İzmir’in İşgali’nde gerçek kahraman Hasan Tahsin değil, Süleyman Fethi Bey’dir
İzmir’de Yunan işgaline ilkdirenen, şehit SüleymanFethi Bey’dir. Peki neden odeğil de Hasan Tahsin “ilkdirenişçi” olarak lanse edildi?“Yaşasın Venizelos” demediğiiçin hakaretler altında şehitedilen, bugün adı ve mezarıdahi unutturulmuş meçhulbir kahramanın bilinmezlerledolu hayat hikâyesi…
İzmir’i işgal eden Yunanlara ilk mukavemeti kim gösterdi desek, resmî eğitimden geçen hemen herkesin cevabı Hasan Tahsin olacaktır. Oysa 70’li yıllara kadar Hasan Tahsin ismi bile bilinmiyordu.
1970’lerde yapılan bir algı operasyonuyla “ilk kurşunu atan gazeteci” imajı topluma sunuldu. Bu imajın gerçekle uzaktan yakından ilgisi yoktur. 1942’ye kadar Hasan Tahsin’in adına sadece şehit edilenler listesinde rastlanırken, 1970’lerde Rahmi Apak’ın hatıratındaki ifade çarpıtılarak, “Yunan’a ilk kurşunu sıkan kahraman” haline getirildiğini görüyoruz.
İşgal sırasında İzmir’de bulunmayan Apak, belge veya delil göstermeden sadece kendisine anlatılanları nakleder: “Bu silahı Hasan Tahsin isminde bir gencin patlattığını ve kendisini de orada Yunan askerlerinin öldürdüğünü herkes söylüyor”. Böylece 50 ve 60’lı yıllarda bu cümleden hareketle Konak meydanındaki heykele giden yolun taşları döşeniyor.
Hasan Tahsin’in İstiklâl Harbi’nden yarım asır sonra “ilk direnişçi” olarak lanse edilmesi tesadüf değil. Bu isim ön plana çıkarılarak aslında başka bir isim unutturulmuş oldu: İzmir’in işgalinde düşmana ilk direnişi gösteren, Kurmay Albay Süleyman Fethi Bey.
Vatan uğruna canını seve seve feda eden Süleyman Fethi Bey’in fedakârlığı İstiklal Savaşı’nı başlatan ilk kıvılcımlardandı. Yunan işgalinde 4. Kolordu Asker Alma Heyeti Reisi olan Süleyman Fethi Bey, “Zito Venizelos” (Yaşasın Venizelos) diye bağırması istendiğinde “Kato Venizelos” (Kahrolsun Venizelos) diye haykırmış ve Anadolu halkının işgali asla kabul etmeyeceğini ispat etmiştir. Bu tavrın zaman içinde unutturulması daha da üzücü.
Süleyman Fethi Bey köklü bir aileden geliyordu ve iyi yetişmişti. Babası Eminönü’nde eskiden “Salkımsöğüt” denilen yerdeki Aydınoğlu Tekkesi’nin 27 yıl (1893-1920) şeyhliğini yapan, son asrın önemli mutasavvıflarından Mehmed İzzî Efendi’dir. Kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldığı günden itibaren Selanik’te, Hicaz’da, Yemen’de, kısaca imparatorluğun her köşesinde çalışmıştı.
İşgale karşı toplantı!
İzmir’in işgal edileceği söylentileri üzerine İzmir Müdafaa-i Hukuk-ı Osmani Cemiyeti 17 Mart 1919’da toplandı. İzmir’in işgal edilemeyeceği, işgal olursa karşı konulacağı hususunda görüş birliğine varıldı. Toplantıdan hemen sonra İzmir Valisi Nureddin Paşa Yunanların çabasıyla görevden alındı, yerine İzzet Bey vekâleten atandı. 17. Kolordu Komutanlığına da Nisan sonunda Ali Nadir Paşa tayin edildi.
Paris Barış Konferansı’nda İzmir ve çevresinin Yunanistan’a verilmesi üzerine Yunanlar İzmir’i kendi şehirleri olarak görmeye başlamışlardı. 17 Nisan’da bir grup Yunan askeri kimseye danışmadan Kordon açıklarında demirli bulunan Averof zırhlısından kıyıya çıktı. Rumlar, askerleri gösterilerle karşıladılar. Ancak bu sırada ummadıkları bir tepkiyle karşılaştılar.
17. Kolordu Komutanlığını vekâleten yürüten Albay Süleyman Fethi, karaya çıkan askerlerin komutanını çağırtarak hareketlerinin mânâsını sordu. Yunan subay, “Devriye dolaşıyoruz” cevabını verdi. Süleyman Fethi Bey hemen gemilerine dönmelerini, aksi takdirde meydana gelecek olaylardan sorumlu olamayacaklarını belirtti. Yunan subay da durumu kendi amirlerine bildireceğini söyledi. Bu uyarı Yunan devriyesini Averof’a geri dönmek zorunda bırakmıştı.
Bu olay İngiliz askerî yetkilisi Binbaşı Dickson’a bildirildiğinde, “Yunan askerlerinin gelmesiyle ne gibi bir
hadise çıkabileceğini” sorunca Süleyman Fethi Bey, “Halk galeyan halindedir. Asırlarca bu memlekette huzur içerisinde yaşamış, kendilerine daima iyi muamele edilmiş, hiçbir zaman tehdit ve tazyik görmemiş Rum azınlığın yaptıkları haklı bir mukabeleye sebep olabilir” dedi. Dickson ise “Pek zannetmem” cevabını verdi.
Durumun kötüye gideceğini anlayan Süleyman Fethi Bey, Belediye Başkanı Hasan Paşa ile görüştü ve halkı haberdar etmek için neler yapılması gerektiğini sordu. Belediye Başkanı şaşkın ve perişandı. Süleyman Bey daha sonra Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa (Çakmak)’a durumu bildirip yapılması gerekenler hakkında emir istedi. Telgraf başında, “Yunanları gerektiğinde silah kuvvetiyle mi engelleyeceğiz?” diye sorunca Fevzi Paşa, “Silahla gelene silahla mukabele edilir” karşılığını verdi.
Averof’tan Rum Metropolitini ziyaret bahanesiyle karaya çıkan Yunan müfrezesine yerli Rumların gösterdiği taşkınlık öyle bir hâl aldı ki, Süleyman Fethi Bey, onların tekrar gemiye dönmeleri ve bir daha karaya asker çıkarmamaları için Dickson’a başvurdu. O da Yunan temsilcisi Mavrodis’ten karaya asker çıkarılmamasını istedi.
Yunanların hareketini işgalin başlangıcı olarak değerlendiren Süleyman Fethi Bey, durumu Harbiye Nezareti’ne yazıyla bildirdi. Fevzi Paşa, “Yunanların herhangi bir tecavüzüne karşı müdahale edilmesi ve durumun bütün yabancı devlet temsilcilerine bildirilmesi” emrini verdi. Ayrıca “askerî birliklerin ve memurların yerlerinden ayrılmamasını” istedi.
Averof zırhlısının İzmir’e gelmesi işgalin ön denemesiydi. Nabız yoklaması yapan Yunanlar en sert cevabı Süleyman Fethi Bey’den almışlardı. Karaya çıkmak isteyen askerleri geri gönderen ve taşkınlıklarına göz yummayan bu kahraman Türk subayı, artık mimlenmiştir.
Nureddin Paşa’nın 17. Kolordu Komutanlığından ayrılmasından sonra Süleyman Fethi Bey, 24 Şubat-29 Nisan 1919 tarihlerinde Kolordu Komutan Vekilliği yaptı. Rumların ve Anadolu’da teşkilatlanmak isteyen Yunan Kızılhaç’ının faaliyetlerine karşı çıktı. Merkezi İstanbul’da bulunan Kordus ile Etnik-i Eterya cemiyetlerinin en büyük amacı, Yunanistan’dan gönderilen çete ve komitelerin uygun yerlere sevkini sağlamaktı. Yunan Kızılhaç’ı tarafından açılan hastane ve dispanserler sevkler için kullanılan birer merkeze dönüştürülmüştü.
Tek başına direniş
Süleyman Fethi Bey 5 Mart 1919’da Harbiye Nezareti’ne gönderdiği raporda “Umum Söke kazasının yerli Rumlarından adalara kaçanlar 791 kişi olup şimdiye kadar 622’si silahlı olarak dönmüşlerdir. Bu miktara ordudan terhis olmuş genç Rumlar ile köylerde kalanlar da dâhildir. Düşmanla beraber hareket edenlerin sayısı 1000 kişiye ulaşmaktadır” demektedir.
Bu sıralarda İzmir, Ayvalık ve Kuşadası’na Rum çetelerinin taarruzları eksik olmuyordu. Ayvalık’a gelen bir Yunan torpidosundaki askerle adalardan gelen Rumlar Ayvalık hapishanesini tahliye etmişlerdi. Benzer olaylar üzerine Rumların oturduğu mahalle Harbiye Nezareti’nden kâfi miktarda jandarma gönderilmesi istendi. Ayvalık’taki Yunan Kızılhaç efradından 5 şahsın vazife yapmakta olan polis müfrezesine ateş etmeleri üzerine yakalandıkları, daha sonra olay yerine gelen Kızılhaç doktoruna iade edildikleri Harbiye Nezareti’ne bildirilmiştir. Ayrıca 3 Nisan 1919’da Dâhiliye ve Hariciye nezaretlerine gönderilen raporda Bornova ve Urla’da asayişsizliklere sebep olan Rumların ve bunları destekleyen Yunan Kızılhaç’ının tahriklerine mani olunması talep edilmişti.
İzmir’e vali olarak atanan İzzet Bey ile 17. Kolordu Komutanlığı’na getirilen Ali Nadir Paşa işgalden önce hiçbir tedbir almamışlardı. Ali Nadir Paşa emir almadıkça harekete kalkışacak karakterde biri değildi. Nitekim Süleyman Fethi Bey, Paşa’ya, “İzmir’in belki yabancılar tarafından işgal edilebileceğini, hükümetten emir gelmediği takdirde işgale karşı nasıl hareket edeceğini” sorduğu zaman “Orasını hiç düşünmedim” demişti. Cevaptan memnun kalmayan Fethi Bey, “İşgal vaki olduktan sonra mı düşüneceksin?” diye çıkışınca Nadir Paşa, “Ne zaman lazım gelirse o zaman düşüneceğim” diye terslemişti. “Hımbıl” lakaplı İzzet Bey de Damat Ferid Paşa kabinesinin İngiliz yanlısı siyasetini destekliyordu.
Paris Barış Konferansı’nda Lloyd George’un çabaları sonucunda 6 Mayıs 1919’da Yunan kuvvetlerinin İzmir’e çıkmasına karar verildi. Fethi Bey’in işgale silahla mukabele edilmesi için Ali Nadir Paşa’ya yaptığı müracaat sonuçsuz kaldı.
İzmir’in ileri gelenleri işgale karşı İzmir Türk Ocağı’nın Kemeraltı’ndaki merkezinde toplandılar. Toplantıya sivil kıyafetle katılan Süleyman Fethi Bey dikkat çekiyordu. İzmirli vatanseverler heyecanlı bir şekilde işgale karşı çıkılacağını dile getirdiler ve protesto amacıyla bir miting yapılmasına karar verdiler. 14 Mayıs 1919’da İngiliz
Amirali Calthrope, İzmir’in işgali ile ilgili notayı İzzet Bey ile Ali Nadir Paşa’ya verdi. Aynı gün Redd-i İlhak Cemiyeti bir bildiri yayınladı. Ragıb Nureddin’in kaleme aldığı bildiride İzmir halkı işgale direnmeye çağrılıyordu.
14 Mayıs’ı 15’ine bağlayan gece Bahri Baba Parkı’nda büyük bir miting düzenlendi. Başta Cami Bey ve Şevki Bey olmak üzere Süleyman Fethi Bey de bir konuşma yaptı. Fethi Bey konuşmasında işgale karşı her türlü direnişin gösterileceğini söyledikten sonra sözlerini, “Yemin ediniz, düşmanlar Türklerin istiklâl ve hayat hakkını tanıyana kadar hiçbir zulüm, hiçbir çile, hiçbir meşakkat önünden kaçmayacağız” diye bitirdi.
Süleyman Fethi Bey işgalden bir gün önce Harbiye Nazırıyla makine başında hemen konuşmak istediğini söyledi. Nazır Şakir Paşa, yanında Fevzi Paşa (Çakmak) ve Ahmed Fevzi Paşa ile beraber nezarete geldiler. Süleyman Fethi Bey “Paşam, İzmir Limanı’na girip demirleyen İtilaf donanmasından Amiral Calthrope ateşkesin 7. maddesine göre İzmir’deki istihkâmların teslimini istedi. Karaburun’dan gelen haberlere göre körfez dışında asker dolu birçok Yunan nakliye gemisi bekliyor. İstihkâmları biz verir vermez Yunanlar işgal edecekler. Halk galeyan halindedir. Müsaade ederseniz bu isteği reddederek elimizdeki kuvvetlerle İzmir’i müdafaa edeceğiz. Kuvvetimiz buna elverişlidir” diyordu.
Şakir Paşa notu okur okumaz yanındakilere “Haydi evlatlar, Allah muvaffakiyet versin” diye seslendi ama söylediklerini kâğıda dökmeye gelince Mondros’un 7. maddesi üzerinde anlaşmazlık çıktı. Neticede Şakir Paşa kederli ve üzüntülü bir biçimde İzmir’e, “Amiral Calthrope’un talebini yerine getiriniz. Ben Bâbıâli’ye gidiyorum, lazım gelen teşebbüste bulunacağım” şeklinde bir cevap gönderdi.
Kur’an’ı ayaklarıyla çiğnedilerİşgal Süleyman Fethi Bey’in bütün çabalarına rağmen engellenemedi. Ali Nadir Paşa bütün subayları evlerinden çağırarak Sarıkışla’da toplamaya başladı. Süleyman Fethi Bey, bu emre şiddetle karşı çıktı. İşgale direnilmesi için Paşa ile tartışarak kendisinden istenenleri asla yerine getiremeyeceğini söyledi.
15 Mayıs 1919’da Yenikale’den içeriye giren nakliye gemileri karaya asker çıkarmaya başladılar. İzmir Rum Metropoliti ve rahipler diz çökmüş halde gözyaşlarıyla, ilahiler söyleyerek Yunan bayrağını öpüyorlardı. Metropolit Hristostomos arkasında bir grup papazla Yunan İşgal Kumandanı Albay Zafiru’ya “Hoş geldiniz” dedi. Sevinç ve gözyaşları içinde gelenleri takdis etti ve Yunan askerlerini Türklerin aleyhine kışkırtan bir konuşma yaptı.
İşgal kuvvetleri saat kulesinin önündeki kışla ve hükümet konağını ele geçirmek için iki kola ayrıldı, sonra kışlaya ateş açtılar. Birkaç er şehit oldu. Bütün Türk subay ve askerleri İzmir’in askerî merkezi Sarıkışla’da toplanmıştı. Subaylara işgal sabahı Süleyman Fethi Bey de katıldı.
15 Mayıs sabahı Karantina semtinde evinden çıkıp vazifesine gitmek için hazırlanıyordu. Eşi Fatma Latife Hanım, böyle bir günde Sarıkışla’ya gitmemesini ve bir süre evinde kalıp durumu değerlendirmesini rica etti. Fethi Bey eşine, “Ben askerim! İşime böyle bir günde gitmezsem başka ne zaman gideceğim?” deyip kışlaya gitti.
Sarıkışla’da 250 kişiden ibaret subay ve asker, silahsız bir halde işgalin gerektirdiği muamelelerle meşguldü. Bir taraftan dairelerdeki önemli evrak ve eşya toplanmakta, bir taraftan da maaş dağıtılmaktaydı. Teslim olmaları istendiğinde Ali Nadir Paşa sırığa bağlanmış beyaz bayrağı eline alarak Yarbay Hürrem Bey ile Erkân-ı Harb Reisi Abdülhamid Bey ve askerlerle Sarıkışla’nın Konak Meydanı’na açılan kapısından çıktı.
Bundan sonra kışla içerisinde subaylarımız süngü ve dipçik darbeleri altında üstleri aranarak, üzerlerinde bulunan para, saat, yüzük, sigara tabakası ve mendil gibi malzeme gasp ve yağma edildi. Kalpakları alınarak yırtıldı, çiğnendi ve bir kısmı da süngülere takıldı.
Yunan askerleri en ağır sözlerle hakarete başladılar. Subayların rütbeleri söküldü. Kafile zorla “Zito Venizelos” (Yaşasın Venizelos) diye bağırtıldı. Yerli Rumlar da iştirak etti.
Yunan askerleri sille tokat ve küfürler ederek Ali Nadir Paşa’nın şakağına tabancayı dayadılar. Paşa hakaretlere uğradı fakat susup boyun eğdi. Müfreze Komutanı üstleri aranan subay ve erlerden “Zito Venizelos” diye bağırmalarını istiyordu.
Paşa’nın arkasında duran Süleyman Fethi Bey bu zillete zor dayanmakta ve hudutsuz bir izzet-i nefis yarasıyla dişini sıkarak bakmaktaydı. Zaten Yunanların ilk girişimlerine mani olduğu için mimlenmiş ve orada birkaç yerli Rum tarafından Yunan subaylarına gösterilmişti.
Nihayet Sarıkışla’da Kur’an-ı Kerim okurken hücuma maruz kaldı ve bir Yunan zabiti ayaklarıyla elinden düşen kutsal kitabımızı çiğneme cüretini gösterdi. Kahraman Albay, Yunan zabitin yüzüne şiddetli bir sille attı ve şehadete giden yolda ilk süngüsünü omzundan yedi. Ardından yarasından akan kanlara aldırmaksızın Kur’an’ı yerden aldı ve gözyaşlarıyla ıslatarak öpüp başına koydu.
Bu sırada etrafını saran 20 kadar Yunan askerinin ikinci hücumuna maruz kaldı. Ellerini havaya kaldırmasını emrettiklerinde cevabı, “Ben bir komutan ve albayım. Amirimden başkasından emir almam ve kendimi muayene ettiremem” oldu. Buna verilen karşılık yine süngü darbeleriydi.
Yunan Müfreze Komutanı, kendisine boyun eğmeyen bu Türk subayının bakışındaki ateşle sarsılıyor ve hiddetle, “Çıkar kalpağını!” diye bağırıyordu. Bütün baskılara rağmen Fethi Bey, “Ordumun ve milletimin şerefini temsil eden o kalpak, ancak başım boynumdan ayrıldıktan sonra çıkar” diye karşı geldi. Bu cevapla üçüncü bir yara daha aldıktan sonra “Üniformaları
nı çıkar” denildi. O bir Tük subayına yakışacak şekilde, “Bu üniformayı bana padişahım verdi. Onu ancak onun emri çıkarttırır” dedi. Bunun üzerine Yunan askerleri üniformasını parçalamaya çalışmış ve belinden çıkardıkları kayışla kafasını birkaç yerinden yaralamışlardı.
Boyun eğmedikçe üzerine gidiyor, “Zito Venizelos” diye bağırmaya zorluyorlardı. Reddettikçe yeni bir süngü darbesi alıyordu. Müfreze Komutanı sonunda emir verdi: “Öldürün”. Yunan askerleri onu süngü ve dipçik darbeleri altında Kordon’a götürdüler. Sekizinci süngü yarasını aldığı sırada “Allah’ım, sen Müslümanları bunlardan kurtar” deyip yere yığıldı.
Müdahale eden Amerikalı ve İtalyan subaylar cinayetin tamamlanmasına izin vermediler. Başta Fethi Bey olmak üzere Sarıkışla’daki subay ve askerlerin bir kısmı Patris vapuruna, bir kısmı da Averof zırhlısına sevk edildi. Üzerlerine ateş açıldı, bazıları şehit oldu. Süleyman Fethi Bey’in de aralarında bulunduğu 20 kişi ağır yaralanmış, 27 kişinin ise akibetleri meçhul kalmıştır.
Sancağa sarılarak ölmek istediSüleyman Fethi Bey yaralara rağmen hayattaydı. İtalyanların yardımıyla Rum Hastanesine kaldırıldı ve bir koğuşa yatırıldı. Haber alan arkadaşı Karşıyakalı Süreyya Bey (İplikçi) hastaneye koştu. Arkadaşını görünce gözyaşları içinde haçı ve Yunan bayrağını göstererek “Ben bunların arasında mı öleceğim?” dedi. Süreyya Bey başhekimle konuşarak izin aldı ve Yunan bayrağı yerine Türk sancağını koyup haçı indirdi. Fethi Bey, bayrağı görünce gülümseyerek “Allah’ım, sana şükürler olsun” sözleriyle ruhunu teslim etti. Takvim 23 Mayıs 1919’u gösteriyordu.
Naaşı dostu Ali Şefik Bey’in Küçük Fettah Sokağı’ndaki evine getirildi. Cenaze töreni düzenlendi ve Emir Buhari Tekkesi Haziresi’ne defnedildi.
O şehit edilmişti fakat milletin bağımsızlığını koruma ve vatanını kurtarma azmi şahlanmıştı. Bu olayla başlayan Millî Mücadele, Türk ordusunun 9 Eylül 1922’de sancağı hükümet konağına çekmesiyle sona erecekti.
Dönemin tanınmış şahsiyetlerinden çoğu Fethi Bey’i hayırla yâd etmişlerdir. Celal Bey (Bayar) onun herkesin takdirini kazanan faziletli bir subay olduğunu söylemiş, Fahrettin Paşa (Altay) kibar bir şeyhin vatanperver oğlu olduğundan bahsetmiştir. Yahya Galib Bey Hicaz’da birlikte bulunduğu Süleyman Fethi Bey’in dindar, vatansever ve muhterem bir insan olduğunu övgüyle anlatmaktadır.
BMM’de 13 Eylül 1922 günü Mustafa Necati Bey (Uğural), ailesine taziye telgrafı gönderilmesi talebinde bulunur. Erzurum Mebusu Nusret Efendi ruhu için Fatiha okunmasını ister. Kırşehir Mebusu Yahya Galib (Kargı), “dindar ve muhterem bir Müslüman” diye nitelendirdiği Fethi Bey’in namus, din ve bayrak uğrunda canını seve seve verdiğini söyleyerek medeniyetin ona yapılan hakarete göz yumduğunu haykırır. 25 Eylül 1922’de İzmir’e abidesinin dikilmesi önergesi de Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Vekâleti’ne gönderilir. Ne tuhaftır ki, onun adına dikilemeyen heykel, Hasan Tahsin adına dikilecektir.
Ne yazık ki Süleyman Fethi Bey’in naaşı başka, mezar taşı bir başka yerdedir. Bu kahraman subayımıza yeteri kadar kıymet vermediğimiz ortada. Özellikle Agora Müzesi’nde bulunan mezar şahidesinin bakımsızlıktan 19 parçaya ayrılmış olması tam bir skandal.
Onun gösterdiği asil davranış sonraki dönemde unutturulmaya çalışılmıştır. İzmir’deki görevi dahi yanlış verilmiş; 15 Mayıs 1919’da ölmüş gibi gösterilmiştir. Birkaç kaynak dışında ölüm tarihi verilmemiş, verenler de yanlış vermiştir. Kitaplar ve ansiklopediler onun hakkında yanlış ve eksik bilgilerle dolu.
Peki İzmir’in işgali konuşulurken isminin bilinmemesi bir tesadüf mü? Yoksa burada bir kasıt mı var?
Kur’an okuyan, Yunan dipçikleri altında bile “Yaşasın Müslümanlık” diye bağıran ve padişahın giydirdiği üniformayı ölümü pahasına çıkarmayı reddeden birini kahraman ilan etmek bir dönemin zihniyetine ters gelmiş olmalı. Onun yerine Sabetayist bir İttihat ve Terakki taraftarının heykelini dikmekten bahtiyarlık duymuş olmalılar!
İnanıyoruz ki, bir gün uğruna şehadeti göze aldığı ülkesi ona vefasını gösterecektir. İzmir’e yapılacak bir abideyle işe başlayabiliriz mesela.