Parlamenter sistemin darağaçları
16 Nisan’da Türkiyedarağaçlarının, idamsehpalarının ve askerîdarbelerin gölgedebıraktığı 94 yıllık birdevri geride bıraktı.Yönetim sivil iradeyeboyun eğdi ve eli sopalıaskerin ve beyazTürklerin iktidaraçöreklendiği günlergeride kaldı.
Parlamenter sistemi, politik holiganlarının yaşlı ve bunak zihniyetiyle birlikte 16 Nisan 2017’de tarihe gömdük. Yeni sistemin savunucularının karizmatik ve efsanevî lideri Erdoğan yönetim sistemi değişikliğini Eyüp Sultan’ın, Fatih’in, Yavuz’un, Menderes’in ve Özal’ın kabirlerinde Fatiha okuyarak çok anlamlı bir jestle tescil etti. Geçmişe ve imparatorluğa saygı. Bir vefa ve kadirşinaslık örneği. Parlamenter sistem savunucularının lideri Kılıçdaroğlu da, Mustafa Kemal’in kabrini ziyaret etseydi, taraftarları açısından çok anlamlı ve Erdoğan’ın jestine iyi bir karşılık olabilirdi. Fakat o bunu yapamadı; çünkü referandum sonuçları kesinleştiğinde parti genel merkezinin önünden “Kılıçdaroğlu istifa” sloganları yükseliyordu. Yapması gereken politik manevrayı yaptı ve partisi içinde fokurdayan cadı kazanının gürültüsünü susturmak için referandumun geçersiz olduğunu ilan etti; “Kılıçdaroğlu istifa” sloganı atan “Hayırcılar” ı susturdu ve parti içi kavganın kamuya yansımasını böylece önlenmiş oldu. “Referandumda hile var” aslında “CHP hasta ve ölüyor” anlamına geliyor olabilir.
İzninizle öncesini (Takrir-i Sükûnu, Tek Parti ve millî şefler dönemini) şimdilik bir yana bırakalım; 1946’dan 1990’a Türkiye’de “parlamenter sistem” bir idam sehpaları, bir darağaçları rejimidir. Bu darağaçlarını ve idam sehpalarını kuran failler bellidir: askerî elitler, rejimin garantörü yargıçlar ve mahkemeler, politik partiler, tek parti rejiminin yarattığı “resmî” patronlar ve bütün bu politik çıkar gruplarının sözcülüğünü yapan “resmî aydınlar” ya da “rejimin” borazanları. Sözde parlamenter sistemimizin idam sehpalarının ve darağaçlarının sorumluları bunlardır.
Gözümüze çok ve farklı görünmeleri yanıltıcıdır. Burada monoblok bir yapı, bir “sistem” bahis konusudur. Çoğul izlenimi bırakan bu monoblok yapıdan daima tek bir ses çıkmıştır; sahte bir “parlamenter sistemin” sesi; Menderes, Erbakan, Özal ve Erdoğan sistemin tasarlanmamış, düşünülmemiş çocuklarıdır.
Onlar tek parti sisteminin, parlamenter sistemin çocukları değil; “sistemin” çocukları değil; sistemin dışarda bıraktığı, ısrarla “iplemediği” ve geçmişini reddettiği bir halkın çocuklarıdır.
Başkanlık referandumu sürecindeki “hayır” sesi, Türkiye’deki “müesses” hale gelememiş bir parlamenter sistemin trajik feryadıdır. Referandum süreci boyunca “hayırcılar” “hayır” diyerek parlamenter sistemin 1960’ta darağacına çıkardığı Menderes, Polatkan ve Zorlu’nun, 12 Mart 1971’de idam sehpasına çıkardığı “devrim şehitlerinin” (Deniz Gezmiş ve diğerlerinin), 1980 darbesinde parlamenter sistemin kurduğu darağaçlarında can veren “sosyalist” ve “ülkücü şehitlerin” katillerini kutsadılar. AB gibi Batılı emperyal/ egemen kurumlarla birlikte Erdoğan’ı “idam” cezasını geri getirmekle suçlayarak “katil” bir sistemi; bu “katil” sistemin militer, politik, entelektüel ve jüritokratik elitlerini savundu.
“Hayır” oylarıyla bir idam sehpası rejiminin yanında yer alan “hayırcılar,” açıkça ya da zımnen, bilinçli ya da bilinçsiz, etik veya ahlaki bir utanmazlıkla “idam-karşıtlığı”na soyundu. Oysa politik bir kategori olarak “sol”un, sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada alamet-i farikası “giyotin” ve idam sehpasıdır. 1789 Fransız Devrimi’nde, 1917 Ekim Devrimi’nde ve “devrim” diye nitelenen büyük politik olaylarda idam sehpası ya da darağacı “sol”un dinidir. “Yumurtaları kırmadan omlet yapamazsınız” (Lenin); idam sehpaları kurmadan “sol” düzenler, siyasî yelpazenin “solunda” düzenler kuramazsınız. Türkiye “solu”nun (Kemalist elitlerin, radikal sol grupların, HDPKK elitlerinin; Erdoğan’dan nefret etmek dışında hiçbir politik “esprisi” olmayan zıpırların ve elbette Bahçeli’den ve Erdoğan’dan nefret dışında hiçbir kayda değer özellikleri bulunmayan MHP’lilerin) Erdoğan için de bir idam sehpası ya da darağacı kurmak için yanıp tutuştuklarını düşünmememiz için hiçbir neden yok! Türkiye’de parlamenter sistem idam sehpalarıyla işlemiştir. Referandum “hayır” ile sonuçlansaydı, idam sehpaları memleketin kaderine dönüşebilirdi. Abartıyor muyum? Hiç de abartmıyorum. Siz bilirsiniz!
“Sivil” inisiyatif olarak Başkanlık sistemi
Demokratik rejimlerin kurucuları “siviller”dir; askerler (oligarşi) değil, hukukçular (jüritokrasi) değil, bilim adamları/ âdemleri (seküler teokrasi) değil, din adamları (teokrasi) değil, sadece erkekler değil, sadece kadınlar değil, sadece yaşlılar değil, sadece gençler değil. Demokratik rejimler politikacıların yönettiği ve egemen olduğu rejimlerdir. Politik rejimlerin karakterini belirleyen şey, kurucu hamle ve bu hamleyi yapan faillerin toplumdaki kimlikleridir.
Her rejim bir “kurucu mitoloji” ve mitik/mitolojik kurucu şahsiyet ya da şahsiyetlerle doğar. Osmanlı İmparatorluğu Şeyh Edebali mitolojisinden doğmuştu. Cumhuriyetimizin kurucu mitolojisi “modern bilim ve teknoloji” (pozitivizm); kurucu mitik şahsiyetleri Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’ydı. Ben ve neslim bu mitoloji ve mitolojik kahramanlarla büyüdük. Onlar Cumhuriyetimizin seküler peygamberiydi.
“Modernler” miti (destan, efsane) aşağılayarak kökten reddetmiş ve onu “modern bilim”in karşı kutbuna havale etmiştir. Mit de tıpkı gelenek ve din gibi “bilim”e aykırıdır. Fakat “mit”in kökten reddi de bir “mit”tir. Türkiye’nin laisist modernleri bizim “mitlerimizden/efsanelerimizden” nefret ederler; Batılı mitlere bayılırlar. Mit bir “mit” olması hasebiyle “kötü” değildir; bilime karşıt değildir; çünkü bilimin de “bilimsel” mitleri vardır. Mitsiz toplum ve insan fikrinin kendisi de katıksız bir mittir. “Hurafesiz toplum ve insan” fikri bile katıksız bir hurafedir. İnsanlar ve toplum mitsiz yaşayamaz; insan aynı zamanda “mit-yapıcı”dır, “hurafe- yapıcı”dır.
Modernite eski devirlerin mitlerini öldürdü ve yeni ve “modern” mitler yarattı. Abraham Lincoln, Robespierre, Lenin, Mao, Che Guevera; Einstein ve Michael Jackson. Çocuklarımızın seyrettiği çizgi film çağdaş mittir. (Türkiye’nin Meclis’inde sarhoş bir milletvekili kazara “Einstein ‘hıyar’ın biriydi” deme gafletinde bulunsa vekiller bu sarhoş vekili linç etmek isteyebilir! Modern ve entel bir kafede bir kendini bilmez yanlışlıkla, “Lenin aslında sosyalist Hitler’di” veya “Che Guevera kurbanlarının kanıyla beslenen bir manyaktı” dese, onu oracıkta yok etmek isteyen onlarca kişi çıkabilir!)
Cumhuriyetimizin kurucu mitolojik şahsiyetleri asker paşalardı; Cumhuriyetimizi apoletlerinden kıvılcımlar fışkıran askerler kurdu. Kurucu mitik şahsiyet Mustafa Kemal, kurucu mitoloji içeriği “Aydınlanma ve pozitivizm” olan Kemalizm ya da seküler milliyetçilikti. 1923’ten sonra Türkiye’yi kurucu askerler ve onların askerî varislerinin yönetmiş olmasında şaşırmamızı gerektirecek hiçbir şey yok. Tek partimiz ve askerî darbelerle tekrar tekrar hayata döndürülen parlamenter sistemimiz Cumhuriyetimizin kurucu hamlesinin doğal sonucuydu. Devletimiz Cumhuriyet, derin devletimiz ordumuzdu.
Fakat artık bitti. “Ordu” olarak “derin Cumhuriyet” bitti; Mustafa Kemal Paşa miti, “efsane” olma özelliğini kaybederek toplumumuzun geçmişindeki bir hatıraya dönüşüyor. Kemalistler Anıt Kabir’de hatıra fotoğrafları çektirmeye hazırlanıyorlar.
16 Nisan referandumundan çıkan “evet,” ister kabul edin ister etmeyin, Cumhuriyet “mit”inin (Cumhuriyet devletinin değil), Kemal Paşa ve İsmet Paşa mitlerinin bir “mit” olarak ölümünün tescilidir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin “sol”un “solu”na kayan genç mensupları ve HDPKK’lı Kürtçü radikaller için Mustafa Kemal bir “faşist,” Cumhuriyet rejimi “faşizm”den başka bir şey değil!
Yeni kurucu hamle
Yeni bir “kurucu hamle,” yeni bir “kurucu mitoloji,” yeni bir “derin devlet,” yeni bir “derin cumhuriyet” zamanı. Yeni kurucu hamlenin failleri 1923’teki kurucu hamlenin failleri gibi “asker” değil “sivil”; asker politikacı değil, sivil politikacı. Yalnızca sivil politikacıların kurdukları rejimler “demokratik” etiketini hak edebilir.
Osmanlı İmparatorluğu döneminin şartlarında dünyada egemen politik rejimini benimseyerek bekasını sürdürmüştü. 600 yıl. Cumhuriyet devletimiz “bekasını” yalnızca demokrasiyle, demokratik bir devlet düzeni ve rejimi inşa ederek sürdürebilir. Başka her şey laf u güzaftır.
Geçmişlerine saygı duymayan, Osmanlı’yı reddeden hiçbir politik parti, hiçbir politik rejim demokratik olamaz. Halkının geçmişine saygı duymayan, onunla ilişki kuramayan politik partiler demokratik olamazlar. Türkiye’de Osmanlı’nın bakiyesi halkla uzlaşamayan, onu hiçe sayan hiçbir politik parti demokratik olamaz; mezarlıklara ve ölülere saygı demokratik; ölülere ve kabirlere saygısızlık despotik bir tutumdur.
Tarih, 16 Nisan 2017, Başkanlık referandumu. Sonuç: “evet.”
Lozan hapishanesinden çıkmak üzereyiz! El-Bab’da ve Kerkük’teyiz. Tek parti ve parlamenter sistem hapishanesinden de çıktık. Elhamdülillah! “Yüce Allah’ımız bize istenmeyecek şeyleri istemeyecek kadar akıl ver!”
Başkanlık sisteminin, yani yeni Cumhuriyetimizin kurucu şahsiyeti/efsanesi/miti Recep Tayyip Erdoğan. Bu efsaneyi Türkiyemizin Osmanlı’nın bakiyesi halkı inşa etti; bu efsaneyi sadece Recep Tayyip Erdoğan muhibleri değil, aynı zamanda Recep Tayyip Erdoğan düşmanları (sayın CHP’liler, sayın laisistler, sayın darbeci generaller, cuntalar, sayın Geziciler, sayın HDPKK’lılar) inşa etti. Bu efsanenin yapıcıları sadece “evetçiler” değil, aynı zamanda “hayırcılar”. Bu efsaneyi hep birlikte inşa ettik. Keza Erdoğan efsanesinin inşasında Erdoğan dostu ve düşmanı, Türkiye’nin dostu ve düşmanı uluslararası güçlerin katkıları unutulmamalıdır.
Tayyip Erdoğan efsanesi bir başarı hikâyesinin tecessümüdür. Efsane, “gerçeklikten” daha gerçek daha reel olabilir.
Başkanlık referandumundaki “hayırcıların” hayırlarını hikmete dönüştürmek “evetçilerin” kazanılmış erdemi olacaktır.