Osmanlı’dan günümüze sokak hayvanlarını medeniyete nasıl kurban ettik?
Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde toplumsal dayanışmayı pekiştiren kurumların başında vakıflar gelir. Bu vakıflarının olumlu yansımalarını bugün dahi görmek mümkündür. Fakir fukarayı, hastayı, sakatı, yetimi, öksüzü, dulu, yaşadığı çevreyi düşünenler sokakta yaşayan köpeği, kediyi, hatta göçmen kuşları hiç unutur muydu?
Anadolu Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde yaşayan insanların sokak hayvanlarına bakışını en iyi gözlemleyenler, şüphesiz o tarihlerde bir güneş gibi parlayan Türk İslam medeniyetinin izlerini sürmek üzere bu topraklara gelen seyyahlar ve oryantalistler olmuştur. Kendi ülkelerinde görmedikleri ilginç hayat tarzı karşısında şaşkınlıklarını gizleyememiş, karşılaştıkları manzaraları çoğu zaman akıl dışı ve anlamsız bulmuşlardır. İzlenimlerini ifade ederken şaşırtıcı tasvirler kullanmaları bundandır. Fransız edibi Alphonse de Lamartine 1833 yılında geldiği İstanbul’daki izlenimlerinden bahsederken Türklerin tabiata bakışını şöyle ifade edecektir:
“Türkler canlı cansız bütün yaratıklarla barış içinde yaşıyor. İster ağaçlar, ister kuşlar ya da köpekler olnasılsun, Tanrı’nın yarattığı her şeye saygı gösteriyorlar. Hayırseverlikleri bizde terk edilen ya da zulüm gören bu zavallı türleri de kucaklıyor.”
Eski ve yeni Türkiye’nin dostu olarak bilinen Fransız yazar Claude Farrere’ın İstanbul’daki şu hatırası, sanırım Türklerin hayvanlara yaklaşımı hakkında bir fikir verecektir:
“Kruvazörümüzün sandalı rıhtımdaydı. İçinde gemiye dönmek üzere olan üç subaydık. Tam rıhtımdan ayrılmak üzereyken, nereden çıktıysa, bir tekir kedi peyda oluverdi. Sandalımıza yaklaştı, kürekleri koklamaya başladı. Arkadaşlardan biri:
- Hele bak, dedi, bir Türk kedisi! Evet, bizden korkmadığına göre hiç şüphesiz bir Türk kedisiydi. İstanbul’un kedileri çok bariz şekilde ikiye ayrılır: Müslüman mahallelerinde yaşayan Türk kedileri -bu mahallelerde herkes hayvanlara karşı daima iyi davranır- ve Rum yahut Ermeni kedileri; bunlar reaya mahallelerinde yaşar, buralardaki Doğu Hıristiyanları, Gregoryenler yahut Ortodokslar zayıf olan her şeye karşı zalimce davranırlar. Bu mahallelerde yaşayan kediler, daha insan yüzü görür görmez selameti kaçmakta bulur. Tophane’deki tekir kedi, bir Türk kedisiydi”.
Hayvanların bakım ve korunması için kurulan vakıflara, sokak hayvanlarının tedavileri için kurulan hayvan hastanelerine, olumsuz hava şartlarında sığınsınlar diye cami ve evlerin dış duvarlarına estetik yönü de düşünülerek inşa edilen kuş evlerine tanıklık etmek ve insanların vasiyetlerine bu zavallı sahipsiz hayvanları dâhil ettiklerini öğrenmek, önce kendini düşünmeye alışmış bir Avrupalı için şaşırtıcı, hatta anlamsız bulunabilir.
Sadri Sema, Eski İstanbul Hatıraları adlı eserinde insanların hayvanlarla ilişkisini şöyle nakleder:
“Eskiden hayvanlarla insanlar akraba gibi bir arada yaşarlardı. Köpekler İslam dininin hükümleri gereğince evlere sokulmazdı. Fakat sokakta bunlara ekmek doğranır, hatta adaklar adanırdı. Kediler evlerin davetsiz misafirleriydi. İyi kötü her hayvana dostluk ve misafirperverlik gösterilir, ayrı ayrı konuklandırılırdı. Ağaçların tepelerinde ve bacalarda leylekler yuva yapardı. Çatı aralarında kırlangıçlar uçuşur, kuş yuvalarına el değdirilmez, kuşlar tedirgin edilmezdi. Yuva bozanın günahı büyüktü. Evlerdeki örümcek ağları sabah vaktinde zarar vermeden toplanırdı. Kumru ve güvercinler kafeste beslenmezler; kanarya, saka, dudu kuşu, muhabbet kuşu, papağan gibi kuşlar hariç.”
O günlere dair ilginç adetler arasında şunlar da sıralanabilir: Pazarlardan canlı kuşların kafesleriyle satın alınıp azat edilmesi, öldükten sonra kişinin vasiyeti gereği her gün ücretli adamlar tutulup sokak hayvanlarına veya güvercinlere et, kemik, kuş yemi dağıtılması, kasapların her gün bir miktar eti hayvanlara dağıtmakla yükümlü tutulması, hububat nakliyesi sırasında üzerine üşüşen kuşlara kesinlikle müdahale edilmemesi ve daha niceleri.
Osmanlı’da envai çeşit bitki ve hayvanata gösterilen merhamet ve hoşgörüye dayalı muamelenin esas nedeni, dindir. Hz. Muhammed’in (sas) “Yaratıkların hepsi Allah’ın ıyalidirler (ev halkındandırlar). Allah’ın en fazla sevdiği yaratığı, onun ıyaline en yararlı olandır” beyanı adeta hayatın her noktasına yansımıştır.
Sivri Ada idi, Hayırsız Ada oldu
Osmanlı’da sokak hayvanı algısı, tarihe “inkılâpçı padişah” namıyla geçen II. Mahmud döneminden itibaren değişmeye başlar. Fikrî, siyasî ve sosyal sahalarda Batılılaşma hareketleri onun döneminde hızlanmıştır.
Yeniçeri Ocağı kapatılmış, yerine Avrupalı subayların eliyle yeni bir ordu teşkil edilmiş; kılık kıyafet ve günlük hayat alışkanlıklarıyla Avrupaî hayat tarzı saray ve elit kesimde hızla yayılmaya başlamıştır. Sokak hayvanlarına ilk devlet müdahalesi de bu döneme rastlar.
Gece vakti Galata civarında gezintiye çıkan bir İngiliz turistin sokak köpeklerinin saldırısından kurtulmak için çıktığı duvardan düşüp ölmesi (sarhoş olduğu ve köpeklere taş atarak tahrik ettiği de söylenir) ve cesedinin köpekler tarafından feci biçimde parçalanması üzerine İngiltere sefaretinin saraya sert bir nota vermesi, ilk müdahalenin gerekçesini oluşturur. Tıpkı Vaka-i Hayriye’de yeniçeri avına çıkılması gibi şehirde aylar süren köpek avı başlatılır.
Köpeklerin toplanmasına en büyük itiraz, İstanbul’da Müslüman ahalinin yaşadığı mahalle sakinleri ile Müslüman din adamlarından gelir. Tüm itirazlara rağmen toplanan onbinlerce sokak köpeği Marmara Denizi’nde bulunan Sivri Ada’ya terk edilir.
Etrafı sarp kayalıklarla çevrili adada su ve yiyecek bulamayan köpekler bir süre sonra açlıktan birbirlerini yemeye başlar. Özellikle geceleri köpeklerin acı uluma sesleri İstanbul’un kıyılarına kadar ulaşır. Adada yaşanan bu dram halkın huzurunu kaçırır.
İstanbul’da bunlar yaşanırken, Yeniçeri Ocağı’nın yerine kurulan yeni ordu savaş meydanlarında ardı ardına yenilgiler almaktadır. Osmanlı-Rus Harbi, ardından Balkanlarda milliyetçi Sırp ve Bulgar çeteleri karşısında yaşanan hayal kırıklıkları toprak kayıplarına neden olur.
Osmanlı toprakları üzerinde dolaşan kara bulutların üzerine bir de zavallı köpeklere uygulanan bu kötü muamele halkta ciddi tepkiler oluşturur. Ve nihayetinde İstanbul’un kayıkçıları sürgündeki sağ kalmış köpekleri tantanalarla şehre geri getirirler. O günlerden sonra Sivri Ada’nın adı halk arasında “Hayırsız Ada” olarak anılmaya başlanacaktır.
Hayvanlarla değil, hastalıkla mücadele
İstanbul’da ikinci köpek toplama operasyonu Sultan Abdülaziz devrinde yaşanır. Pera gibi semtlerde yaşayan ve İstanbul’a görevli (!) olarak gelen yabancıların şikayetlerine kayıtsız kalamayan saray, sokaklarda başıboş dolaşan köpeklerin toplatılmasını emreder. Bir kısmı şehir dışına taşınırken, diğer kısmı teknelerle yine Sivri Ada’ya (Hayırsız Ada) gönderilir.
Bu olaydan kısa bir süre sonra İstanbul’un Avrupa yakasında tarihin en büyük yangınlarından biri (1870 Beyoğlu yangını) çıkar. Halkın hazırlıksız yakalandığı yangında ciddi maddî kayıplar yaşanır, pek çok insan evsiz kalır.
Şehir halkı bu yangınla köpekler arasında bir bağ kurar: Köpekler sokaklarda olsaydı havlayarak mahalleliye haber verir, belki de yangın büyümeden söndürülebilirdi. Köpek toplama işinden bir kez daha, ama bu kez daha erken vazgeçilir.
Abdülaziz döneminde saray bürokrasisinde önemli görevler ifa eden Edhem Pertev Paşa, Şinasi’nin İstanbul’da sayıları artan sokak köpeklerinin yok edilmesi gerektiğini savunan “Sokakların Tenvir ve Tahriri” adlı makalesine Mecmua-i Fünun’da cevap verir.
Paşa, bir filozofla (hakim) bir köpeği (kıtmir) konuşturmuş, Hayırsız Ada tecrübesini ve değişen bakış açılarını alaycı bir üslupla yazıya dökmüştür.
Hakim, köpeğin içler acısı görünümüne bakıp “Vah vah! Biçare hayvan! Şu hayvanın acizlik ve miskinliğine ve insanların kudret ve gafletine bak!” diye acımalı ifadelerle söylenirken, köpek, kendisine yapılanları hatırlatırcasına ironik bir cevap verir: “Vah vah! Şu Adem insaniyyetten kopuşup hayvaniyyetde karar verdi!”
Alman İmparatoru II. Wilhelm’in II. Abdülhamid döneminde İstanbul’a gelişi sebebiyle sokakların temiz görünmesi için köpeklerin toplatıldığı ve şehir dışına nakledildiği bilinir.
II. Abdülhamid’in, saray doktorlarından Mavroyani Paşa’ya (Spiridon Mavrogenis) sokak köpeklerinin davranış ve yaşama biçimlerini inceleme görevi verdiğini de hatırlatmalıyız. Buna ilaveten kuduz hastalığıyla mücadele etmek üzere Fransız Pasteur Enstitüsü ile işbirliği yapılarak dünyadaki üçüncü Kuduz Enstitüsü İstanbul’da kurulur. Burada görevlendirilmek üzere çok sayıda hekim, salgın hastalıklar konusunda ilmî eğitim almak üzere yurt dışına gönderilir.
Sultan II. Abdülhamid döneminde başlatılan bu hamlelerle artık zavallı hayvanlarla değil, hastalık oluşturan etkenle mücadele dönemi de başlatılmış oluyordu.
Batılılaşma politikaları gelince...
İttihad ve Terakki iktidarı “Üç Paşalar Dönemi” olarak anılır. Esas itibariyle Enver, Talat ve Cemal Paşaların siyaset etme tarzıyla şekillenen yönetim anlayışının 600 yıllık Osmanlı devlet hayatında ve toplumsal düzeninde ciddi kırılmalara neden olduğu açıktır.
Dr. Abdullah Cevdet’in sürgünde kaleme aldığı 16 sayfalık İstanbul’da Köpekler isimli kitabı, İttihad ve Terakki yönetiminin sokak hayvanlarına yaklaşımını belirlemesi bakımdan önem arz eder.
İttihadcıların Batıcı kanadını temsil eden Cevdet’e göre sokaklarda köpeklere yer yoktur. “Ses ve görüntü kirliliğiyle medeni dünyanın yüzüne nasıl bakarız?” diye sorar ve sokaklarda yaşayan hayvanatın Batıda olduğu gibi itlaf [telef] edilmesi gerektiğini savunur. Yerli Müslüman halkın hayvanlarla kurduğu merhamete dayanan ilişkiyi ise hayal ve batıl inanç olarak değerlendirir.
Osmanlı düzeninde etkinliği artan yabancı unsurların telkin ve baskılarıyla Dahiliye Nazırı Talat Paşa sokak köpeklerinin toplanıp Hayırsız Ada’ya bırakılmasını emreder. Bunun üzerine toplumun en alt kültür seviyesindeki insanlardan oluşturulan köpek toplama ekipleri, binlerce köpeği kerpeten benzeri büyük kelepçelerle sokaklardan toplayıp teknelerle adaya götürürler.
Her ne kadar bu köpeklerin ada şartlarındaki bakımları için Belediye Meclisi’nce bir miktar ödenek ve görevli tahsisi yapılmış olsa da, denetim sıkıntıları nedeniyle planlanan hizmet adaya götürülemez.
Köpek yoğunluğu gitgide artar, içme suyu bulunamaz, yiyecek sıkıntısı yaşanır ve köpekler birbirlerini yemeye başlar. Maaşlı görevliler de adaya gitmez olur ve önceki yıllarda yaşanan dram tekrarlanır.
O sıralar İstanbul’da bulunan Sam isimli Fransız yazar ve arkadaşları Hayırsız Ada’da yaşananlara şahitlik etmek üzere bir tekne kiralayıp adaya giderler. Fransa’ya dönüşünde izlenimlerini şu şekilde aktaracaktır: “
Çoğu kumsalda itişiyor, birbirini sıkıştırıyordu; birbirinin üzerine çıkarak suya ulaşmaya çalışıyordu. Pek çoğu yüzüyor, dört bir yanda yüzen leşler için birbirleriyle kavga ediyorlardı. Karada ise cesetleri kapışan bir köpek güruhundan başka bir şey yoktu. Umutsuzca bize doğru yüzen sürüler vardı. Kısa süre sonra teknenin etrafı sarıldı. Teknenin kaygan kenarlarına tutunmaya çalışıyorlardı. Çoğunun kulakları yarı yarıya yenmiş, üzerleri iğrenç yaralarla dolmuştu. Bu manzaraya dayanacak hali kalmayan bir İngiliz Hanım, denizcilere köpekleri öldürsünler diye yalvarıyordu. Uzaktan kafes yüklü iki mavnayı adaya doğru çeken bir vapur gördük. İstanbul’dan ‘taze köpek’ getiriyorlardı. Türklerin köpeklerin karnını doyurmaktan anladığı belki de buydu.”
Farrere Jön Türkleri suçladı
Uzun yıllar Osmanlı toplumunda derin medeniyet birikimiyle şekillenmiş hayat tarzı karşısında hayranlıklarını gizleyemeyen Türk dostu yabancılar siyaset ve toplumdaki bu hızlı değişim sürecine anlam veremezler. Claude Farrere yaşanan bu olumsuzlukların baş sorumlusu olarak Jön Türkleri göstermektedir:
“Medeniyet bahanesiyle köpekleri kıranlar, Türkiye’yi de katletti. Türk var, Türk var! Yaşananların sorumlusu gerçek Müslüman Türk değil, yarı-Batılı Türk, Jön Türk’tür; bunlar öteden beri Türkiye’nin başına belalar açmış Levantenlerle fazla düşüp kalkmaktan bozulmuşlardır.”
Osmanlı’nın son dönemlerinde sayıları gitgide artan sokak köpekleri problemi yeniden gündeme gelir. 1912-20 yıllarında İstanbul şehremini (belediye başkanı) olarak görev yapan Cemil Topuzlu sokak köpeklerine müdahale edildiğini, hatta yavaş yavaş imha edildiklerini söylese de yönteminden bahsetmez.
Takip eden yıllarda şehirlerdeki köpek sayısının rahatsız edici boyutlara ulaşması ve bulaşıcı salgın hastalıklar yerel yönetimleri acil tedbir almaya zorlayacaktır.
Başıboş dolaşan köpekler bir şekilde yok edilirken, halk yaşananlara eskisi gibi tepki koymaz olur. Hatta zaman zaman sokaklarda zehirli yemek tuzakları kurarak köpek itlaflarının faili olmakta sakınca görmezler. Artık hiçbir şey eskisi gibi değildir.
1912’den 1925’e kadar çıkarılan talimatnamelerde sokak hayvanlarının yönetimine dair herhangi bir hüküm yer almaz. 1930’da çıkarılan Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’ndaysa kuduza karşı alınacak tedbirler sıralanırken, “Hastalık neşreden haşarat ve hayvanatın itlâfı” ifadesi yer alır.
Kuduz hastalığının görüldüğü yerlerde yasa gereğince uygulanması zorunlu olan toplu itlaflar, bazen keyfî olarak strikninli köfteler yedirmek suretiyle hastalık taşımayan sokak köpeklerine de uygulanır. Sokak ortasında kalan veya kırsal alana terk edilmiş köpek cesetleri, çoğu zaman hayvansever cemiyetleri yerel yönetimlerle karşı karşıya getirmiştir.
Ülkemizde sokak hayvanları ile ilgili olarak, geçmişte yaşanan ve toplum hafızasından silinmeyen utanç verici olumsuz uygulamalardan uzak durmak, yürürlükteki Hayvanları Koruma Kanunu’na sahip çıkmak, hak ihlalleri ve halk sağlığını tehdit eden sorunlara paydaşların görüş ve hissiyatını da dikkate almak suretiyle makul ve ülke gerçeklerine uygun çözüm önerileri sunmak, toplum huzuruna ve aynı zamanda ait olduğumuz bu büyük medeniyet birikimine pozitif katkı oluşturacaktır.