Aralık ayı denilince Hz. Mevlana ve Şeb-i Arus törenleri akla geliyor. Mevlana ve Mevlevilik üzerine tebliğler sunuluyor, kitaplar neşrediliyor, siyasilerin de seyrine katıldığı Mevlevi ayinleri icra ediliyor. Başta Konya'da olmak üzere bütün Türkiye'de, hatta yurt dışında Mevlana'yı anlama yönünde bir harekete şahit oluyoruz. Şiir kitapları özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde kapış kapış gidiyor. Mevlana giderek küresel sınırları zorluyor. Bu büyük ilginin sebepleri kadar, neden başka bir sufinin değil de Mevlana'nın bu alakaya mazhar olduğunu tasavvuf felsefesi alanında ülkemizin önde gelen otoritelerinden, Derin Tarih Danışma Kurulu Üyesi Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç'a sorduk. Aldığımız cevap hakikaten 'derinden' bir sesle karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Kafanızdaki pek çok soruya cevap bulabileceğiniz bu söyleşiyi ilgiyle okuyacağınızdan eminiz. (DT)
0. Mevlana'yı hem Türkiye'de, hem dünyada bu kadar popüler yapan özelliği nedir?
Bir düşünürü evrensel kılan özellikler neyse Mevlana'da da var olan tam olarak budur. Bu özellikleri sayesinde hem ülke içinde, hem dışında, hem Müslümanlar, hem de gayrimüslimler arasında, Doğu'da ve Batı'da bilinen, tanınan ve okunan bir kişi haline geliyor. Aslında sebebi gayet açık: Mevlana'nın ele almış olduğu ve açtığı konular sınırlı, mahalli, muvakkat değil; âlemşümûl, yani evrensel, insanî, çok beşerî konular. Bu hususlar Mevlana'yı yakalamak noktasından büyük önem arz ediyor. Tabii ki son yıllarda Mevlana'nın edebî manada da şanslı bir ele düşmesi; şiirlerinin, özellikle İngilizce konuşan dünyada daha da popüler olmasını sağlamıştır.
0. Nicholson'u mu kastediyorsunuz?
Hayır, bildiğiniz gibi Reynold A. Nicholson yüzyılın başında Mesnevi 'yi tercüme ettiği zaman Mevlana o kadar meşhur olmamıştı. Neden? Çünkü Nicholson motomot, yani harfi harfine bir tercüme yaptı. Bu, manayı tam olarak nakleden bir tercümeydi. Aslına sadıktı ama çok zevkli tercümeler değildi. Yıllar sonra Amerika'ya Seylan taraflarından gelmiş bir zatın evinde yetişmiş ve tamamen zahidâne bir yaşayış içerisinde bir sufi olan şair Coleman Barks Mevlana'yı tercüme etti.
Zamanında nasıl şair A. Kadir, Abdülbaki Gölpınarlı'nın tercümelerinden uyarlama yaparak Mevlana'ya Türkçe bir şiir söyleyişi kazandırmış ve bu sayede Mevlana'yı popüler kılmışsa, aynı şekilde Coleman Barks da çevirileriyle Hz. Mevlana'nın Batı'da ve özellikle Amerika'da şöhrete ulaşmasına sebep olmuştur. Coleman Barks çok mükemmel Farsça bilen biri değil, hatta hiç bilmediği bile söyleniyor. Ama şiirsellik anlamında onu o kadar güzel ifade ediyor ki, Mevlana'yı okuyan her Batılı, her Amerikalı şiirlerde kendisinden bir şeyler hissedebiliyor.
Bunun iki sebebi var: Biri Hz. Mevlana'nın zaten mevzu itibariyle evrensellik noktalarını yakalamış olması, ikincisi de yetenekli bir şairin elinde -şiirlerinin tamamı olmasa bile- önemli bazı şiirlerinin İngilizceye uyarlanmış olması.
0. Peki Mevlana'yı tasavvuf tarihi içerisinde bir yere yerleştirmek istersek farklılığını, özgünlüğünü nerede aramak icap eder?
Her şeyden evvel tasavvuf tarihi, bir düşünce ve inanç tarihi olarak okunmalı. Sosyolojik ve tarihî boyutu, tasavvufun ikincil yönüdür. Tasavvuf her şeyden evvel bir düşünce akımıdır. Bir din felsefesidir. Tasavvuf denilen bu 'İslam felsefesi' ve yorumunda esas hedefler dikeydir. Yani kişinin hayatına anlam kazandırması, yeryüzüne gelmesinin sebebini bulmasıdır. Bu anlamlandırma, insanın yaratılış sebeplerini araştırmak yoluyla bir bilinç ve idrak yükselmesi neticesinde ölmeden evvel kendi kaynağını idrak etmesi ve onun neticesinde aydınlanması ile özellikle Batı düşüncesinde çok önemli yeri olan hüzün, keder, kaygı gibi karanlık âlemden aydınlık aleme doğru geçmesidir.
Her şeyden evvel Henry Corbin'in tabiriyle bir tür 'sofyaloji' (sophialogia), yani hikmet bilimiyle karşı karşıyayız. Bu açıdan içerisinde dereceler bulunmakta. Bu dereceler zaman zaman birbirine sırt dönmüş şekilde tezahür etmekle beraber, bazen de tek bir sufi şahsiyetin hayatındaki tekâmülde de görülebilmektedir. Bu tekâmül, sufi şahsiyet hayatının bir döneminde tasavvuf içerisindeki şu yaklaşımlara sahipken orta yaşlarda şu görüşlerde ve âhir ömründe şu görüşlerdedir, diye ifade edilir.
0. Bu 'yaklaşımlar'ın neler olduğunu açıklar mısınız?
Tasavvuf bilimciler tasavvufu tarif ederken “Bin tane tarif getirmek mümkün” demişler. Hatta “Her bir sufi adedince tasavvuf tarifi vardır” denilir. Klasik metinlerde tarik-i şuttar ve tarik-i ahyar diye tasavvuf meşreplerinden söz edilir.
Tarik-i ahyar daha çok başlangıçta ve tasavvuf yolunda yeni ilerleyen kimselerde görülen bir haldir. Ne tür bir hal bu? Kurallara, normlara riayet ederek ve ibadetlere fazla asılarak, perhizlerle, yani nefsle cihad ederek, riyazeti ve zühdü esas alarak, bedeni yorarak, bazı şeylerden eli ayağı çekerek yaşama hali dir. Yalnız haramlardan değil, helallerden dahi elini çekerek, mesela “Hiç evlenmeyeceğim” demekten tutun da “Hiç et yemeyeceğim” diye karar alması gibi... Hatta “Ömrüm boyunca sırtımı dayayarak hiçbir yerde uyumayacağım” ya da insanlarla görüşmeme, ağzına taş koyarak söz orucu tutma veyahut dağlarda bayırlarda gezme kararı alanlar bile vardır. Bunlar ne şeriatta, ne de tarikatta vardır. Bireysel tercihleridir onların. Mamafih hal transferi mümkün olamayacağı için bireysel haller olarak onu yaşayan kişi sırrıyla baş başa kalmıştır.
0. Peki ikinci yol hangisi?
Diğer yol olan ahyar daha çok zühd esaslıdır, nefsi dizginleyerek ruhun açığa çıkmasıyla özgürleşmesini sağlayan, insanın kendine hâkim olmasını getiren yöntemlerdir. Çileler, riyazetler, perhizlerle dolu bir zahitlik yoludur. Arifler derler ki: “Bu yol çok güzeldir, lazımdır, lakin tehlikeli bir yoldur”. Zira bir müddet sonra kişide “Bak kimsenin yapmadığı şeyler yapıyorum, herkes yemesinde içmesinde ama ben yemiyorum. Bak ben fakirim” gibi düşünceler uyanmakta. Melamet ve şuttar yolundan gelenler derler ki, “Bu yol nefste zamanla sıkıntılar oluşturabiliyor ve gerçek niyet ancak kapalı kapılar ardında açığa çıkabiliyor”. Mesela insanların arasındayken yemiyor ancak kapalı kapılar ardında “Şu kebabı yeseydim keşke” diyor. Yani yememesinin sebebi “karizmam çizilir, imajım bozulur” türünden gerekçeler oluyor.
Bunların hepsi tasavvufta birer problem olarak gözükür. Şuttar yolundan gidenler diyorlar ki: “Nefsi ne kadar dizginlemeye çalışırsan çalış, zeytinyağı gibidir, üste çıkar.” Nereden bastırsan başka yerden çıkar, bunu adam etmek çok zor. Nefsi öldürmek mümkün değilse onu serbest bırak, alsın başını gitsin, denilmiyor ama mümkün olduğu kadar şeriatın söylediği şeylerle yetin, zina yapma, belirli oruçlarını tut ama aşırıya kaçma, her şeyin alt limitini yap deniliyor. Bunun üstündeyse 'aşk-ı cezbe' dediğimiz kanalı açtığın zaman (“Aşk o kadar lezzetli bir şeydir ki, cima lezzetinin üstündedir” diye sözler var) o hal ona hâkim olur zaten.
Şimdi bu bazen kişinin hayatının başlangıç ve sonlarında görülebiliyor, bazen kişi iki yoldan yalnızca biriyle yoluna devam edebiliyor. Mesela ahyar'la başlıyor, onunla devam ediyor ya da zahidlikle başlıyor, ölünceye kadar zahid…
0. İyice merak ettik: Anlattıklarınız ışığında nasıl bir Mevlana portresiyle karşı karşıyayız?
Bir kere Hz. Mevlana'nın hayatında babasının aynı zamanda bir alim olması kompozisyonu çok önemlidir. Tasavvuf ama medreseyle beraber bir tasavvuf. Çünkü tasavvuf, medreselerde öğretilmekte olan alet ilimlerinin yalnızca bir araç olduğunu gösterir ve der ki: “Ey şakirt, sana Arapça, fıkıh, hadis, usûl, mantık öğretiyoruz ama bil ki bunlar gaye değil, senin esas hedefin 'rıza-yı Bari'ye ulaşmaktır.” Alacağın ders kendini tanıma (men aref) dersidir.
Bu kompozisyon ve terkip iyi muhafaza edildiğinde İslam düşünce tarihinde muhteşem sentezler ortaya çıkmıştır. Ancak dengenin taraflardan birinin leh veya aleyhine dönmesi neticesinde omurgada kırılmalar meydana gelmiştir.
0. Neden sema ediyordu?
Sabırsızlığımızı bağışlayın ama Hz. Mevlana örneğine gelirsek bizi nasıl bir manzaranın beklediğini merak ediyoruz.
Mevlana hayatının ilk yıllarında medresede ders veren bir alim olan babası Molla Hüdavendigâr'dan ders almıştır. Bu demektir ki, Mevlana, bugünkü gibi maneviyatın dışlandığı, dinî ilimlerin kümülatif olarak ele alındığı, sadece ve sadece 'din demek fıkıh (hukuk) demektir' anlayışının bulunmadığı bir ortam olan ve bir tür din felsefesinin, dinin te'vil ve tefsirlerinin şiirle, edebiyatla yapıldığı bir medrese ortamında yetişmiştir. Babası bir medrese alimidir ama aynı zamanda da tasavvuf önderlerinden Necmüddin-i Kübra (vefatı: 1221) geleneğine bağlı bir alimdir.
Hz. Mevlana'nın hayatında 3 ayrı dönem vardır: Birinci dönemde babasıyladır; babası vefat ettiği zaman sadece 24 yaşındadır. İkinci olarak babasının talebesi Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmizî'ye nakli dönemi vardır. Üçüncü dönemi ise Şems-i Tebrizî ile başlayan dönemdir.
İşte bu 3 dönem, aslında Hz. Mevlana'nın hayatında bir bakıma kronolojik, bir bakıma da düşünsel dönüm noktalarıdır. O mihenk, kilometre taşları olan yerlerde birer dönüşüm yaşamıştır.
Şems dönemi keskin bir farklılaşmayı da beraberinde getiriyor. Daha önce yaşadığı “Âlimsin, medrese hocasısın, şeyhsin, halifesin, müridlerin var, yürüdüğün zaman peşinden 500 kişi geliyor” dönemidir.
Bunlar güzel şeylerdir ama aşk ehlini bir yerden sonra sıkmaya başlar. Yani Hz. Mevlana, Şems ile tanıştığı zaman, çoğunlukla gösterilmeye çalışıldığı gibi basit bir medrese hocası değil, binlerce müridi olan meşhur bir şeyhti zaten. O makamdaydı ama Şems'te gördüğü 'terk-i terk makamı' onu cezb etmişti. Makamdan makama bir değişim yaşamıştı ama önceden de tasavvufun içindeydi.
0. Yani tasavvuf dışından içine doğru değil, doğrudan tasavvufun dereceleri içinde meydana gelen bir dönüşüm mü söz konusu oldu Mevlana'da?
Evet, tasavvufun içinde meydana gelen bir dönüşümdü bu ama ileri derecede bir dönüşümdü. Bu dönemde kalender, melamet neşve ve zevklerini tatmaya başlayan Mevlana artık tacı, sarığı, tespihi, takkeyi bir kenara atan ve yanıp yakınan biri haline geliyor. Yeniden 'mürid' oluyor ama başka bir 'mürid'... Önceki Mevlana “Ağır ol molla desinler” duruşunda, “Cezbene dahi hakim ol, çünkü aynı zamanda toplumsal bir kişiliksin” yaşayışındadır. Tabii bir yerden sonra ne ağırlık tanıyor, ne de toplumu umursuyor. Mevlana'da laubalilik, lakaytlık, yani kayıtlardan azade olmak gibi anlayışlar filizlenmeye başlıyor.
Zaten Şems ile mülakatından sonra Mevlana'da apayrı bir tat oluşuyor. Semaya kalkmaya başlaması da bu devresine rastlar. Ama bunu da doğru anlamak gerekir. Mevlana'nın sema etmesi kendiliğindendir. “Hadi bu akşam sema törenimiz var” deyip dönmeye başlamıyor. Bazen bir çekiç sesiyle olabiliyor bu kendinden geçiş veyahut bir aşk meclisinde Feridüddin Attar'ın şiiri okunurken ya da Şems'in bir sözü aklına geldiğinde “Allah!” diye cezbeye gelip dönmeye başlayabiliyor.
Şahitlerin naklettiklerine göre Hz. Mevlana hiç durmayacakmış gibi dönermiş; 2 saat, 3 saat sürüyor belki dönüşleri.
0. Peki o anlarında neden başka bir şey yapmıyordu da dönmeye başlıyordu?
Bu tamamen bireysel bir tercihtir. Derler ki, cezbe haline giren kişi ya anne karnındaki gibi bir toplanma tavrıyla büzüşür veya evrensel bir hareket olan dönme hadisesini meydana getirir yahut da baş sallama şeklinde bir hareket dizisi vuku bulabilir ki, bunun örneklerini profan nitelikteki konserlerde dahi gençlerin dans hareketlerinde gözlemleyebilmekteyiz.
Binaenaleyh Şems'in, Mevlana'nın kendisinin dahi bilmediği ama sahip olduğu sırları açığa çıkarmakta bir mürşid vazifesi gördüğünü söyleyebiliriz.