Osmanlı’nın savaş mağduru gazi camileri
KAHRAMAN ŞAKUL
Osmanlı dönemi camileri savaş zamanlarında sadece ibadethane veya cemaatsizlikten dolayı ahır olarak değil, cephanelik olarak da kullanılıyordu. Bunun temel nedeni, büyük merkezlerdeki camilerin taş yapılı olmalarıydı. Ahşap yapılara göre taş yapılar mühimmatın daha emniyetli şekilde korunmasını mümkün kılıyordu. Dr. Kahraman Şakul Osmanlı camilerinin kullanım amaçlarını ve birlik ruhuna yaptığı hizmetleri Derin Tarih dergisinde kaleme aldı.
İbadet, eğitim ve sağlık merkezi olarak yararlanılan camiler, savaş zamanlarında çoğunlukla toplumsal seferberlik amacına hizmet ederdi. Zaferin müyesser olması için toplu duaların edildiği, birlik ruhunun vurgulandığı yerlerdi camiler. Bilhassa savaşlar nedeniyle harap olan Balkanlarda halkın akşamları camilerde toplanması, düşmana karşı itikatlarının kuvvet bulması için elzem görülmekteydi. Ne var ki, III. Selim'in ıslahatlarını desteklemek için yazılan bir eser, Rumeli'nin savaş alanına dönmüş birçok yerinde camilerin halkın ilgisizliği nedeniyle 'buzağı damına' dönmesinden acı acı şikayet ederek Ruslar karşısında alınan yenilgilerin nedenini adeta halkın sözüm ona itikatsızlığına bağlamaktadır (Fatih Yeşil, “III. Selim devri siyasi literatürüne bir katkı”, Belleten, LXXVI/275 (2012), s. 83).
Göz ardı edilen bir gerçek şudur ki, camiler bu buhran zamanlarında sadece ibadethane veya cemaatsizlikten dolayı ahır olarak değil, cephanelik olarak da kullanılmaktaydı. Bunun temel nedeni, büyük merkezlerdeki camilerin taş yapılı olmalarıydı. Ahşap yapılara göre taş yapılar mühimmatın daha emniyetli bir şekilde korunmasını mümkün kılmaktaydı.
1768-1774 Osmanlı- Rus Savaşı, Küçük Kaynarca Antlaşması'nın imzalanmasıyla sonuçlanmış ve Kırım Hanlığı Osmanlı idaresinden çıkmıştı. Bu savaş esnasında Osmanlı ordusunun ana kışlaklarından biri, bugün Romanya'da bulunan Babadağ idi. 22 Temmuz 1772 tarihli bir belge, burada inşa edilmiş Hasip ve Alaca camilerinin yoğun Rus ateşi altında yıkıldığını belirtir. Cami enkazından çıkarılan mühimmat ise koruma altına alınmıştır. Demek ki, Osmanlılar bu camileri savaş zamanında cephanelik olarak kullanmaktaydılar (Cevdet Askeriye Kataloğu, no. 26526).
Osmanlılar için bir başka buhran, Yanya Hakimi Tepedelenli Ali Paşa meselesiydi. Paşa'nın bertaraf edilmesiyle sonuçlanan askerî harekâtın başlatıldığı 1821'de Sofya'da bulunan İmaret Camii'nin de mühimmat ambarı olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Nitekim 6 Ağustos 1821 tarihli bir mektup, Yanya Seraskeri Hurşid Ahmed Paşa'ya İmaret Camii'nde tutulan 4.925 tane humbara, top ve obüs güllesinin sevk edildiğini bildirir (Cevdet Askeriye Kataloğu, no. 33645).
Bir başka ilginç örnek ise iç savaş esnasında camilerin zarar görebildiğini göstermektedir. Vidin Hakimi Pazvantoğlu Osman'a karşı girişilen bastırma harekâtında Pazvantoğlu askerlerinin savunmaya çekildikleri Niğbolu kalesi içinde bulunan Şah Melek Paşa Camii'ni o kargaşada yaktıkları, 26 Temmuz 1798 tarihli bir belgeden anlaşılmaktadır (Cevdet Askeriye, no. 42933).
Birçok belge, özellikle Osmanlı-Rus savaşlarında uzun süre kuşatma altında kalıp düşen Bender, Hotin, Akkerman, İsmail gibi meşhur Osmanlı kalelerinin içindeki camilerin ağır tahribat gördüklerinden bahseder. Diyebiliriz ki, bu camiler de savaşa katılmış, adeta gazi olmuşlardır.
Ayasofya minaresinden isyan komutu
Ayasofya Camii'nin İstanbul'da çıkan isyanlarda özel bir yeri olmuştur. Topkapı Sarayı'nın bitişiğinde yer aldığı için onun minarelerini ele geçirmek asiler için hayati önemdeydi. Örneğin, Genç Osman'a karşı isyan eden yeniçeriler 19 Mayıs 1622'de sarayı basmaya karar vermişlerdi fakat Bostancıların saray avlusunda silahlanıp kendilerine karşı savaşacakları ihtimali onları tereddüde düşürmüştü. Bunun üzerine içlerinden bir yeniçerinin Ayasofya'nın minarelerinden birine çıkıp saray avlusunu gözetlemesine karar verdiler. Minaredeki yoldaşlarının saray avlusunun boş olduğunu ihbar etmesiyle de meşhur saray baskınlarını gerçekleştirdiler (Baki Tezcan, The Second Empire, s. 169).
1808 senesine rastlayan Ramazan'da İstanbul meşhur Alemdar Vakası'na sahne olmuştu. Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim'i yeniden tahta geçirmek için İstanbul'u basmış ama IV. Mustafa, amcası Selim'i katlettirdiği için amacını gerçekleştirememişti. IV. Mustafa, kardeşi Mahmud'un da katlini emretmişti. Neyse ki, Mahmud bu suikasttan kıl payı kurtulmuş; Alemdar ise IV. Mustafa'nın yerine Mahmud'u tahta geçirmiş, kendi de sadrazam olmuştu.
Rusçuklu Sadrazam, 1 sene evvel Kabakçı Mustafa İsyanı diye bilinen ayaklanmada tahtan indirilen III. Selim'in Nizam-ı Cedid ıslahatlarını canlandırmayı amaçlamaktaydı. Bu maksatla Sekban-ı Cedid isimli yeni bir ordu kurdu. Ayrıca memleket ayanlarını İstanbul'a davet edip Sened-i İttifak denilen belgenin imzalanmasını sağladı. Alemdar ayanların meşruluklarını tanımak karşılığında ıslahatlara desteklerini temin etmek istiyordu.
Ne var ki, tedbirsiz davrandı, yeniçerilerin Kadir gecesinin ertesi günü sabaha karşı ayaklanmalarını önleyemedi. Osmanlı tarihinde isyancı yeniçerilere karşı silahla direnip sonunda intihar etmeyi seçen ilk sadrazam olarak tarihe geçti. Fakat Alemdar'ın Babıali'yi havaya uçurarak intihar etmesi, isyan ateşini yatıştırmaya yetmedi. Olaylar büyüdü ve İstanbul'da yeniçeriler ve sekbanlar arasında günlerce süren bir iç savaş çıktı.
İç savaşın 2. günü yani 17 Kasım 1808 Çarşamba günü Ayasofya Camii'nin bir kez daha amaç dışı kullanıma maruz kaldığını görüyoruz. Sekban-ı Cedid askerlerinden 3'ü Ayasofya'nın minarelerinden birine çıkıp Topkapı Sarayı dışında mevzilenmiş isyancı yeniçerileri keskin nişancı gibi avlamaya başladılar. Bunun üzerine Ayasofya'ya saldıran yeniçeriler minareyi ele geçirmek için insanın kanını donduran bir eyleme kalkıştılar. Bir cesedi kaba hasıra sarıp minarenin altındaki merdivende yaktılar. Leş gibi kokan duman minarenin tepesine ulaşınca fenalaşan Sekban-ı Cedid askerlerinin aşağıya inip teslim olmaktan başka çareleri kalmamıştı. Gelgelelim, yeniçeriler aman dileyen bu sekban askerlerinden kılıçlarını esirgemediler.
Şimdi sıra yeniçerilerde
Ayasofya 'mevziini' ele geçiren yeniçeriler, minareye çıkıp Topkapı Sarayı'nda mevzilenmiş Sekban-ı Cedid askerlerini haklamaya başladılar. Saray duvarları üzerinde savaşan sekbanlarla saray avlusundaki Darphane meydanında teyakkuz halinde bekleyen sekbanlardan bir haylisini minareden tüfek atmak suretiyle öldürdüler. Bu durumu gören ıslahatçılardan Anadolu Seraskeri Kadı Abdurrahman Paşa, Ayasofya mevziini geri kazanmaya karar verdi. Bulduğu yöntem ise bir hayli ilginçti: Minareyi topa tutmak!
Kadı Paşa'nın topu gerçekten de yeniçerilerin mevzilendiği minareye 3 gülle isabet ettirdi. Muhtemelen küçük çaplı olan bu topun gülleleri minareyi yıkmadıysa da yeniçerileri korkutmaya yetti. Yeniçerilerin minareden inmeleriyle top ateşi kesildi. Yoksa maazallah belki sadece minare değil, caminin kendisi de zarar görebilirdi. Sekban askerleri Ayasofya mevziini böylelikle geri kazanmış oldular.
Bu Ayasofya'nın hangi minaresiydi acaba? Minareye atış yapan top, Çizme Kapısı'nda bulunan bir kasrın önüne yerleştirilmişti. Bugün mevcut olmayan bu kapı Bab-ı Hümayun denilen ilk kapıdan girince birinci avlu içerisinde sağdaki ilk kapıydı. Bundan sonra önünde idam edilenlerin kellelerinin sergilendiği 'seng-i ibret' (ibret taşı) bulunan Orta Kapı gelirdi. Bu kapının karşısında, sol tarafta (Ayasofya tarafında) ise Aya İrini Kilisesi bulunmaktadır. İlk avlu içinde durup yüzümüzü Ayasofya'ya döndüğümüzde sol öndeki minare (kuzeybatı) muhtemelen çatışmalara konu olan minare olmalıydı. Bu aynı zamanda Ayasofya'nın en ince minaresi olup II. Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Onun karşısında bulunan (güneybatı) kırmızıya çalan rengiyle öne çıkan minare de adaylar arasındadır. (Mehmet Ali Beyhan, Saray Günlüğü (1802-1809), İstanbul, 2007, Doğu Kütüphanesi, s. 257).
Göz ardı edilen bir gerçek şudur ki, camiler bu buhran zamanlarında sadece ibadethane veya cemaatsizlikten dolayı ahır olarak değil, cephanelik olarak da kullanılmaktaydı. Bunun temel nedeni, büyük merkezlerdeki camilerin taş yapılı olmalarıydı. Ahşap yapılara göre taş yapılar mühimmatın daha emniyetli bir şekilde korunmasını mümkün kılmaktaydı.
1768-1774 Osmanlı- Rus Savaşı, Küçük Kaynarca Antlaşması'nın imzalanmasıyla sonuçlanmış ve Kırım Hanlığı Osmanlı idaresinden çıkmıştı. Bu savaş esnasında Osmanlı ordusunun ana kışlaklarından biri, bugün Romanya'da bulunan Babadağ idi. 22 Temmuz 1772 tarihli bir belge, burada inşa edilmiş Hasip ve Alaca camilerinin yoğun Rus ateşi altında yıkıldığını belirtir. Cami enkazından çıkarılan mühimmat ise koruma altına alınmıştır. Demek ki, Osmanlılar bu camileri savaş zamanında cephanelik olarak kullanmaktaydılar (Cevdet Askeriye Kataloğu, no. 26526).
Osmanlılar için bir başka buhran, Yanya Hakimi Tepedelenli Ali Paşa meselesiydi. Paşa'nın bertaraf edilmesiyle sonuçlanan askerî harekâtın başlatıldığı 1821'de Sofya'da bulunan İmaret Camii'nin de mühimmat ambarı olarak kullanıldığı anlaşılıyor. Nitekim 6 Ağustos 1821 tarihli bir mektup, Yanya Seraskeri Hurşid Ahmed Paşa'ya İmaret Camii'nde tutulan 4.925 tane humbara, top ve obüs güllesinin sevk edildiğini bildirir (Cevdet Askeriye Kataloğu, no. 33645).
Bir başka ilginç örnek ise iç savaş esnasında camilerin zarar görebildiğini göstermektedir. Vidin Hakimi Pazvantoğlu Osman'a karşı girişilen bastırma harekâtında Pazvantoğlu askerlerinin savunmaya çekildikleri Niğbolu kalesi içinde bulunan Şah Melek Paşa Camii'ni o kargaşada yaktıkları, 26 Temmuz 1798 tarihli bir belgeden anlaşılmaktadır (Cevdet Askeriye, no. 42933).
Birçok belge, özellikle Osmanlı-Rus savaşlarında uzun süre kuşatma altında kalıp düşen Bender, Hotin, Akkerman, İsmail gibi meşhur Osmanlı kalelerinin içindeki camilerin ağır tahribat gördüklerinden bahseder. Diyebiliriz ki, bu camiler de savaşa katılmış, adeta gazi olmuşlardır.
Ayasofya minaresinden isyan komutu
Ayasofya Camii'nin İstanbul'da çıkan isyanlarda özel bir yeri olmuştur. Topkapı Sarayı'nın bitişiğinde yer aldığı için onun minarelerini ele geçirmek asiler için hayati önemdeydi. Örneğin, Genç Osman'a karşı isyan eden yeniçeriler 19 Mayıs 1622'de sarayı basmaya karar vermişlerdi fakat Bostancıların saray avlusunda silahlanıp kendilerine karşı savaşacakları ihtimali onları tereddüde düşürmüştü. Bunun üzerine içlerinden bir yeniçerinin Ayasofya'nın minarelerinden birine çıkıp saray avlusunu gözetlemesine karar verdiler. Minaredeki yoldaşlarının saray avlusunun boş olduğunu ihbar etmesiyle de meşhur saray baskınlarını gerçekleştirdiler (Baki Tezcan, The Second Empire, s. 169).
1808 senesine rastlayan Ramazan'da İstanbul meşhur Alemdar Vakası'na sahne olmuştu. Rusçuk Ayanı Alemdar Mustafa Paşa, III. Selim'i yeniden tahta geçirmek için İstanbul'u basmış ama IV. Mustafa, amcası Selim'i katlettirdiği için amacını gerçekleştirememişti. IV. Mustafa, kardeşi Mahmud'un da katlini emretmişti. Neyse ki, Mahmud bu suikasttan kıl payı kurtulmuş; Alemdar ise IV. Mustafa'nın yerine Mahmud'u tahta geçirmiş, kendi de sadrazam olmuştu.
Rusçuklu Sadrazam, 1 sene evvel Kabakçı Mustafa İsyanı diye bilinen ayaklanmada tahtan indirilen III. Selim'in Nizam-ı Cedid ıslahatlarını canlandırmayı amaçlamaktaydı. Bu maksatla Sekban-ı Cedid isimli yeni bir ordu kurdu. Ayrıca memleket ayanlarını İstanbul'a davet edip Sened-i İttifak denilen belgenin imzalanmasını sağladı. Alemdar ayanların meşruluklarını tanımak karşılığında ıslahatlara desteklerini temin etmek istiyordu.
Ne var ki, tedbirsiz davrandı, yeniçerilerin Kadir gecesinin ertesi günü sabaha karşı ayaklanmalarını önleyemedi. Osmanlı tarihinde isyancı yeniçerilere karşı silahla direnip sonunda intihar etmeyi seçen ilk sadrazam olarak tarihe geçti. Fakat Alemdar'ın Babıali'yi havaya uçurarak intihar etmesi, isyan ateşini yatıştırmaya yetmedi. Olaylar büyüdü ve İstanbul'da yeniçeriler ve sekbanlar arasında günlerce süren bir iç savaş çıktı.
İç savaşın 2. günü yani 17 Kasım 1808 Çarşamba günü Ayasofya Camii'nin bir kez daha amaç dışı kullanıma maruz kaldığını görüyoruz. Sekban-ı Cedid askerlerinden 3'ü Ayasofya'nın minarelerinden birine çıkıp Topkapı Sarayı dışında mevzilenmiş isyancı yeniçerileri keskin nişancı gibi avlamaya başladılar. Bunun üzerine Ayasofya'ya saldıran yeniçeriler minareyi ele geçirmek için insanın kanını donduran bir eyleme kalkıştılar. Bir cesedi kaba hasıra sarıp minarenin altındaki merdivende yaktılar. Leş gibi kokan duman minarenin tepesine ulaşınca fenalaşan Sekban-ı Cedid askerlerinin aşağıya inip teslim olmaktan başka çareleri kalmamıştı. Gelgelelim, yeniçeriler aman dileyen bu sekban askerlerinden kılıçlarını esirgemediler.
Şimdi sıra yeniçerilerde
Ayasofya 'mevziini' ele geçiren yeniçeriler, minareye çıkıp Topkapı Sarayı'nda mevzilenmiş Sekban-ı Cedid askerlerini haklamaya başladılar. Saray duvarları üzerinde savaşan sekbanlarla saray avlusundaki Darphane meydanında teyakkuz halinde bekleyen sekbanlardan bir haylisini minareden tüfek atmak suretiyle öldürdüler. Bu durumu gören ıslahatçılardan Anadolu Seraskeri Kadı Abdurrahman Paşa, Ayasofya mevziini geri kazanmaya karar verdi. Bulduğu yöntem ise bir hayli ilginçti: Minareyi topa tutmak!
Kadı Paşa'nın topu gerçekten de yeniçerilerin mevzilendiği minareye 3 gülle isabet ettirdi. Muhtemelen küçük çaplı olan bu topun gülleleri minareyi yıkmadıysa da yeniçerileri korkutmaya yetti. Yeniçerilerin minareden inmeleriyle top ateşi kesildi. Yoksa maazallah belki sadece minare değil, caminin kendisi de zarar görebilirdi. Sekban askerleri Ayasofya mevziini böylelikle geri kazanmış oldular.
Bu Ayasofya'nın hangi minaresiydi acaba? Minareye atış yapan top, Çizme Kapısı'nda bulunan bir kasrın önüne yerleştirilmişti. Bugün mevcut olmayan bu kapı Bab-ı Hümayun denilen ilk kapıdan girince birinci avlu içerisinde sağdaki ilk kapıydı. Bundan sonra önünde idam edilenlerin kellelerinin sergilendiği 'seng-i ibret' (ibret taşı) bulunan Orta Kapı gelirdi. Bu kapının karşısında, sol tarafta (Ayasofya tarafında) ise Aya İrini Kilisesi bulunmaktadır. İlk avlu içinde durup yüzümüzü Ayasofya'ya döndüğümüzde sol öndeki minare (kuzeybatı) muhtemelen çatışmalara konu olan minare olmalıydı. Bu aynı zamanda Ayasofya'nın en ince minaresi olup II. Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Onun karşısında bulunan (güneybatı) kırmızıya çalan rengiyle öne çıkan minare de adaylar arasındadır. (Mehmet Ali Beyhan, Saray Günlüğü (1802-1809), İstanbul, 2007, Doğu Kütüphanesi, s. 257).