Osmanlı sonrası sendromu
İngiltere'deki St. Anthony College'dan Prof. Dr. Avi Shlaim'in Osmanlı sonrası Ortadoğu'nun dününe olduğu kadar bugününe de ışık tutan ufuk açıcı analizi!
Sömügeci güçler 1918'de Osmanlı Devletin'den kopardıkları topraklara kargaşadan başka bir şey getirmediler.
Sömürgeci güçler 1918’de Osmanlı Devleti’nden kopardıkları topraklara kargaşadan başka bir şey getirmediler.
Ortadoğu’nun önemli bir bölümü -neredeyse 100 yıldır- benim “Post-Osmanlı sendromu” olarak kavramsallaştırdığım kronik şartlar altında yaşıyor. Bu sendromun semptomları ise kargaşa, istikrarsızlık ve bölge halklarının haklarından yoksun bırakılmaları. Bu durumun önemli bir sebebi 1. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla ortaya çıkan yeni siyasî ve toprak düzeninin meşruluğunun olmaması. Daha önceleri Osmanlıların kontrolü altında bulunan topraklarda kurulan bu devlet sistemi, büyük oranda sömürgeci güçlerin ürünü olup onların çıkarlarına hizmet etmek üzere tasarlanmıştı.
1. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri, yani İngiltere ve Fransa, savaştan zaferle ayrılmaları durumunda Osmanlı İmparatorluğu‘nun topraklarını nasıl paylaşacaklarına dair birçok gizli plan yaptılar. Fransa’nın arkasındaki İngiltere, Arap müttefiklerini Osmanlı’ya karşı silahlanmaya ikna maksadıyla müttefiklere toprak sözü verdi. İngiltere, savaşın sonlarına doğru Filistin’deki Siyonist projeyi desteklediğini açıkça ilan etti. Bu destek, aslında İngiltere’nin daha önce izlediği politikalarla çelişiyordu. Dolayısıyla bu çelişkili vaatlerin ardında yatan girift ve çetrefilli diplomasiyi açıklamak için yalnızca iki sömürgeci güç arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda bunların yerel müttefikleriyle ilişkilerini de yakından incelemek gerekir.
Savaş diplomasisi iki sömürgeci devlet arasındaki karşılıklı güvensizlik sebebiyle daha da karmaşık bir hal almıştı. Fransızlar uzun bir geçmişe sahip düzenbazlığı ve ikili oyunları sebebiyle İngiltere’ye “Kalleş Albion” adını takmışlardı. Gerçekten de İngiltere epeyce bencil güdülerle hareket etmişti. Fakat bunda garipsenecek bir şey yoktu: bencillik, sömürgeci güçlerin DNA’sında vardı. Doğrusu Fransa da pek erdem timsali sayılmazdı.
Benim buradaki amacım -her ne kadar çarpıcı bir konu olsa da-savaş diplomasisine eğilmek değil daha ziyade bu diplomasi sürecinin savaş sonrası dönemde ortaya çıkan bölgesel düzen bağlamında ne gibi sonuçlar doğurduğunu ortaya koymak. Bu anlamda esas olarak sömürgeci güçler tarafından çizilen sınırlara ve Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünün ardından bu güçler tarafından kurulmuş devletlere vurgu yapacağım.
İngilizler Osmanlı Türklerine karşı müttefik ararken kimi gizli, kimi açık pek çok söz verdiler. En önemlileri Araplara, Fransızlara ve Yahudilere verilen sözlerdi. İngiltere ilk olarak Arap topraklarında Türk karşıtı bir ayaklanmanın fitilini ateşlemek üzere Mekke Şerifi Hüseyin’le gizli bir pazarlığa girişti (Hüseyin’in oğulları sonradan Ürdün Kralı olacaktı).
Haşimiler, İslam Peygamberinin soyundan geldiklerini ileri sürüyor ve kendilerini Hicaz’daki topraklarda, yani Mekke ve Medine şehirlerini kapsayan Kutsal Beldelerin tabii savunucuları olarak görüyorlardı. Fakat bunlar aynı zamanda Osmanlı Sultanı’nın valileri konumundaydı. Müslüman hükümdara karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, muhafazakâr Şerif için son derece riskli bir girişimdi, bu sebeple de anlaşma gizli tutuldu.
Osmanlı’ya karşı şer ittifakı
Temmuz 1915 ile Mart 1916 arasında Şerif Hüsey’in ve İngiltere’nin Mısır yüksek komiseri Sir Henry McMahon arasında 10 mektupluk bir yazışma trafiği gerçekleşti. İngiltere bu mektuplarda Şerif’e, Osmanlı İmparatorluğu’na karşı silahlı bir ayaklanma başlatmaları karşılığında savaşın ardından onun liderliğinde kurulacak bağımsız bir Arap krallığını tanıma ve destekleme sözü verdi. İngiltere bu sözü üzeri örtük ifadelerle vermişti. Sınırlar net bir biçimde belirtilmemiş ve Filistin’in yeni kurulacak Arap krallığının sınırlarına dahil olup olmayacağı muamma olarak kalmıştı.
Her ne kadar üzeri örtük de olsa, İngiltere’nin sözleri Haziran 1916’da Türklere karşı başlatılan Arap isyanının patlak vermesini sağlayacaktı. Kökenlerine bakıldığında açıkça görüleceği üzere bugün halen Arap milliyetçiliğinin altın çağı olarak görülen Arap isyanı, özü itibariyle İngiltere ve Haşimiler ortaklığında Bâb-ı Âli’ye karşı tezgâhlanmış kötü niyetli bir ittifaktı.
İngiltere, Arap isyanına para, silah, mühimmat ve top mermisi desteği sağlarken Arabistanlı Lawrence olarak da bilinen T. E. Lawrence gibi çöl savaşında uzman ajanlarını isyanın hizmetine vermişti.
Haşimiler gerçekleştirebileceklerinin çok ötesinde sözler verdiler ve isyan, askerî anlamda çok küçük bir etki yarattı. Doğrusu Lawrence’ın isyana ilişkin raporları da elde edilen askerî başarıları epey abartıyordu.
İngiltere buna ek olarak Mayıs 1916’da Fransa ile gizli bir anlaşma imzaladı. Bu, James Barr’ın A Line in the Sand (2011) adını taşıyan muazzam çalışmasında ele alınan Sykes-Picot anlaşmasıydı. İki devletin yetkilileri Akdeniz ile Basra Körfezi arasında kalan bölgeyi, olası bir zafer durumunda iki “etki alanına” bölecek bir plan hazırladı. Filistin konusunda ise bir uzlaşmaya varılamadı. Nihai çözüm, Filistin’in uluslararası bir rejimin kontrolüne bırakılmasıydı.
Geleceğin tarihçileri Sykes-Picot anlaşmasını emperyal kalleşliğin en nadide örneği olarak anacaktır. Filistinli tarihçi George Antonius bu anlaşmayı, “şok edici bir belge” ve “şaşkınlık verici bir ikiyüzlülük örneği” olarak adlandırdı. Buradaki kalleşlik herkesin malumu; lakin anlaşmanın sonuçları genellikle abartılmıştır.
Sykes-Picot’nun modern Ortadoğu’nun sınırlarını çizdiğini söylemek, bugün yaygın bir yanılgıdır ki, pek çok gruba ek olarak IŞİD de bu görüşü paylaşmaktadır. Aslına bakılırsa bu anlaşma 1920 yılında gerçekleştirilen San Remo Konferansı’nda Milletler Cemiyeti’nin üzerinde anlaştığı sınırlara çok az benzemektedir. Sykes-Picot’nun asıl önemi, bölgenin sömürgeci güçler arasında paylaşılması sürecini başlatmasıdır.
İngiltere’nin üçüncü ve en meşhur adımı ise 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’dur. İngiltere bu deklarasyonla Filistin’de kurulacak bir Yahudi devletini destekleyeceğini yine üzeri örtük ve muğlak bir dille, fakat bu kez açıkça ilan etmiştir.
Bu dönemde Yahudiler, Filistin nüfusunun ancak yüzde 10’unu meydana getirmekteydi. Yahudilerin Filistin’deki millî haklarının desteklenmesi, bu hakların Arap çoğunluktan esirgenmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla Balfour Deklarasyonu klasik bir sömürgeci metindir. Bu deklarasyonun ardındaki temel güdü, yeni yeni palazlanan
Siyonist hareketi desteklemekten ziyade, dünyadaki Yahudi nüfusun savaşta İngiltere’ye vereceği düşünülen destekten yararlanmaktı.
İngiliz politikacılar Araplara, Fransızlara ve Siyonistlere verdikleri sözleri nasıl herkesi memnun edecek şekilde hayata geçireceklerine ilişkin bir fikre sahip değillerdi. Sonuç olarak İngiltere’nin savaştaki müttefiklerine dönük politikalarına hem kafa karışıklığı, hem de ikiyüzlülük hâkimdi. Dahası savaş ilerledikçe İngiliz politikacılar daha da gözü doymaz bir hale geldiler.
Lenin, savaşın sebebinin emperyalizm olduğunu söylemişti. İngiltere’nin durumu ele alındığında savaşın emperyalizmi beslediği görülür. Lloyd George seleflerinin yaptığı anlaşmaları bir kenara atmıştı ve daha fazla Osmanlı toprağını ele geçirmek istiyordu. Amacı Ortadoğu’da İngiliz hegemonyası kurmak, petrol bölgelerini kontrol altına almak ve Filistin’i İngiltere’nin nüfuz alanına sokmaktı.
Paylaşımın önündeki engel
Lloyd George’un Ortadoğu’daki emperyal ihtirasları, ABD Başkanı Woodrow Wilson önderliğinde ivme kazanan Amerikan anti-sömürgeciliği rüzgârıyla da çatışıyordu. Başkan Wilson’un On Dört İlkesi’nde ifadesini bulan olgun yaklaşımı, gizli diplomasiyi reddediyor ve küçük ulusların kendi kaderlerini tayin haklarını destekliyordu. ABD, Rusya’yı savaşın dışına iten Bolşevik Devrimi’nin gerçekleşmesinden bir ay kadar sonra, Nisan 1917’de savaşa girdi. Kısa süreliğine Ortadoğu meselesine yoğun bir biçimde dahil oldu, ancak sonra tekrar geri çekildi.
Wilson Avrupalı devletlerin imparatorluklarını kuvvetlendirmek üzere gizli anlaşmalar imzaladıklarını biliyor, ülkesinin emperyal devletlerin çıkarlarına hizmet eden bir savaşla özdeşleştirilmesini istemiyordu. Savaş sonrası dönemde milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkına dayalı bir düzenin kurulmasını savunuyor, bütün savaşları sona erdirecek bir savaş olmasını istiyordu.
Normal olarak Ortadoğu’daki kimi aktörler, Wilson’un On Dört İlkesi’ni, Avrupalı devletlerin tahakkümünden kurtulma hayalleriyle özdeşleştirmiş, emperyalizm karşıtı bir aktörün Ortadoğu’ya girişini memnuniyetle karşılamışlardı.
Savunma konumuna geçen İngiltere ve Fransa ise 7 Kasım 1918’de, yani savaşı sona erdiren ateşkesin imzalanmasından yalnızca birkaç gün önce ortak bir bildiri yayınlayarak Arapların kendi kaderlerini tayin haklarını açıkça kabul ettiklerini ilan ettiler. Bu deklarasyonun ilk cümlesi, şaşkınlık verici bir samimiyetsizliğin ifadesiydi:
“Fransa ve Büyük Britanya, Alman ihtiraslarının sonucu olarak parçalanmış olan savaşın Doğu yakasında, uzun bir süredir Türklerin zulmü altında yaşayan halkların tam ve kesin bir biçimde özgürleşmesi ve yetkisini yerli halkın inisiyatif ve özgür iradesinden alan millî hükümetler ve idarelerin kurulması gayesiyle savaşmaktadır.”
Bu bildiri, iki ülkenin bölgede kendi sistemlerini kurmak niyetinde oldukları iddialarını reddeden, halkların iradesine saygılı olunacağına ve herkes için tarafsız ve eşit bir adaletin tesis edileceğine söz veren küstahça bir ifadeyle son buluyordu.
İnsan Avrupalı devlet adamlarının Ocak 1919’da Paris’te düzenlenen Barış Konferansı’ndaki davranışlarına bakıp beyhude bir umutla bu yüce ideallerin kırıntısını aramaktan kendini alıkoyamıyor.
Barış Konferansı’na yön veren, küçük milletlerin hakları değil, büyük güçlerin rekabet ve çarpışmalarıydı. Lloyd George, ABD’nin Ortadoğu’da İngiltere’nin müttefiği olması için uğraşıyor, Amerika’nın İstanbul ve (Rusya’daki devrimden önce) Çarlık Rusya’sının kontrolüne bırakılması planlanan Ermenistan’la ilgili sorumluluklarının olduğunu söyleyecek kadar ileri gidiyordu.
Ne var ki Wilson, Avrupalı devletlerin bütün planlarına direndi ve bunun yerine bir inceleme heyetinin bölge halklarının gerçek ta
leplerini belirlemesini önerdi. Lloyd George’un demode emperyalizmi ile Woodrow Wilson’un etkisiz idealizmi arasındaki bu çatışma, zaten iyi gitmeyen barış görüşmelerinin iyice çıkmaza girmesine yol açtı.
Barış Konferansı’nda Arapları, Şerif Hüseyin’in Suriye’de geçici bir yönetim kuran, lakin Avrupa diplomasisi ile başa çıkabilecek derinlikten yoksun olması sebebiyle konferanstan eli boş dönen oğlu Emir Faysal temsil ediyordu. Faysal ve milliyetçi avanesi, bağımsızlık mücadelelerinde bütün umutlarını Amerika’nın yardımına bağlamışlardı. 2 Temmuz 1919’da gerçekleştirilen Genel Suriye Kongresi kararlarında bu umutların altı net olarak çizilmişti. Delegeler, “Başkan Wilson’un savaşa girmesinin ardında yatan nedenin emperyalist emellere hizmet eden açgözlü planları sona erdirmek olduğu yönündeki deklarasyonuna güvenimiz tamdır” diyorlardı.
Galiplerin barışı: San Remo
Yine delegeler Sykes-Picot anlaşması ve Balfour Deklarasyonu’nun feshini, Filistin’i de içine alan Suriye Devleti’nin Emir Faysal’ın krallığı altında bağımsız bir devlet olarak tanınmasını ve Irak’a bağımsızlık verilmesini talep ediyordu. Sonuç olarak “çözümün halkların gerçek arzularını yansıtması gerektiğine dair inançlarını tekrarlayarak zayıf milletlerin taleplerine dönük samimi ve cömert duygudaşlığı ile tanınan Başkan Wilson ve liberal Amerikan halkının umutlarının gerçeğe dönüşmesi için verecekleri desteğe” güveniyorlardı.
Gerçekten de Başkan Wilson, Filistin ve Suriye’ye bir inceleme heyeti gönderip bölgede yaşayan halkların isteklerinin ne olduğunu tespite çalışarak bu yardımı sunmak için çabaladı. Fakat King-Crane Komisyonu, İngiltere ve Fransa komisyona katılmayı kabul etmediği için Amerikalıların tek taraflı girişimi olarak kaldı. Komisyon raporunda bölgede Siyonizme ve Fransız mandasına karşı genel bir muhalefetin mevcut olduğunu bildirdi. Ayrıca Suriye, Filistin ve Irak’ın mümkün olan en kısa vadede bağımsızlıklarını kazanmaları için tasarlanmış bir dizi öneride bulundu. Ancak komisyonun çalışmalarından herhangi bir sonuç çıkmadı. Wilson’un anlayamadığı şey, böyle bir komisyonun elde ettiği bilgiler uyarınca eyleme geçme güç ve iradesine sahip olmadığı müddetçe görüş alışverişinin -sonuçsuz kalması anlamında- salt akademik bir uğraş olduğuydu.
1919 sonuna gelindiğinde Wilson “mide bulandırıcı bir hesaplaşma” dediği bu süreçten bıkıp ABD’ye yelken açıyor, Arap hayranlarını sömürgeci devletlerin şefkatli kollarına teslim ediyordu. Adı kendinden büyük olan Barış Konferansı Yüksek Konseyi Nisan 1920’de San Remo’da toplandığında Arapların bütün talepleri ve yerli halkın bütün arzuları bir kenara itildi, nihayetinde yalnızca galip devletleri memnun eden bir sonuç ortaya çıktı. Bu, yalnızca kazananların barışıydı. İngiltere, Mavera-i Ürdün’ü de içine alacak şekilde Milletler Cemiyeti adına Irak ve Filistin’i mandası altına aldı. Suriye ve Lübnan ise Fransız mandası altına girmişti. Manda, emperyalizmin diğer adıydı.
Arapların gözünde San Remo kararları, ihanet ve büyük bir utançtan başka bir şey değildi. Bu kararlar, 7 Mart 1920’de gerçekleştirilen Büyük Suriye Kongresi’nde Kral Faysal egemenliğinde ilan edilen Birleşik Suriye Krallığı’nın da kaderini çiziyordu. Temmuz 1920’de Fransız güçleri Şam’a çıktı, Faysal’ı sürgüne yolladı ve ülkenin yönetimine el koydu. Böylece Fransız egemenliği altında ve Haşimilerin yönetimindeki birleşik ve bağımsız Arap krallığı rüyasının yıkıntıları üzerinde modern Suriye Devleti kurulmuş oldu.
Fransızlar hiçbir şekilde Arap milliyetçiliğine dost değildi ve Arap isyanlarına, Arap postuna bürünmüş İngiltere’nin marifeti gözüyle bakıyorlardı. Fransa’nın geleneksel dostları çeşitli Hıristiyan mezhepler, özellikle de Lübnan Dağı’ndaki nüfusun çoğunluğunu meydana getiren Marunîlerdi. 31 Ağustos 1920’de Fransızlar yeni sınırları olan bir başka devlet daha ilan ettiler ve Büyük Lübnan devletini ilan eden bir karar yayınladılar.
İtilaf devletleri tarafından Arap ülkelerine dayatılan bu çözüm, bütün bölgede derin bir öfkeye yol açtı. Bu öfke ifadesini başkaldırı ve şiddette buldu: 1920, Mısır’da karışıklıkların yaşandığı, Suriye’de ciddi kargaşaların ortaya çıktığı, Filistin’de isyanların patlak verdiği, Irak’ta ise topyekûn bir ayaklanmanın görüldüğü yıl oldu. Bütün bu başkaldırıların kökeninde o dönem pek çok İngilizin sahip olduğu görüşün aksine, hain bir Bolşevik kumpası değil, yabancılara ve yabancı tahakkümüne karşı duyulan yerel rahatsızlık ile Müslümanların Hıristiyanlar tarafından yönetilme fikrine direnişleri yatıyordu. Emperyal bir güç olarak İngiltere’nin bu olaylara içgüdüsel tepkisi, şiddet eylemlerini şiddetle bastırmak oldu. Fakat aynı zamanda Ortadoğu cehenneminin yalnızca askerî baskı yöntemleri ile sonsuza kadar kontrol altında tutulamayacağı da anlaşılmış oldu.
Bu soruna çözüm geliştirecek bir politika hazırlama görevi ise Şubat 1919’da Sömürge Valiliği görevine atanan Winston Churchill’e düşüyordu. Churchill’in başdanışmanı, dolaylı yönetim ya da aydınlanmış emperyalizm yanlısı T. E. Lawrence’tı. Churchill, İngiliz nüfuz alanını Mekke Şerifi ve oğulları tarafından yönetilecek bir dizi devlete bölmeyi ve bunları Şeriflikle yönetmeyi öngören planı Lawrence’ın etkisiyle kabul etmişti. Lawrence, Emir Faysal’ın taleplerini bütün gücüyle destekledi. Şerifliklerle yönetme planı, İngiltere’nin (daha önce) Şerif Hüseyin’i yarı yolda bırakmış olmasından kaynaklanan suçluluk duygusunu bir nebze azaltsa da, iki pratik faydası vardı. Lawrence’ın da ifade ettiği gibi, kendilerine ait bir halk desteği bulunmayan, ithal bir yönetici kadro olarak Haşimiler, İngiltere’ye bağımlı olacaktı. İkincisi ise Churchill’in belirttiği gibi, Haşimiler bir aile olduğundan İngiltere kendi gayelerini hayata geçirmek amacıyla bu kişileri birbirine karşı kullanabilirdi.
“Irak Iraklılarındır”
Şerifliklerle yönetme planını uygulama yönünde atılan ilk adım, Faysal’a Irak tahtını önermek oldu. Irak tahtının icadı, İngiltere’nin sahip olduğu fazladan prens sorunu için de isabetli bir çözüm sağlıyordu. Bu aynı zamanda Şam’daki tahtını kaybeden prense de münasip bir telafi ödülü anlamına geliyordu. Faysal’ın Bağdat’ta tahta çıkışı, Irak yüksek komiseri Sir Percy Cox ile onun Haşimilere takıntısı ve kral yapma tutkusu Lawrence’tan aşağı kalmayan asistanı Gertrude Bell tarafından incelikle tezgâhlandı. Diğer adaylar geri çekilmeye ikna edilirken, “Irak Iraklılarındır” sloganını ortaya atan Seyyid Talib ise tutuklanarak sürgüne gönderildi. Çoğunluğunu Kürtler ve Şiilerin oluşturduğu Faysal’a muhalefet eden diğer gruplar ise etkisiz hale getirildi.
Bütün bu çalışmalardan sonra İngiltere’nin adayına ‘halk desteği’ sağlamak amacıyla referandum düzenlendi. İddiaya göre Iraklıların yüzde 96’sı Faysal’ın kral olmasını istiyordu. Böylece Faysal 23 Ağustos 1921’de tahta çıktı. İngiliz politikaları üzerine yazan bir eleştirmenin ifade ettiği gibi, 1921 çözümünün iki önemli sonucu vardı: birincisi, İngiliz düşmanlığını Irak politikasının temel prensibi haline getirdi, ikincisi ise bu çözüm şiddetli ve keyfi süreçleri meşrulaştırıp bunlara göz yumarak Irak politikasının içine monte etti.
En az bunun kadar keyfi ve İngiltere’nin siyasî, stratejik ve ticarî çıkarlarına hizmet etmek üzere tasarlanmış bir diğer adımsa Irak sınırlarının çizilmesiydi. Bu esnada Irak’ın dil ya da dinî ayrımlar üzerinden kuzeyde Kürtler, ortada Sünni Müslümanlar, güneyde ise Şii Müslümanlar arasında bölünmüş olduğu gerçeği dikkate alınmadı. Bu girişimin ardında yatan mantığı idrak etmek zordur. Bir gözlemciye göre, “vaktiyle Irak, Kerkük ve Musul’da petrol kuyularını tek bir ülke çatısı altında birleştirmek gibi bir çılgınlığın sonucu olarak aralarında derin ayrımlar bulunan üç halkı; yani Kürtleri, Sünnileri ve Şiileri bir araya getiren Churchill tarafından yaratıldı.”
Şeriflik planının uygulanmasındaki ikinci adım ise Faysal’ın abisi Abdullah’ın, tabiri caizse İngiltere’nin vaftiz ettiği ve onun mali desteğiyle ayakta duran Mavera-i Ürdün Emirliği’nin başına geçmesine izin verilmesiydi. Mavera-i Ürdün’ün kurulacak Yahudi devletinin sınırları dışında kalacağını ilan eden bir bildiri yayınlandı. Daha önceki planda Yahudi devleti, Filistin mandasının tamamını içine alıyordu. Churchill bu maharetli işlerinden gayet memnundu ve sık sık Mavera-i Ürdün’ü güneşli bir Pazar günü kaleminin tek darbesiyle kurduğunu, geri kalan zamanda da Kudüs’ün muhteşem manzarasını resmettiğini anlatırdı.
Arapların İngilizlere yönelik en şiddetli düşmanlığı ise İngiltere’nin Filistin’de izlediği politikalarla ortaya çıktı.
İngiltere, 1 Temmuz 1921’de başında ülkeyi doğrudan idare edecek bir yüksek komiserin bulunduğu bir sivil yönetim kurdu. Balfour Deklarasyonu’nda ifade edilen Yahudi devletinin kurulmasına destek verileceğine dair vaat, Milletler Cemiyeti kisvesi altında hayata geçiriliyordu. Balfour Deklarasyonu’nun yayınlandığı tarihte Yahudiler ülke nüfusunun %10’unu meydana getiriyordu. Yani en başından beri manda çok derin bir çelişki üzerine inşa edilmişti: İngiltere, Yahudilere vermiş olduğu sözleri ancak Arap çoğunluğun kendi kaderlerini tayin haklarını gasp ederek yerine getirebilirdi. Filistin, evrensel olarak kabul görmüş, bir bölgede yaşayan ve çoğunluğu oluşturan halkın o bölgenin tabii sahibi olduğu yönündeki kidenin istisnası olacaktı.
Dahası, İngiltere 1917 yılında Siyonist davayı büyük bir coşkuyla kucaklamışsa da, bu coşku 1920’lerin başlarında ortadan kayboldu. İtilaf devletlerinin Filistin konusunda birbiriyle çelişki içindeki vaat, bildiri ve deklarasyonları adeta ardını görmenin mümkün olmadığı bir toz bulutu yaratmıştı. Konuyla ilgili az sayıdaki dürüst açıklamadan biri, yıllar sonra Balfour Deklarasyonu’nun yazarından gelecekti. Balfour, “Uzun lafın kısası, mesele Filistin olduğunda Büyük Güçler, yanlış olduğu ileri sürülemeyecek olgulara hiç değinmedikleri gibi, en azından bu belgede, her zaman ihlal etme niyetinde olmadıkları bir politikayı da ifade etmediler” diyecekti.
İngiliz temsilcileri, sınırlara ilişkin görüşmeler sırasında İngiltere’nin emperyal çıkarlarını genişletmek için tam bir keyfilik ve otokratik yaklaşımla hareket ettiler. Örneğin Sir Percy Cox, 1922 yılında gerçekleştirilen Irak, Kuveyt ve Necid’in (bugünkü Suudi Arabistan’ın selefi) sınırlarına ilişkin görüşmeler sırasında Necid Sultanı Abdülaziz İbn Suud’u adeta çocuk gibi azarlamış, Suud ise gözyaşlarını tutamamış, topraklarının bir kısmını Irak’a vermeyi kabul ederken sonradan zararı Kuveyt’ten kendisine verilen topraklarla telafi edilmişti.
Araplar arasında “Kokkus” olarak bilinen Cox’un dayattığı sınırlar, Irak’ın Basra Körfezi ile bağlantısını kasıtlı bir biçimde kesmeyi amaçlıyordu. Bu sınırlar, tarafların hiçbirini tam anlamıyla memnun etmezken, bütün Kuveyt toprakları üzerinde hak sahibi olduğunu iddia eden Irak, bu paylaşımdan en zararlı çıkan ülke olmuştu. Bu sebeple söz konusu sınırlar, sonraki yıllarda da sürtüşmelere ve istikrarsızlığa yol açacaktı.
İtilaf devletlerinin bu düzenlemelerinin ardından geriye kalan toprak parçası, bugünkü modern Türkiye Devleti’ni meydana getirdi. İmparatorlukların çöküşü her zaman uluslararası düzen bağlamında belli sonuçlar doğurmuştur, burada da durum farklı değildi.
Osmanlı Devleti’nin bölgede uyguladığı siyasî sistemin pek çok eksik yanı vardı, fakat en azından bu, işleyen bir sistemdi. 1. Dünya Savaşı sırasında İngiltere ve Fransa, Arapların yoğunlukta olduğu Ortadoğu’daki eski düzeni yerle bir etmiş, ancak bu eylemlerinin uzun vadeli sonuçları üzerine fazlaca kafa yormamışlardı. Savaşın ardından bölgede, eski düzenin yıkıntıları üzerinde yeni bir siyasî ve toprak düzeni tesis ettiler. Ortadoğu’yu, kendi kafalarındaki planlara göre yeniden şekillendirdiler. Devletler kurup bunların başına geçecek insanları seçtiler ve bu devletlerin arasına sınırlar koydular. Fakat yeni devletler çoğunlukla küçük ve istikrarsızdı, yöneticilerinin bir meşruiyetleri yoktu. Çizilen keyfi, mantıksız ve adaletsiz sınırlar, ülkelerin kaybettiği toprakları geri almaya dönük eğilimlerini kuvvetlendirdi.
Yeni düzen, Avrupa’nın 100 yıldır devam eden ve “Osmanlıların halefi kim olacak?” şeklinde formüle edebileceğimiz Doğu Sorunu’nu çözmüştü. Fakat aynı zamanda bu, Ortadoğu’nun içinde yeni bir Ortadoğu Sorunu’nun ortaya çıkmasına yol açtı. Artık üzerinde düşünülmesi gereken nokta, bölge halkının Avrupalı devletlerin düşüncelerine, çıkarlarına ve idaresine göre şekillenmiş yeni devlet sistemini kabul edip etmeyeceğiydi. Bu insanlar, bu düzen altında yeni kurallara göre yaşamayı kabul edecekler miydi?
Sorunun cevabı netti: hem laik, hem de dindar olan kuvvetli yerel güçler, yeni devlet sistemini ve bu sistemin dayattığı düzenlemeleri reddettiler. Gerçekten de eski düzenin yıkılışından bugüne Ortadoğu politikasının en temel dinamiği, meşruiyet yokluğu oldu.
Arap milliyetçileri için yeni düzen, İtilaf devletlerinin savaş sırasında vermiş oldukları sözlere ihanet etmeleri anlamına geliyordu. Yeni düzen ayrıca askerî işgal, bölgenin nüfuz alanları arasında pay edilmesi ve hammaddelerinin kıyasıya sömürülmesi demekti. Yeni düzeni kuranlara dönük öfke, Arap dünyasının kalbi kabul edilen Filistin’de, adına Yahudi devleti denilen tehlikeli bir emperyalist köprübaşının kurulmasıyla had safhaya ulaştı.
Kısacası, İtilaf devletleri tarafından savaş sonrası kurulan düzen Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan bir kargaşa ve istikrarsızlık hattının ortaya çıkmasına neden oldu. Bu düzenin en belirgin özelliği meşruiyetinin olmamasıydı. Bu durumu “Post-Osmanlı (Osmanlı sonrası) sendromu” diye adlandırabiliriz. Yıllar yılı bölgeyi kana bulayan çatışmaların tohumları bu düzenle atıldı. Bu açıdan bakıldığında Paris Barış Anlaşması tarihin sıradan bir yaprağı ya da Amerikalıların sevdiği tabirle “yaşanmış tarihten fazlasıydı”.
Bu, içinde yaşadığımız zamanın hikâyesidir. 2. Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Ortadoğu’nun uluslararası politikasının en belirgin özellikleri olarak öne çıkan kargaşa ve istikrarsızlığın, millî kurtuluş mücadelelerinin, isyanların ve devrimlerin, iç savaşların ve ülkeler arası savaşların kökeninde bu düzen yatmaktadır. 1918 sonrası barış anlaşmaları, Araplarla İsrail, Araplarla diğer Araplar ve bazı Araplarla Batı arasındaki bugünkü çatışmaların müsebbibidir.
1. Dünya Savaşı’nda Filistin’de savaşan Feldmareşal Archibald Percival Wavell, diğer unvanıyla Earl 1. Wavell bu durumu tek bir cümleyle ifade etmişti: “‘Savaşları bitirecek savaştan’ sonra, Paris’te de ‘Barışları bitirecek barışı’ başarıyla tesis ettiler.”