinden Latin harflerine nakil zanneden bir zihniyet de var. İşte beni üzen, bu zihniyetle yapılan gelişigüzel yayınlardır. Arapçanın kelime yapısını bilmeden yapılan okumalara dayalı bu neşirler ne yazık ki Batılı meslektaşlarımızı bile üzmektedir.
Gerek Avrupa’da, gerekse Amerika ve Japonya’da çok daha ciddi kritik neşirler yapıldığını söyleyebilirim. Metin neşri, kuru bir harf değişikliği olarak algılanmamalıdır. İncelenen eserin sağlam metninin verilmesi yanında, kaynak değerinin de mutlaka ortaya konulmasını gerektiren bir çalışmadır.
Diyanet İslâm Ansiklopedisi’ne hem redaktör, hem de madde yazarı olarak büyük katkınız oldu. Ansiklopedi maceranızı kısaca paylaşır mısınız?
Yaklaşık 30 yıldır İSAM bünyesinde müellif redaktör olarak çalışmaktayım. Başta Osmanlı devlet yapısı, özellikle de askerî teşkilat olmak üzere Osmanlı tarihçiliği ve tarihçileri ile Osmanlı devlet adamlarının biyografileri vb. konularda 200’ün üstünde madde kaleme almışım. DİA künyesi ile yazdığım maddeler ve redaksiyonunu yaptığım maddelerle bu sayı çok daha fazladır. Allah’a hamd ediyorum. İSAM bizim için adeta ikinci bir okul oldu. Madde yazarken çok şey öğrendiğimi söylemeliyim. Ansiklopedilerin hayatiyetini devam ettirebilmesi için mutlaka zaman zaman güncellenmesi ve yapılan zeyillerle devam ettirilmesi gerekir. Biz de tamamlanır tamamlanmaz zeyil ciltlerin hazırlığına giriştik ve ilk merhalede iki ciltlik bir ek yapmak istedik. İnşallah yakında bu ciltler de çıkacak.
Derin Tarih’in yayın kurulu üyesi ve yazarısınız. Dergiyi nasıl buluyorsunuz?
İlk sayısının çıktığı 2012 Nisan’ından beri Derin Tarih dergisinin danışma kurulu üyesiyim. 2015 Şubat’ında ise yayın kurulu üyesi oldum. Bu arada her sayıda olmasa da zaman zaman ilgi ve uzmanlık alanlarımla alakalı makaleler yazdım, yazmaya devam ediyorum. Biz akademisyenler zor yazan insanlarız. Yazdıklarımızı da daha ziyade diğer akademisyenlerden başkası pek okumaz.
Derin Tarih bizleri fildişi kulemizden çekip halkla temas ettirdi. Tarihî gerçekleri halkla paylaşmanın gereğini yaptırdı. Özelikle son yıllarda gösterime giren tarihî sinema filmleri ve diziler halkın ilgisini tarihe yöneltti. Yapılan tartışmalar halkımızı doğruyu öğrenmeye sevk etti. İşte Derin Tarih tam da bu sıralarda yayın hayatına başladı ve gerçekleri gün yüzüne çıkarmaya devam ediyor.
Başlangıçta doğrusu dipnotsuz ve kaynaksız yazmakta zorlandım desem yanlış olmaz. Fakat başta genel yayın yönetmenimiz Mustafa Armağan Bey olmak üzere çalışanlarının sıcak ilgisi, özellikle dergimizin güncel politikadan uzak durup sadece tarihe mal olmuş olaylara yer vermesi, okuyucuların güzel soruları beni burada tutmayı başardı.
Dergimizin tarihi gerçekleri saptırmadan, hadiseleri fazla sulandırmadan halka cazip gelecek şekilde yansıtmayı başarması gerçekten takdire değer. Böyle de devam etmesini temenni ediyorum. Zira bizim çocukluğumuzda Hayat Tarih Mecmuası çıkardı. Başlangıçta orada Fuad Köprülü’nün bile yazıları çıkmıştı. Fakat zamanla nasıl magazinleştiği malum.