Karanlığın esrarlı hükümdarı
Nice çerağ yandı yıllar yılı. İlk ne zaman yakıldı? Bu soru titrek bir mum alevinin havaya emanet ettiği is gibi bir muammadır. Işığın gönül derdine yakılan çerağından kanfdil gecelerine uzanan hikayesini Şeyma Aydın Derin Tarih okurları için kaleme aldı.
Yunus Emre tenin ötesine zuhur eden aydınlığın peşinde olduğundan, “canda yanar çırağı, gönüllerde durağı” diye söylenir durur. Semâya aşina can kuşundan mı ilham aldı bilinmez, Ademoğlu ilkin meşale, sonra yağ ve gaz lambalarını ve fenerleri emrine amade kılmayı bildi; evvela dışını, sonra içini ışıtmak için.
Tam bu anda Dedem Korkut “Hak yanduran çırağun yana tursun” der ve lambanın hikâyesini usul usul anlatmaya koyulur.
Lamba ilk zamanlar kükürtlü zeytinyağı yakılarak yapılmış, bunu özellikle Mezopotamya insanının kullanırmış. Antik Yunanca ve Latincede “lampa” olarak ifade edilen lamba, miladi 7. yüzyıldan sonra yerini kandile bırakmış. Eski Türkler de kandilleri yula, tıngçan, tengşü, çıra ve çırak gibi farklı şekillerde adlandırmış. Farsça ve Osmanlıcaya da çerağ olarak geçmiş kandiller.
Kandil en basit tabiriyle sıvı yağın içine fitil konularak yakılırdı. Genellikle pişmiş toprak içinde yapılan kandil kurşun, taş, cam ya da saraylarda altın ve gümüş gibi kıymetli madenlerden imal edilirdi. Bahaeddin Ögel Türk Kültür Tarihine Giriş adlı kitabında Eski Türkçedeki “yula” (kandil) kelimesinin “yoldramak” (parlamak) ile bağlantılı olduğunu belirtir. Hatta “yıldırım” ve “yıldız” kelimelerini de buraya dayandırır. Anadolu köylerindekiler yula ışığına “ışılgı”, Mısır’daki Memlukler “şırak”, Kırgız Türkleri ise “çıraktanmak” dermiş. Latince “candela” ya da “candere” denen kandiller de Sanskritçe “cand” (parlamak) kökünden gelir.
Yağ konan haznesi ve fitil bulunan kısmı önemliydi kandillerin. Yağ konan bölüm yuvarlak, yassı, üstü açık veya kapalıydı. Kapakların üzerinde delikler açılır, fitillerin yüzük ile buraya tutturulmasıyla da kuvvetli bir ışık yayılırdı. Fitiller ise genellikle papirüs yapraklarından yapılırdı. Balmumu ya da hayvan yağlarının yakıldığı kandillerin de var olduğunu söyleyelim.
Kandil sistemi adeta bir emniyet teşkilatı gibi çalışırdı. Fitili düzeltmekle görevli küçük maşa oldukça mühimdi. Yağ başıboş bırakılmaz, içine su da eklenirdi. Yukarıda kalan yağ öncelikli olarak fitille hemhal olarak yanar, bitince de ateş suya kavuşup uyuturdu aydınlığı.
Yavuz Sultan Selim dönemine gelinince mukaddes gecelerde camiler kandillerle donatılarak ışıldar, gönül çerağının yanmasına vurgu yapılırdı. Bu yüzden kıymetli olan bu gecelere hâlâ “kandil gecesi” diyoruz. Kutadgu Bilig’de de benzer bir anlayış olarak peygamberler birer kandile benzetilir:
“Yula erdi halkka karangku tüni/Yaruklukı yadhtı yaruttı seni” (O karanlık gecede halka bir kandil oldu / Onun ışığı etrafa yayıldı ve seni aydınlattı).
Tekkelerde kandil yakmaya memur edilmiş kimseler (çırakçı) bulunurdu. Çırakçıların mevkii ve memuriyetleri oldukça yüksekti. Nitekim 15. yüzyılda yazılmış bir Anadolu kitabında şöyle deniyordu:
“Hacı Bektaş Veli’nin ulu halifelerindendir ve hem nazarında çırakçı idi.”
Buda mabedlerinde ışıklara bakan kimseler de mühim kişilerdir. Kiliselerdeki mum ise
“insanlara ışık verirken kendi eriyen İsa” anlamına gelir; Tanrı da bu anlamda “ışık”
diye nitelenir.
Lambadan bahsedip de sözü avizeye getirmemek olur mu? Cam şişelerle birlikte kullanılan kandillerin çok kollu ve zincirle asılanlarına Farsça “asılan” anlamında “avize” dendi. Pirinç, gümüş ve bronz gibi avizeler ihtişamlı lüks hayatı yansıtıyordu. 1700’lere kadar balmumundan kandillerle bezeli avizeler revaçtaydı ama yağ asitlerinden yapılmış mumun patentini 1825’de Fransız kimyagerler Michel-Eugéne Chevreul ile Joseph Louis Gay Lussac alınca işler biraz değişti. Gaz yağları yaygınlaştı.
Tanzimat “aydınlığı”: Sokak lambaları
Osmanlı’da fenersiz sokağa çıkmak yasaktı. Biri akşam vakti feneri olmadan dışarı çıkmayagörsün, anında yeniçeri ya da bostancı tarafından tutuklanırdı. Zaten yatsıdan sonra sokakta kalmak için mazeret gerekirdi. Bir tek Ramazan ayında hava karardıktan sonra kalabalık devam eder, hatta canlanırdı.
Fenerlerin zenginliğe göre farklı biçimlerde olanları vardı. Örneğin muşamba fenerin en büyük üstünlüğü, kapanmasıydı; bunu efendisinin yanındaki uşak taşırdı. Fenerler büyüklüklerine göre çelebi, imam, cepi vüzera, balıkçı feneri gibi adlar alırdı.
Tanzimat’tan sonra dükkanların Batı’daki gibi kandille aydınlatılması istendi. İstanbul sokaklarının havagazı lambalarıyla aydınlatılması için de 1891’de Fransız Charles George’un kurduğu Kadıköy Gaz Şirketi’ne 50 yıllık imtiyaz verildi. Hatta konaklar da kandil asmaya mecbur tutuldu. Bunun sebebi elbette “aydın” sokak algısını oluşturmak ve geceleri insanların dışarı rahat çıkabilmelerini sağlamaktı.
Edison 1879’da ampulün patentini alınca elektrik satan şirketler kurulmaya başladı. Ancak oldukça yavaş bir seyirle yaygınlaştı. İlk kullanılabilir florasan lamba ise General Electric adına Dr. Arthur Compton tarafından 1934’te yapıldı.
Sonrası malum, lamba tavanın merkezine tutunarak hanemizi aydınlatır oldu. Söylemeye gerek var mı, çerağ ve kandil hafızanın karanlık odalarına terk edilerek unutuldu gitti böylece. Tam da bu yüzden aydınlanmış hayattan kastımızın, Batı’nın vurguladığı rasyonellik olmadığını tekrarlayalım.
Aşkın kandili Yunus’un deyişiyle söze nokta koyalım:
“Biz bu aleme çerağ olup yanmaya geldik.”