Kadıköy'ün 80 yıl önceki gezgin esnafı
Prof. Dr. Semavi Eyice, Derin Tarih için çocukluk hatıralarını yazdı
Prof. Dr. Semavi Eyice
—
Osmanlı ülkesinin büyük şehri İstanbul’da yaşayan çeşitli esnaf hakkında tarih boyunca bazı incelemeler yapılmış olmakla beraber bunların eksiksiz bir tarihçesi derlenebilmiş değildir.
Ünlü İtalyan edebiyatçılarından Edmondo de Amicis (1846-1908) 1874’te İstanbul’a gelerek bu büyük beldenin güzel ve ilgi çekici birçok taraflarını gezmiş ve Constantinople başlıklı kitabını İtalyancaya kazandırırken şehrin sokaklarında o tarihte görünen çeşitli esnafa da bir bölüm ayırmıştı. Beraberinde Osmanlı ülkesinin başkentine gelen ressam C. Biseo (1843-1909) güçlü kalemiyle gezgin esnaftan bazılarının resimlerini çizmiş ve desenler, bu kitabın gerek orijinal, gerekse diğer dillerdeki baskılarında yer almıştır.
Zaman ilerledikçe gayet tabii olarak bu esnafların değiştiğini, hatta sattıkları eşyaların da farklılaştığını ve dönem dönem zenginleştiğini görmek mümkün. Ben burada birkaç sayfa içinde doğduğum ve büyüdüğüm Kadıköy semtinde gördüğüm ve tanıdığım bazı gezgin esnaftan bahsetmek istiyorum. Bugün bunlar da tarihe geçmiş bazı satıcı portreleridir.
80-85 yıl önce sokaklarımızda rastladığımız ve sesleriyle şehrin bu bölgesine ayrı bir canlılık katan satıcılar artık ortada olmadıkları gibi sattıkları yiyecek ve diğer ürünler de unutulmuş gibidir. Bu ürünlerden bazıları hala satın alınabilmekle beraber satıcıları eskisinden çok farklıdır.
Kadıköy’ün sokaklarında sıkça rastladığım bir dondurmacıyla söze başlamak isterim. Kendisi yapı olarak oldukça heybetli, yaşlıca bir Arnavuttu. Yaz aylarında Kadıköy sokaklarında dolaşarak dondurmasını satmaya çalışan bu yaşlı esnafın herhalde hasta olduğundan gözleri sürekli yaşlıydı. Bu bakımdan birçok kişi ondan alış veriş yapmaktan kaçınırdı. Kıyafetinin değişmez bir unsuru, beline bağlamış olduğu peştamaldı. Sırtındaki sopanın bir ucunda dondurma kabı asılı olur, diğer tarafında ise muntazam diziler halinde küçük dondurma çanakları yer alırdı. Burada bir de içi su dolu bir ibrik vardı.
Bundan 80-90 sene evvel dondurma hala eski usulde çevirerek yapılırdı. Bu metotla yapılan dondurma kabının satışı -bitinceye kadar erimemesi için- kabın etrafı kalın havlularla sarılı şekilde yapılırdı. Henüz kâğıt helvasından dondurma kabı yapma usulü bilinmediğinden dondurma, küçük porselen çanaklara kepçeyle konurdu. Sonrasında bu çanak su dolu ibrikle çalkalanarak yerine konur ve yeni müşterisini beklemeye başlardı. Pek sağlıklı olmayan bu işlem 1930’lardan sonra yerini kâğıt helvasından yapılan külahlara bıraktı ve unutuldu. Arkasından da çevirme dondurma piyasadan tamamen çekildi. Kim bilir kaç yıldır İstanbul sokaklarında dolaşmasına rağmen dili Arnavutçayla karışık Türkçe olan bu yaşlı dondurmacı da çoktan ortadan kaybolup gitti.
Aynı satıcının kış aylarında kâğıt helvası sattığını görürdüm. Bir kalıpla iki yüzüne birtakım resimler basılmış olan kâğıt helvası bugün hala bazı yerlerde görülebiliyor. Ne yazık ki halk sanatının unutulmakta olan bir bölümü sayılan o resim kalıplarının neler olduklarını bilmem derleyen olmuş mudur?
Bir şehir müzesinin arşivinde bunların belli başlı örneklerinin toplanması herhalde faydalı olur görüşündeyim. Sonraki tarihlerde iki kâğıt helvasının arasına dondurma konulmasıyla bir çeşit dondurmalı sandviç geleneğinin başlaması, o kültürü bugüne getirdi.
Diğer bir gezgin esnaf ise leblebicilerdi. Sanırım eski Türk esnaf loncaları arasında çok yakın tarihlere gelinceye kadar yaşayan yegâne esnaf loncası onlar oldu. Gördüğüm kadarıyla iki yerde bu leblebici teşkilatının merkezleri vardı. Bunların bir tanesi Şehzade Camii’nin büyük avlusuna bitişik büyük bir dükkândı. Sonraları bu caminin dış avlu duvarı restore edilirken bu dükkân ortadan kaldırıldı. Yeri şimdiki İstanbul Belediye Sarayı’nın tam karşısındaydı. Anadolu yakasında ise Kadıköy rıhtım caddesi kenarında yine büyük bir merkez binaları vardı.
Leblebici esnafının bir özelliği, Anadolu’ya has bir yiyecek olan sarı leblebinin tuzlu, tuzsuz veya şekerli gibi birkaç çeşidini yapmalarına karşılık Sakız Adası Rumlarının imalatı olan ve daha farklı bir lezzete sahip beyaz leblebiyi katiyen yapmamalarıydı. Buna “sakız leblebisi” veya “kum leblebisi” de denirdi. Yapımı farklı olduğundan beyaz leblebinin eski kalitesine bir türlü ulaşılamamıştı.
Gezgin leblebicilerin hepsi üniforma gibi memleketlerinin kıyafetleriyle giyimli Anadolu gençleriydi. Kafalarında kasket, üstlerinde çizgili bir yelek, bellerinde geniş bir kuşak ve ayaklarında şalvarımsı bir pantolonla dolaşırlardı. Omuzlarına atılmış küçük bir heybe bulunurdu. Bellerine sarılı kuşaklarına sokulmuş küçük bir terazileri vardı. Bir ellerinde elek tutar, diğer ellerinde ise camlı küçük bir kutu taşırlardı. Leblebileri bu elekte bulundurup buradan küçük bir teraziyle tartar ve alıcıları olan çocuklara satarlardı. Para yerine genellikle çinko ve kurşun kabul ederlerdi. Bu yüzden evlerin yağmur oluklarının alt kısımları ile vakıf binaların kurşun kaplamaları bir hayli zarar görürdü.
Leblebi stokunun kalanı heybenin bir gözünde bulunurdu. Diğer gözünde de çocuklardan leblebi karşılığında alınan hurda kurşun ve çinko parçaları yer alırdı. Leblebicinin diğer elindeki camekânlı kutunun içinde az miktarda şekerli leblebi ile öğütülmüş leblebilerden yapılmış leblebi unu (tozu) yer alırdı. Ek olarak undan şekerle karıştırılarak ve baklava dizisi gibi küçük ölçülerde kesilmiş şekerli leblebi dikileri (pasta) bulunurdu.
Heybenin içinde leblebinin hem tuzlusunu, hem de tuzsuzunu bulmak mümkündü. Leblebici küçük terazisinde tarttığı çinko veya kurşun parçacığının ağırlığına göre müşterisine istediği leblebiden veya leblebi tozundan yapılmış şekerli baklavasından verirdi. Bu gezgin leblebici esnafı da 20-25 yıl önce tamamen kaybolup gitti. Büyük merkezleri de ortadan kalktı.
Menekşe macununu tadamadık
Kadıköy’ünde 1930’lu yıllarda sokaklarda dolaşan ünlü bir gezgin satıcı olarak tanınan macuncu Halil Ağa’dan da bahsetmeden geçemeyeceğim. Başının üstünde kocaman yuvarlak bir tepsi macunla, elinde bir demir çubuk spatulayı şakırdatarak dolaşır ve “Hani ya macuncu!” diyerek sokaklardan geçer, genellikle okulların kapısı önünde tezgâh kurardı. Yaklaşık bir metre çapında olan tepsisi gözler halinde bölünmüştü. Sayıları 20’yi aşkın gözlerin her birinde ayrı renk ve cinsten macunlar bulunur, bunlar eritilmiş şekerden oluşurdu. Bazı aroma ve meyve sularıyla karıştırılarak yapıldığı için hepsinin renkleri farklıydı. Kaymaklı beyazın yanında, içinde yapraklar da bulunan pembe gül macunu, tek tek küçük yaprakları olan menekşe macunu yer alırdı. Ek olarak nanelisi, kakaolusu ve daha farklı çeşitleri de vardı.
Halil Ağa başının üzerinde taşıdığı bu büyük kapaklı tepsiden başka omuzunda sehpasını taşır, elinde de küçük taburesini tutardı. Okul kapısına sehpasını kurup üzerine tepsisini yerleştirirdi. Sonra taburesine oturup bir torbada taşıdığı ve çarşı esnafından aldığı sandık parçalarını çok keskin sustalı çakısıyla ince çubuklar halinde ayırır ve bunları büyük bir ustalıkla yontarak bir kurşun kalem ölçüsünde, değnekler halinde keser, biçimlendirir ve tablasının tam ortasında bulunan yuvarlak hokka kısmına dikey olarak yerleştirirdi. Müşterisi hangi macundan istiyorsa, vereceği paraya göre demir bir spatulayla o macundan bu çubuğun üzerine bir miktar koyar, bazen de çeşitlendirir ve alıcı dakikalarca bu macunu yalayarak ağzında eritirdi.
Macuncu Halil Ağa’nın spatulaları şakırdatarak ve macununu överek sokaklarda dolaştığını ve okul kapısının önünde satış yaptığını hep hatırlarım. Aradan yıllar geçti ve zannediyorum bu macunculuk da tarihe karıştı. Bundan 30 yıl önce Alemdağ’ı suyu kenarında bir macuncuya rastladığımda tablasında ancak 4-5 çeşit macundan başka bir şey bulunmadığını görmüştüm.
Kadıköy’ün insanlarını ve binalarını mükemmel bir surette bilen, tanıyan ve fırsat buldukça yazan son kişi olan, yaş itibariyle benden daha kıdemli aziz dostum kıymetli hekim Dr. Müfit Ekdal bir sohbetimizde macuncu Halil Ağa’nın adı geçince, “Ben Haydar Paşa Numune Hastanesi’nde başhekimken Halil Ağa’yı hasta halde bana getirdiler” demişti. Hastalığının ne olduğunu sorduğumda Müfit Bey, “Amipli dizanteri” cevabını verdi. Arkasından bir sual daha sorarak Halil Ağa’nın akıbetini öğrenmek istedim. Doktor Bey tek kelimeyle “Öldü” cevabı verdi.
Bugün artık şehrin hiçbir sokağında bir macuncunun dolaştığını göremiyoruz. Öyle zannediyorum ki bu macun kültürü de tarihe karışmış olsa gerek.
Kadıköy’ün eski vapur iskelesi önünde ve çarşının içine uzanan sokaklarda sık rastlanan bir gazete dağıtıcısı vardı. İhtiyar, kaşı, kirpikleri ve saçları beyaz olduğundan albinosu olduğunu düşündüğüm bu kişi güneşte gözünü açamazdı. Koltuğunun altında kabarık bir gazete yığını ile yorgun ve bitkin bir halde sokakları dolaşır, ölgün bir sesle “Yazıyor… Yazıyor… Cayır cayır yazıyor… Akşam yazıyor… Posta yazıyor… Cumhuriyet yazıyor…” diyerek dolaşırdı.
İyi bir aileden olduğu söylenen bu ihtiyar satıcı, Sami Bey olarak adlandırılırdı. Düşkün durumuna rağmen hala kendisine “Bey” denilmesi de herhalde bir vakitler iyi bir aileye mensup olduğunun delili olsa gerekti. Çocukluğumun geçtiği 1930’lu yıllarda Kadıköy’ün en işlek bölgelerinde sürekli rastladığım Sami Bey böylece hatırama yerleşti. Şimdilerdeyse sokak sokak dolaşıp gazete satan gezgin gazetecilere rastlamak pek mümkün değil.
Göksu’nun mısırı unutulur mu?
Kadıköy sokaklarında sık rastlanan bir satıcı daha vardı: “Allah versin Cevdet Bey”. Çocukların arkasından “Allah versin” diye bağırdıkları orta yaşlı Cevdet Bey eski trençkot bir pardösü ile dolaşırdı. Sırtında, omuzunda, boynunda çeşit çeşit tahtadan yapılma elbise askısı, çocukların oynadıkları araba, mutfak eşyası gibi ürünler bulunurdu. Çocukların kendisiyle alay etmesine pek aldırış etmez, sattığı malların adlarını sıralayarak ve arada bir bunları yüksek sesle söyleyerek dolaşırdı.
Rahmetli babamın anlattığına göre bu zat deniz harp okulunda okumuş ve babamla aynı sınıfta tahsil görmüş bir deniz subayı aday emeklisiydi. Deniz Harp Okulunu bitirip bitirmediği belli değildi. Okuldan neden ayrıldığının cevabını ise ne kadar uğraşsam da babamdan alamamıştım.
Kadıköy sokaklarında rastlanan gezgin esnaf bunlardan ibaret değildi. Bir vakitler bu bölgede yabancıların da yaşadığını göz önünde bulundurursak azınlıklara mensup gezgin satıcılar da mevcuttu. Ancak 1928-30 yıllarında rastladığımız bu satıcılardan bir tanesi büyük meşin bir çantayı omuzunda taşır ve Batılıların kahvaltılarında özellikle tercih ettikleri ayçöreği ve küçük ekmekler satardı.
Beyoğlu’ndaki Çiçek Pasajı’nın yanındaki fırında yapılan bu küçük ekmekler her sabah bu satıcı tarafından Kadıköy’e getirilip satılırdı.
Buna karşılık Türk hayatında mevcut olmayıp Rumlara ait olan kokoreççiler ortaya çıktı. Bugünkü gibi sadece bağırsaktan mamul ürünler değil, farklı sakatatlar da satarlardı. Kokoreç geleneği başlangıçta Rumlardan gelmiş olsa da, sonrasında Türk satıcıları tarafından değişime uğramıştır.
Bu bağlamda kebap mısırcılara da değinmek yerinde olacak. Kebap mısırcılar, yaz aylarında görüldüğü gibi Göksu, Küçüksu çayırlarının önünde kazanlarda mısırlarını kaynatır ve birleşerek satarlardı.
Bu gelenek Boğaz köprüleri yapılıncaya kadar kesintisiz devam etti. Köprüler yapılırken bu alanlar şantiye olarak kullanılınca bu geleneğe de son verdi. Böylece İstanbul’un bir geleneği de modern çağın hızına ayak uyduramayarak yok oldu.
Son olarak İstanbul’un hala yaşayan seslerinden biri ve kış aylarında ortaya çıkan bozacıları ve tahin-pekmezcileri hatırlamak gerekir. Onlar da bugün yok olmuştur. Bunun yanında 70-80 yıl önce sokaklarda dolaşan ve omuzlarına astıkları büyük tepsilerde Silivri yoğurdu satan gezgin esnaflar da artık aramızda değil.
Gezgin esnafın çoğu sessiz sedasız aramızdan ayrılmış olsa da, bugün hemen her mevsimde simitçi ve mısırcıları, kış aylarında ise kestanecileri sokaklarda görmek mümkün. Zannediyorum kalitesinin düşmüş olduğunu tahmin ettiğim kos helvacılara da artık pek rastlanmıyor.