Osmanlı sonrası sendromu

AVİ SHAİM
Abone Ol

İngiltere'deki St. Anthony College'dan Prof. Dr. Avi Shlaim'in Osmanlı sonrası Ortadoğu'nun dününe olduğu kadar bugününe de ışık tutan ufuk açıcı analizi!

Sömügeci güçler 1918'de Osmanlı Devletin'den kopardıkları topraklara kargaşadan başka bir şey getirmediler.

Sömürgeci güçler 1918’de Osmanlı Devleti’nden kopardıkları topraklara kargaşadan başka bir şey getirmediler.

Ortadoğu’nun önemli bir bölümü -neredeyse 100 yıldır- benim “Post-Os­manlı sendromu” ola­rak kavramsallaştırdığım kronik şartlar altında yaşıyor. Bu sendro­mun semptomları ise kargaşa, is­tikrarsızlık ve bölge halklarının haklarından yoksun bırakılmala­rı. Bu durumun önemli bir sebebi 1. Dünya Savaşı’nın sona ermesi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkıl­masıyla ortaya çıkan yeni siyasî ve toprak düzeninin meşruluğunun olmaması. Daha önceleri Osmanlı­ların kontrolü altında bulunan top­raklarda kurulan bu devlet sistemi, büyük oranda sömürgeci güçlerin ürünü olup onların çıkarlarına hiz­met etmek üzere tasarlanmıştı.

1. Dünya Savaşı sırasında İtilaf Devletleri, yani İngiltere ve Fran­sa, savaştan zaferle ayrılmaları durumunda Osmanlı İmparator­luğu‘nun topraklarını nasıl payla­şacaklarına dair birçok gizli plan yaptılar. Fransa’nın arkasındaki İngiltere, Arap müttefiklerini Os­manlı’ya karşı silahlanmaya ik­na maksadıyla müttefiklere top­rak sözü verdi. İngiltere, savaşın sonlarına doğru Filistin’deki Siyo­nist projeyi desteklediğini açıkça ilan etti. Bu destek, aslında İngil­tere’nin daha önce izlediği politi­kalarla çelişiyordu. Dolayısıyla bu çelişkili vaatlerin ardında yatan gi­rift ve çetrefilli diplomasiyi açık­lamak için yalnızca iki sömürgeci güç arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda bunların yerel müttefik­leriyle ilişkilerini de yakından in­celemek gerekir.

Savaş diplomasisi iki sömürgeci devlet arasındaki karşılıklı güven­sizlik sebebiyle daha da karmaşık bir hal almıştı. Fransızlar uzun bir geçmişe sahip düzenbazlığı ve iki­li oyunları sebebiyle İngiltere’ye “Kalleş Albion” adını takmışlardı. Gerçekten de İngiltere epeyce ben­cil güdülerle hareket etmişti. Fakat bunda garipsenecek bir şey yok­tu: bencillik, sömürgeci güçlerin DNA’sında vardı. Doğrusu Fransa da pek erdem timsali sayılmazdı.

Benim buradaki amacım -her ne kadar çarpıcı bir konu olsa da-savaş diplomasisine eğilmek değil daha ziyade bu diplomasi süreci­nin savaş sonrası dönemde ortaya çıkan bölgesel düzen bağlamında ne gibi sonuçlar doğurdu­ğunu ortaya koymak. Bu anlamda esas olarak sö­mürgeci güçler tarafın­dan çizilen sınırlara ve Osmanlı İmparatorlu­ğu’nun çöküşünün ar­dından bu güçler tarafın­dan kurulmuş devletlere vurgu yapacağım.

İngilizler Osmanlı Türk­lerine karşı müttefik ararken kimi gizli, kimi açık pek çok söz verdiler. En önemlileri Arap­lara, Fransızlara ve Yahudile­re verilen sözlerdi. İn­giltere ilk olarak Arap toprakla­rında Türk karşıtı bir ayaklanma­nın fitilini ateşlemek üzere Mekke Şerifi Hüseyin’le gizli bir pazarlığa girişti (Hüseyin’in oğulları sonra­dan Ürdün Kralı olacaktı).

Haşimiler, İslam Peygamberinin soyundan geldiklerini ileri sürüyor ve kendilerini Hicaz’daki toprak­larda, yani Mekke ve Medine şehir­lerini kapsayan Kutsal Beldelerin tabii savunucuları olarak görüyor­lardı. Fakat bunlar aynı zamanda Osmanlı Sultanı’nın valileri konu­mundaydı. Müslüman hükümda­ra karşı kâfirlerle işbirliği yapmak, muhafazakâr Şerif için son derece riskli bir girişimdi, bu sebeple de an­laşma gizli tu­tuldu.

Ortadoğu dilim dilim İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti hâkimiyetindeki Ortadoğu topraklarını paylaşmak için Sykes-Picot anlaşmasını imzalamıştı. Bu gizli anlaşma, 1917’de gerçekleşen Ekim Devrimi sonrası Bolşevikler tarafından kamuoyuna açıklanacaktı.

Osmanlı’ya karşı şer ittifakı

Temmuz 1915 ile Mart 1916 ara­sında Şerif Hüsey’in ve İngiltere’nin Mısır yüksek komiseri Sir Henry McMahon arasında 10 mektupluk bir yazışma trafiği gerçekleşti. İn­giltere bu mektuplarda Şerif’e, Os­manlı İmparatorluğu’na karşı si­lahlı bir ayaklanma başlatmaları karşılığında savaşın ardından onun liderliğinde kurulacak bağımsız bir Arap krallığını tanıma ve destek­leme sözü verdi. İngiltere bu sözü üzeri örtük ifadelerle vermişti. Sı­nırlar net bir biçimde belirtilme­miş ve Filistin’in yeni kurulacak Arap krallığının sınırlarına dahil olup olmayacağı muamma olarak kalmıştı.

Her ne kadar üzeri örtük de olsa, İngiltere’nin sözleri Haziran 1916’da Türklere karşı başlatılan Arap isya­nının patlak vermesini sağlayacak­tı. Kökenlerine bakıldığında açıkça görüleceği üzere bugün halen Arap milliyetçiliğinin altın çağı olarak görülen Arap isyanı, özü itibariyle İngiltere ve Haşimiler ortaklığında Bâb-ı Âli’ye karşı tezgâhlanmış kö­tü niyetli bir ittifaktı.

İngiltere, Arap isyanına para, si­lah, mühimmat ve top mermisi des­teği sağlarken Arabistanlı Lawren­ce olarak da bilinen T. E. Lawrence gibi çöl savaşında uzman ajanlarını isyanın hizmetine vermişti.

Haşimiler gerçekleştirebilecek­lerinin çok ötesinde sözler verdiler ve isyan, askerî anlamda çok küçük bir etki yarattı. Doğrusu Lawren­ce’ın isyana ilişkin raporları da elde edilen askerî başarıları epey abartı­yordu.

İngiltere bu­na ek olarak Ma­yıs 1916’da Fran­sa ile gizli bir anlaşma imza­ladı. Bu, James Barr’ın A Line in the Sand (2011) adını taşıyan muazzam çalışmasın­da ele alınan Sykes-Picot anlaşma­sıydı. İki devletin yetkilileri Akde­niz ile Basra Körfezi arasında kalan bölgeyi, olası bir zafer durumunda iki “etki alanına” bölecek bir plan hazırladı. Filistin konusunda ise bir uzlaşmaya varılamadı. Nihai çö­züm, Filistin’in uluslararası bir reji­min kontrolüne bırakılmasıydı.

Geleceğin tarihçileri Sykes-Picot anlaşmasını emperyal kalleşliğin en nadide örneği olarak anacaktır. Filistinli tarihçi George Antonius bu anlaşmayı, “şok edici bir belge” ve “şaşkınlık verici bir ikiyüzlülük örneği” olarak adlandırdı. Burada­ki kalleşlik herkesin malumu; la­kin anlaşmanın sonuçları genellik­le abartılmıştır.

Sykes-Picot’nun modern Ortado­ğu’nun sınırlarını çizdiğini söyle­mek, bugün yaygın bir yanılgıdır ki, pek çok gruba ek olarak IŞİD de bu görüşü paylaşmaktadır. Aslı­na bakılırsa bu anlaşma 1920 yılın­da gerçekleştirilen San Remo Kon­feransı’nda Milletler Cemiyeti’nin üzerinde anlaştığı sınırlara çok az benzemektedir. Sykes-Picot’nun asıl önemi, bölgenin sömürgeci güçler arasında paylaşılması süreci­ni başlatmasıdır.

İngiltere’nin üçüncü ve en meş­hur adımı ise 2 Kasım 1917 tarihli Balfour Deklarasyonu’dur. İngiltere bu deklarasyonla Filistin’de kurula­cak bir Yahudi devletini destekleye­ceğini yine üzeri örtük ve muğlak bir dille, fakat bu kez açıkça ilan et­miştir.

Bu dönemde Yahudiler, Filistin nüfusunun ancak yüzde 10’unu meydana getirmekteydi. Yahudi­lerin Filistin’deki millî haklarının desteklenmesi, bu hakların Arap çoğunluktan esirgenmesi anlamına geliyordu. Dolayısıyla Balfour Dek­larasyonu klasik bir sömürgeci me­tindir. Bu deklarasyonun ardındaki temel güdü, yeni yeni palazlanan

Siyonist hareketi desteklemekten ziyade, dünyadaki Yahudi nüfusun savaşta İngiltere’ye vereceği düşü­nülen destekten yararlanmaktı.

İngiliz politikacılar Araplara, Fransızlara ve Siyonistlere verdik­leri sözleri nasıl herkesi memnun edecek şekilde hayata geçirecek­lerine ilişkin bir fikre sahip değil­lerdi. Sonuç olarak İngiltere’nin savaştaki müttefiklerine dönük po­litikalarına hem kafa karışıklığı, hem de ikiyüzlülük hâkimdi. Daha­sı savaş ilerledikçe İngiliz politika­cılar daha da gözü doymaz bir hale geldiler.

Lenin, savaşın sebebinin emper­yalizm olduğunu söylemişti. İngil­tere’nin durumu ele alındığında savaşın emperyalizmi beslediği gö­rülür. Lloyd George seleflerinin yap­tığı anlaşmaları bir kenara atmıştı ve daha fazla Osmanlı toprağını ele geçirmek istiyordu. Amacı Ortado­ğu’da İngiliz hegemonyası kurmak, petrol bölgelerini kontrol altına al­mak ve Filistin’i İngiltere’nin nüfuz alanına sokmaktı.

1916’da imzalanan Sykes-Picot anlaşması haritasında A bölgesi Fransa kontrolündeki Bağımsız Arap Devleti’ni, B bölgesi İngiltere kontrolündeki Bağımsız Arap Devleti’ni gösterir. Sarı renkle gösterilen Kudüs toprakları ise uluslararası bölge ilan edilecekti. Mark Sykes ve François Georges-Picot’nun harita üzerindeki imzaları (sağ alt köşe).

Paylaşımın önündeki engel

Lloyd George’un Ortadoğu’daki emperyal ihtirasları, ABD Başkanı Woodrow Wilson önderliğinde iv­me kazanan Amerikan anti-sömür­geciliği rüzgârıyla da çatışıyordu. Başkan Wilson’un On Dört İlkesi’n­de ifadesini bulan olgun yaklaşımı, gizli diplomasiyi reddediyor ve kü­çük ulusların kendi kaderlerini ta­yin haklarını destekliyordu. ABD, Rusya’yı savaşın dışına iten Bolşevik Devrimi’nin gerçekleşmesinden bir ay kadar sonra, Nisan 1917’de savaşa girdi. Kısa süreliğine Ortadoğu me­selesine yoğun bir biçimde dahil ol­du, ancak sonra tekrar geri çekildi.

Wilson Avrupalı devletlerin im­paratorluklarını kuvvetlendirmek üzere gizli anlaşmalar imzaladık­larını biliyor, ülkesinin emperyal devletlerin çıkarlarına hizmet eden bir savaşla özdeşleştirilmesini iste­miyordu. Savaş sonrası dönemde milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkına dayalı bir düzenin kurul­masını savunuyor, bütün savaşları sona erdirecek bir savaş olmasını is­tiyordu.

Normal olarak Ortadoğu’daki ki­mi aktörler, Wilson’un On Dört İl­kesi’ni, Avrupalı devletlerin tahak­kümünden kurtulma hayalleriyle özdeşleştirmiş, emperyalizm karşı­tı bir aktörün Ortadoğu’ya girişini memnuniyetle karşılamışlardı.

Savunma konumuna geçen İngil­tere ve Fransa ise 7 Kasım 1918’de, yani savaşı sona erdiren ateşkesin imzalanmasından yalnızca birkaç gün önce ortak bir bildiri yayınla­yarak Arapların kendi kaderlerini tayin haklarını açıkça kabul ettik­lerini ilan ettiler. Bu deklarasyonun ilk cümlesi, şaşkınlık verici bir sa­mimiyetsizliğin ifadesiydi:

“Fransa ve Büyük Britanya, Al­man ihtiraslarının sonucu olarak parçalanmış olan savaşın Doğu ya­kasında, uzun bir süredir Türklerin zulmü altında yaşayan halkların tam ve kesin bir biçimde özgürleş­mesi ve yetkisini yerli halkın ini­siyatif ve özgür iradesinden alan millî hükümetler ve idarelerin ku­rulması gayesiyle savaşmaktadır.”

Bu bildiri, iki ülkenin bölgede kendi sistemlerini kurmak niyetin­de oldukları iddialarını reddeden, halkların iradesine saygılı olunaca­ğına ve herkes için tarafsız ve eşit bir adaletin tesis edileceğine söz veren küstahça bir ifadeyle son buluyordu.

İnsan Avrupalı devlet adamları­nın Ocak 1919’da Paris’te düzenle­nen Barış Konferansı’ndaki davra­nışlarına bakıp beyhude bir umutla bu yüce ideallerin kırıntısını ara­maktan kendini alıkoyamıyor.

Barış Konferansı’na yön veren, küçük milletlerin hakları değil, bü­yük güçlerin rekabet ve çarpışma­larıydı. Lloyd George, ABD’nin Or­tadoğu’da İngiltere’nin müttefiği olması için uğraşıyor, Amerika’nın İstanbul ve (Rusya’daki devrimden önce) Çarlık Rusya’sının kontrolü­ne bırakılması planlanan Erme­nistan’la ilgili sorumluluklarının olduğunu söyleyecek kadar ileri gi­diyordu.

Ne var ki Wilson, Avrupalı dev­letlerin bütün planlarına direndi ve bunun yerine bir inceleme heyeti­nin bölge halklarının gerçek ta­

leplerini belirlemesini önerdi. Lloyd George’un demode emperyalizmi ile Woodrow Wilson’un etkisiz ide­alizmi arasındaki bu çatışma, zaten iyi gitmeyen barış görüşmelerinin iyice çıkmaza girmesine yol açtı.

Barış Konferansı’nda Arapları, Şe­rif Hüseyin’in Suriye’de geçici bir yö­netim kuran, lakin Avrupa diploma­sisi ile başa çıkabilecek derinlikten yoksun olması sebebiyle konferans­tan eli boş dönen oğlu Emir Faysal temsil ediyordu. Faysal ve milliyetçi avanesi, bağımsızlık mücadelelerin­de bütün umutlarını Amerika’nın yardımına bağlamışlardı. 2 Tem­muz 1919’da gerçekleştirilen Ge­nel Suriye Kongresi kararlarında bu umutların altı net olarak çizilmişti. Delegeler, “Başkan Wilson’un sava­şa girmesinin ardında yatan nede­nin emperyalist emellere hizmet eden açgözlü planları sona erdir­mek olduğu yönündeki deklarasyo­nuna güvenimiz tamdır” diyorlardı.

Osmanlı’nın huzur dolu Kudüs’ü Kudüs Osmanlı Devleti’nin idaresinde Hıristiyan, Yahudi ve Müslümanların barış içinde yaşadığı bir coğrafyaydı. Emperyalist eğilimlerle bölgeyi işgal edenler ise Kudüs’e kan, gözyaşı ve savaştan başka bir şey getirmeyecekti. Kudüs’teki Yâfa (Halîlürrahman) Kapısı’nı gösteren fotoğrafa huzur ve sükunet tüten son yıllar yansımış (1899).

Galiplerin barışı: San Remo

Yine delegeler Sykes-Picot anlaş­ması ve Balfour Deklarasyonu’nun feshini, Filistin’i de içine alan Suri­ye Devleti’nin Emir Faysal’ın krallı­ğı altında bağımsız bir devlet olarak tanınmasını ve Irak’a bağımsızlık verilmesini talep ediyordu. Sonuç olarak “çözümün halkların gerçek arzularını yansıt­ması gerektiğine dair inançlarını tekrarlaya­rak zayıf milletlerin ta­leplerine dönük samimi ve cömert duygudaşlığı ile tanınan Başkan Wilson ve liberal Amerikan halkı­nın umutlarının gerçeğe dönüşmesi için verecekleri desteğe” güveniyorlardı.

Gerçekten de Başkan Wilson, Filistin ve Suriye’ye bir in­celeme heyeti gönde­rip bölgede yaşayan halkların istekle­rinin ne oldu­ğunu tespite çalışarak bu yardımı sunmak için çabaladı. Fakat King-Crane Komis­yonu, İngiltere ve Fransa komisyo­na katılmayı kabul etmediği için Amerikalıların tek taraflı girişimi olarak kaldı. Komisyon raporunda bölgede Siyonizme ve Fransız man­dasına karşı genel bir muhalefetin mevcut olduğunu bildirdi. Ayrıca Suriye, Filistin ve Irak’ın mümkün olan en kısa vadede bağımsızlıkları­nı kazanmaları için tasarlanmış bir dizi öneride bulundu. Ancak komis­yonun çalışmalarından herhangi bir sonuç çıkmadı. Wilson’un anla­yamadığı şey, böyle bir komisyonun elde ettiği bilgiler uyarınca eyleme geçme güç ve iradesine sahip olma­dığı müddetçe görüş alışverişinin -sonuçsuz kalması anlamında- salt akademik bir uğraş olduğuydu.

1919 sonuna gelindiğinde Wilson “mide bulandırıcı bir hesaplaşma” dediği bu süreçten bıkıp ABD’ye yelken açıyor, Arap hayranlarını sö­mürgeci devletlerin şefkatli kolları­na teslim ediyordu. Adı kendinden büyük olan Barış Konferansı Yük­sek Konseyi Nisan 1920’de San Re­mo’da toplandığında Arapların bü­tün talepleri ve yerli halkın bütün arzuları bir kenara itildi, nihayetin­de yalnızca galip devletleri mem­nun eden bir sonuç ortaya çıktı. Bu, yalnızca kazananların barışıydı. İn­giltere, Mavera-i Ürdün’ü de içine alacak şekilde Milletler Cemiyeti adına Irak ve Filistin’i mandası altı­na aldı. Suriye ve Lübnan ise Fran­sız mandası altına girmişti. Manda, emperyalizmin diğer adıydı.

Arapların gözünde San Remo ka­rarları, ihanet ve büyük bir utanç­tan başka bir şey değildi. Bu karar­lar, 7 Mart 1920’de gerçekleştirilen Büyük Suriye Kongresi’nde Kral Fay­sal egemenliğinde ilan edilen Birle­şik Suriye Krallığı’nın da kaderini çiziyordu. Temmuz 1920’de Fransız güçleri Şam’a çıktı, Faysal’ı sürgü­ne yolladı ve ülkenin yönetimine el koydu. Böylece Fransız egemenliği altında ve Haşimilerin yönetimin­deki birleşik ve bağımsız Arap kral­lığı rüyasının yıkıntıları üzerinde modern Suriye Devleti kurulmuş oldu.

Fransızlar hiçbir şekilde Arap milliyetçiliğine dost değildi ve Arap isyanlarına, Arap postuna bürün­müş İngiltere’nin marifeti gözüyle bakıyorlardı. Fransa’nın geleneksel dostları çeşitli Hıristiyan mezhep­ler, özellikle de Lübnan Dağı’nda­ki nüfusun çoğunluğunu meyda­na getiren Marunîlerdi. 31 Ağustos 1920’de Fransızlar yeni sınırları olan bir başka devlet daha ilan etti­ler ve Büyük Lübnan devletini ilan eden bir karar yayınladılar.

İtilaf devletleri tarafından Arap ülkelerine dayatılan bu çözüm, bü­tün bölgede derin bir öfkeye yol aç­tı. Bu öfke ifadesini başkaldırı ve şiddette buldu: 1920, Mısır’da karı­şıklıkların yaşandığı, Suriye’de cid­di kargaşaların ortaya çıktığı, Fi­listin’de isyanların patlak verdiği, Irak’ta ise topyekûn bir ayaklan­manın görüldüğü yıl oldu. Bütün bu başkaldırıların kökeninde o dö­nem pek çok İngilizin sahip olduğu görüşün aksine, hain bir Bolşevik kumpası değil, yabancılara ve ya­bancı tahakkümüne karşı duyulan yerel rahatsızlık ile Müslümanların Hıristiyanlar tarafından yönetilme fikrine direnişleri yatıyordu. Em­peryal bir güç olarak İngiltere’nin bu olaylara içgüdüsel tepkisi, şid­det eylemlerini şiddetle bastırmak oldu. Fakat aynı zamanda Ortado­ğu cehenneminin yalnızca askerî baskı yöntemleri ile sonsuza kadar kontrol altında tutulamayacağı da anlaşılmış oldu.

Winston Churchill(solda) - Kral Faysal

Bu soruna çözüm geliştirecek bir politika hazırlama görevi ise Şubat 1919’da Sömürge Valiliği görevine atanan Winston Churchill’e düşü­yordu. Churchill’in başdanışmanı, dolaylı yönetim ya da aydınlanmış emperyalizm yanlısı T. E. Lawren­ce’tı. Churchill, İngiliz nüfuz ala­nını Mekke Şerifi ve oğulları tara­fından yönetilecek bir dizi devlete bölmeyi ve bunları Şeriflikle yönet­meyi öngören planı Lawrence’ın etkisiyle kabul etmişti. Lawrence, Emir Faysal’ın taleplerini bütün gü­cüyle destekledi. Şerifliklerle yönet­me planı, İngiltere’nin (daha önce) Şerif Hüseyin’i yarı yolda bırakmış olmasından kaynaklanan suçluluk duygusunu bir nebze azaltsa da, iki pratik faydası vardı. Lawrence’ın da ifade ettiği gibi, kendilerine ait bir halk desteği bulunmayan, ithal bir yönetici kadro olarak Haşimiler, İn­giltere’ye bağımlı olacaktı. İkincisi ise Churchill’in belirttiği gibi, Haşi­miler bir aile olduğundan İngiltere kendi gayelerini hayata geçirmek amacıyla bu kişileri birbirine karşı kullanabilirdi.

Hüzünlü veda Osmanlı’nın Irak’tan çekilişinin ardından bölgeyi İngilizler işgal etmişlerdi. Bu işgal, gelecekteki kanlı günlerin de habercisiydi

“Irak Iraklılarındır”

Şerifliklerle yönetme planını uy­gulama yönünde atılan ilk adım, Faysal’a Irak tahtını önermek oldu. Irak tahtının icadı, İngiltere’nin sa­hip olduğu fazladan prens sorunu için de isabetli bir çözüm sağlıyor­du. Bu aynı zamanda Şam’daki tah­tını kaybeden prense de münasip bir telafi ödülü anlamına geliyor­du. Faysal’ın Bağdat’ta tahta çıkışı, Irak yüksek komiseri Sir Percy Cox ile onun Haşimilere takıntısı ve kral yapma tutkusu Lawrence’tan aşağı kalmayan asistanı Gertrude Bell tarafından incelikle tezgâhlan­dı. Diğer adaylar geri çekilmeye ik­na edilirken, “Irak Iraklılarındır” sloganını ortaya atan Seyyid Talib ise tutuklanarak sürgüne gönderil­di. Çoğunluğunu Kürtler ve Şiile­rin oluşturduğu Faysal’a muhalefet eden diğer gruplar ise etkisiz hale getirildi.

Bütün bu çalışmalardan sonra İngiltere’nin adayına ‘halk deste­ği’ sağlamak amacıyla referandum düzenlendi. İddiaya göre Iraklıların yüzde 96’sı Faysal’ın kral olmasını istiyordu. Böylece Faysal 23 Ağustos 1921’de tahta çıktı. İngiliz politika­ları üzerine yazan bir eleştirmenin ifade ettiği gibi, 1921 çözümünün iki önemli sonucu vardı: birincisi, İngiliz düşmanlığını Irak politika­sının temel prensibi haline getir­di, ikincisi ise bu çözüm şiddetli ve keyfi süreçleri meşrulaştırıp bunla­ra göz yumarak Irak politikasının içine monte etti.

En az bunun kadar keyfi ve İn­giltere’nin siyasî, stratejik ve ticarî çıkarlarına hizmet etmek üzere ta­sarlanmış bir diğer adımsa Irak sı­nırlarının çizilmesiydi. Bu esnada Irak’ın dil ya da dinî ayrımlar üze­rinden kuzeyde Kürtler, ortada Sün­ni Müslümanlar, güneyde ise Şii Müslümanlar arasında bölünmüş olduğu gerçeği dikkate alınmadı. Bu girişimin ardında yatan mantığı idrak etmek zordur. Bir gözlemciye göre, “vaktiyle Irak, Kerkük ve Mu­sul’da petrol kuyularını tek bir ülke çatısı altında birleştirmek gibi bir çılgınlığın sonucu olarak araların­da derin ayrımlar bulunan üç hal­kı; yani Kürtleri, Sünnileri ve Şiileri bir araya getiren Churchill tarafın­dan yaratıldı.”

Şeriflik planının uygulanmasın­daki ikinci adım ise Faysal’ın abi­si Abdullah’ın, tabiri caizse İngil­tere’nin vaftiz ettiği ve onun mali desteğiyle ayakta duran Mavera-i Ürdün Emirliği’nin başına geçme­sine izin verilmesiydi. Mavera-i Ür­dün’ün kurulacak Yahudi devleti­nin sınırları dışında kalacağını ilan eden bir bildiri yayınlandı. Daha önceki planda Yahudi devleti, Filis­tin mandasının tamamını içine alı­yordu. Churchill bu maharetli işle­rinden gayet memnundu ve sık sık Mavera-i Ürdün’ü güneşli bir Pazar günü kaleminin tek darbesiyle kur­duğunu, geri kalan zamanda da Ku­düs’ün muhteşem manzarasını res­mettiğini anlatırdı.

Arapların İngilizlere yönelik en şiddetli düşmanlığı ise İngiltere’nin Filistin’de izlediği politikalarla orta­ya çıktı.

İngiltere, 1 Temmuz 1921’de ba­şında ülkeyi doğrudan idare ede­cek bir yüksek komiserin bulundu­ğu bir sivil yönetim kurdu. Balfour Deklarasyonu’nda ifade edilen Ya­hudi devletinin kurulmasına destek verileceğine dair vaat, Milletler Ce­miyeti kisvesi altında hayata geçiri­liyordu. Balfour Deklarasyonu’nun yayınlandığı tarihte Yahudiler ülke nüfusunun %10’unu meydana geti­riyordu. Yani en başından beri man­da çok derin bir çelişki üzerine inşa edilmişti: İngiltere, Yahudilere ver­miş olduğu sözleri ancak Arap ço­ğunluğun kendi kaderlerini tayin haklarını gasp ederek yerine getire­bilirdi. Filistin, evrensel olarak ka­bul görmüş, bir bölgede yaşayan ve çoğunluğu oluşturan halkın o böl­genin tabii sahibi olduğu yönünde­ki kidenin istisnası olacaktı.

Dahası, İngiltere 1917 yılında Si­yonist davayı büyük bir coşkuy­la kucaklamışsa da, bu coşku 1920’lerin başlarında ortadan kayboldu. İtilaf devletlerinin Fi­listin konusunda birbiriyle çe­lişki içindeki vaat, bildiri ve deklarasyonları adeta ardını görmenin mümkün olmadığı bir toz bulutu yaratmıştı. Konuy­la ilgili az sayıdaki dürüst açıkla­madan biri, yıllar sonra Balfour Deklarasyonu’nun yazarından gelecekti. Balfour, “Uzun lafın kısası, mesele Filistin olduğun­da Büyük Güçler, yanlış olduğu ileri sürülemeyecek olgulara hiç değinmedikleri gibi, en azından bu belgede, her zaman ihlal et­me niyetinde olmadıkları bir po­litikayı da ifade etmediler” diye­cekti.

İbret-i âlem Suriye’deki Fransız manda yönetimine karşı çıkan Dürzî ayaklanması sonrasında Şam’da asılan Suriyeliler (1925).
Meşruiyeti olmayan yapay devletler

İngiliz temsilcileri, sınırlara ilişkin görüşmeler sırasında İn­giltere’nin emperyal çıkarlarını genişletmek için tam bir keyfilik ve otokratik yaklaşımla hareket et­tiler. Örneğin Sir Percy Cox, 1922 yı­lında gerçekleştirilen Irak, Kuveyt ve Necid’in (bugünkü Suudi Arabis­tan’ın selefi) sınırlarına ilişkin gö­rüşmeler sırasında Necid Sultanı Abdülaziz İbn Suud’u adeta çocuk gibi azarlamış, Suud ise gözyaşla­rını tutamamış, topraklarının bir kısmını Irak’a vermeyi kabul eder­ken sonradan zararı Kuveyt’ten kendisine verilen topraklarla telafi edilmişti.

Araplar arasında “Kokkus” ola­rak bilinen Cox’un dayattığı sınır­lar, Irak’ın Basra Körfezi ile bağlan­tısını kasıtlı bir biçimde kesmeyi amaçlıyordu. Bu sınırlar, tarafların hiçbirini tam anlamıyla memnun etmezken, bütün Kuveyt toprakları üzerinde hak sahibi olduğunu iddia eden Irak, bu paylaşımdan en zarar­lı çıkan ülke olmuştu. Bu sebeple söz konusu sınırlar, sonraki yıllar­da da sürtüşmelere ve istikrarsızlı­ğa yol açacaktı.

İtilaf devletlerinin bu düzenle­melerinin ardından geriye kalan toprak parçası, bugünkü modern Türkiye Devleti’ni meydana getirdi. İmparatorlukların çöküşü her za­man uluslararası düzen bağlamın­da belli sonuçlar doğurmuştur, bu­rada da durum farklı değildi.

Osmanlı Devleti’nin bölgede uy­guladığı siyasî sistemin pek çok ek­sik yanı vardı, fakat en azından bu, işleyen bir sistemdi. 1. Dünya Sa­vaşı sırasında İngiltere ve Fransa, Arapların yoğunlukta olduğu Orta­doğu’daki eski düzeni yerle bir et­miş, ancak bu eylemlerinin uzun vadeli sonuçları üzerine fazlaca ka­fa yormamışlardı. Savaşın ardın­dan bölgede, eski düzenin yıkıntıla­rı üzerinde yeni bir siyasî ve toprak düzeni tesis ettiler. Ortadoğu’yu, kendi kafalarındaki planlara göre yeniden şekillendirdiler. Devletler kurup bunların başına geçecek insanları seçtiler ve bu devlet­lerin arasına sınırlar koydular. Fakat yeni devletler çoğunlukla küçük ve istikrarsızdı, yönetici­lerinin bir meşruiyetleri yoktu. Çizilen keyfi, mantıksız ve ada­letsiz sınırlar, ülkelerin kaybetti­ği toprakları geri almaya dönük eğilimlerini kuvvetlendirdi.

Yeni düzen, Avrupa’nın 100 yıldır devam eden ve “Osmanlı­ların halefi kim olacak?” şeklin­de formüle edebileceğimiz Doğu Sorunu’nu çözmüştü. Fakat aynı zamanda bu, Ortadoğu’nun için­de yeni bir Ortadoğu Sorunu’nun ortaya çıkmasına yol açtı. Artık üzerinde düşünülmesi gereken nokta, bölge halkının Avrupalı devletlerin düşüncelerine, çıkar­larına ve idaresine göre şekillen­miş yeni devlet sistemini kabul edip etmeyeceğiydi. Bu insanlar, bu düzen altında yeni kurallara göre yaşamayı kabul edecekler miydi?

Sorunun cevabı netti: hem laik, hem de dindar olan kuvvetli yerel güçler, yeni devlet sistemini ve bu sistemin dayattığı düzenlemeleri reddettiler. Gerçekten de eski dü­zenin yıkılışından bugüne Ortado­ğu politikasının en temel dinamiği, meşruiyet yokluğu oldu.

Arap milliyetçileri için yeni dü­zen, İtilaf devletlerinin savaş sıra­sında vermiş oldukları sözlere iha­net etmeleri anlamına geliyordu. Yeni düzen ayrıca askerî işgal, bölge­nin nüfuz alanları arasında pay edil­mesi ve hammaddelerinin kıyasıya sömürülmesi demekti. Yeni düzeni kuranlara dönük öfke, Arap dünya­sının kalbi kabul edilen Filistin’de, adına Yahudi devleti denilen tehli­keli bir emperyalist köprübaşının kurulmasıyla had safhaya ulaştı.

Kısacası, İtilaf devletleri tarafın­dan savaş sonrası kurulan düzen Akdeniz’den Basra Körfezi’ne uzanan bir kargaşa ve istikrarsızlık hattının ortaya çıkmasına neden ol­du. Bu düzenin en belirgin özelliği meşruiyetinin olmamasıydı. Bu du­rumu “Post-Osmanlı (Osmanlı son­rası) sendromu” diye adlandırabili­riz. Yıllar yılı bölgeyi kana bulayan çatışmaların tohumları bu düzenle atıldı. Bu açıdan bakıldığında Paris Barış Anlaşması tarihin sıradan bir yaprağı ya da Amerikalıların sevdi­ği tabirle “yaşanmış tarihten fazla­sıydı”.

Bu, içinde yaşadığımız zamanın hikâyesidir. 2. Dünya Savaşı’nı izle­yen yıllarda Ortadoğu’nun uluslara­rası politikasının en belirgin özel­likleri olarak öne çıkan kargaşa ve istikrarsızlığın, millî kurtuluş mü­cadelelerinin, isyanların ve devrim­lerin, iç savaşların ve ülkeler arası savaşların kökeninde bu düzen yat­maktadır. 1918 sonrası barış anlaş­maları, Araplarla İsrail, Araplarla diğer Araplar ve bazı Araplarla Ba­tı arasındaki bugünkü çatışmaların müsebbibidir.

1. Dünya Savaşı’nda Filistin’de sa­vaşan Feldmareşal Archibald Perci­val Wavell, diğer unvanıyla Earl 1. Wavell bu durumu tek bir cümley­le ifade etmişti: “‘Savaşları bitirecek savaştan’ sonra, Paris’te de ‘Barışla­rı bitirecek barışı’ başarıyla tesis et­tiler.” ­