İpin ucunda bir garip demokrasi
MERHUM ALİ NEZİH UZEL
Şaşkın bir siyasî organın gayrimeşru hareketi ile idama mahkum edilen Menderes’i Türk kamuoyu hiçbir zaman mahkum etmedi. O, tarihe şerefli bir başbakan olarak geçti. Ve öyle kaldı. 50 yıl sonra adı hâlâ anılıyorsa, işin sırrı buradadır.
İstanbul'da Dolmabahçe'de Bezm-i alem Valide Sultan Camii ile Dolmabahçe Sarayı arasındaki rıhtım insan kaynıyordu. Askerler, siviller, avukatlar, tutuklu yakınları, Yassıada'da bir süredir devam etmekte olan özel İhtilal Mahkemesi'nde tanık sıfatı ile dinlenecek her sınıftan vatandaş, rıhtıma bağlı Fenerbahçe veya Dolmabahçe vapurunun hareket saatini bekliyordu.
Vapur hareket etti, suları yararak hızla Sarayburnu'na doğruldu. Geminin iki yanında dehşetli iki hücumbot, aynı sürat ve seri hareketlerle gemiye refakat ediyordu. Hücumbotların silahları gemiye dönüktü. Az sonra gemi Yassıada'ya ulaştı. Yolcular bir bir indirildiler. Dar bir yoldan ilerlediler. Yolun iki tarafında silahlarını üzerlerine çevirmiş nöbetçilerin arasından geçerek, mahkeme salonu haline getirilmiş spor salonuna girdiler. Herkes yerini aldı. Gazetecilere savcıların sağ tarafında bir yer gösterilmişti.
Mahkeme salonu hıncahınç doluydu. Saatler 8.30'u gösterdiğinde mırıltılar kesildi, hüzünlü bir sessizlik kapladı ortalığı. Kulaktan kulağa esrarlı bir kelime yayıldı: “Geliyorlar!" Herkesin gözü salonun köşesindeki büyük kapıya doğruldu. Gelenler tek sıra halinde, ağır ve tekinli adımlarla ilerliyorlardı. En önde yer alan birkaç kişi salonun ortasına kadar gelmişti bile. Bunların ilki Celal Bayar'dı. Hemen arkasında Adnan Menderes yürüyordu. Sonra sırası ile Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve son Menderes Hükümeti'nin tüm üyeleri dizilmişlerdi. Celal Bayar'ın üzerinde koyu gri bir kostüm, Menderes'in üzerinde ise kahverengi bir takım vardı. Menderes zayıftı, elbise üzerinden düşüyordu.
Salonun tam ortasına gelen Celal Bayar sola dönerek en öndeki iskemlelerin en başına oturdu. Onu Menderes takip etti. Sonra “sabık ve sakıt" bakanlar, milletvekilleri ve o gün görülecek davaya katılan ilgililer ile bazı bürokratlar…
Yarım saate yakın süren yerleşme sona erdikten sonra yargıçların tarafında büyük bir kapı açıldı ve siyah cübbeli, kırmızı yakalıklı, geniş kolluklu dehşetengiz hakimler yine sıra ile salona girerek yerlerine oturdular. Önlerine konmuş dosyaları karıştırmaya başladılar. Salonda bir süre kağıt hışırtısı duyuldu. Az sonra bir ses yükseldi: “Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerini aldılar."
Bu ses, Yassıada mahkemelerinin, adı Türk adliye tarihine geçmiş ünlü yargıcı Salim Başol'a aitti. Başol, ihtilalciler tarafından ülkenin en ünlü hukukçuları arasından özenle seçilmiş bir heyetin başkanıydı. Bu mahkemenin kalabalık savcı kadrosunun başında bulunan kişi de Başsavcı Ömer Altay Egesel'di. Avukat ordusu gazetecilerin bulunduğu tarafın önündeydi.
Yassıada'nın dikensiz gül bahçesi
Manzaranın dehşetinden hepimiz donmuş kalmıştık. Ülkeyi 10 yıl yöneten ve Türkiye'de rejim farklarına yol açan bir siyasi iktidar, neredeyse tamamına yakın bir kadro ile yargıçların karşısına dizilmişti. Siyasetin adliye ile buluştuğu bir zaman biriminin içine girmiştik. Bu tarihten az bir zaman önce bu ülkede kimse böyle bir sonucu hayal dahi edemezdi. Başbakan Menderes eski meclis tartışmalarından birinde muhalefetten şikayet ederek, “Dikensiz gül bahçesi istiyorum" demişti. İşte şimdi “dikensiz gül bahçesi" karşısındaydı. Ama hakimlerin karşısında…
Yassıada mahkemeleri uzun sürdü. Duruşmalar her akşam belli saatte radyolardan canlı olarak verildi. Henüz televizyona kavuşmamış olan Türkiye, her akşam radyo başına kilitlenerek bu mahkemenin gidişatını izledi. Darbeciler adliyeyi kullanarak yaptıkları işin doğru olduğunu kanıtlamak için hiçbir ayrıntıyı eksik bırakmadılar. Kamuoyunu yıllarca meşgul edecek biçimde yapay davalar uydurdular. Bu davalar Türk kamuoyunu tatmin etmedi, “köpek davası, bebek davası" olarak anıldı, bazıları ise alay konusu oldu. Rahmetli şehit Başbakan Menderes'in dolabından çıkan bir kadın çamaşırını başsavcı Egesel'in elinde sallayarak mahkemeye ibrazı uzun yıllar belleklerden çıkmadı. Bu resim, mahkeme sürecini yakından izleyen Batı basınında, ünlü Fransız Paris Match dergisinde de yer aldı.
Mahkemeye gittiğimiz her gün kulaktan kulağa inanılmaz fısıltılar yayılırdı. Söylentiler hemen her zaman koğuşlarda yapılan zulümlerle ilgiliydi. Örneğin kısa boylu ve kısa kollu bir bakan olan Emin Kalafat elleri arkasından kelepçeli olarak bir gece sabaha kadar inletilmişti. Menderes hastalanmış, kendisine ilaç verilmemişti. Celal Bayar açlık grevi yapmış, ilgilenen olmamıştı. Ada kumandanı Tarık Güryay hakkında anlatılanlar gündemin ön sıralarında yer alıyordu. Güryay'ın yapılan işkencelerde bizzat bulunduğu pek sık dillerde dolaşırdı.
Örtülü ödenek fırtınaya tutulunca…
Mahkemede “devlet sırrı" diye bir şey kalmamıştı. Kamu güvenliğini ilgilendiren her konu adlî bir kararlılıkta ortaya dökülüyor, milli güvenlik adına gizli kalması gereken her konu açığa çıkarılıyordu. Ortada devlet ciddiyeti ve siyasi terbiyeden eser kalmamıştı. Bu durum özellikle örtülü ödenek davasında belirgindi. Başbakanların devlet güvenliği adına kullanımlarına verilen ve isminden de anlaşılacağı gibi ne zaman, nerede, nereye kullanıldığının sorulmaması gereken “örtülü ödenek" kavramının üzerindeki “ödenek" kelimesi, fırtınaya tutulmuş pazarcı tentesi gibi uçup gitmişti. Tüm hukuki pejmürdeliğine rağmen Türk siyasi tarihinin ünlü “Yassıada mahkemeleri" yine de disiplinliydi. Duruşmalarda sanıkların uygun kıyafet giymeleri, düzgün oturmaları, bacak bacak üstüne atmamaları, tespih çekmemeleri gerekiyordu. Bunu yapan, mahkeme heyetinden derhal ihtar alırdı. Saatler süren iddianamelerin okunuşu sırasında oturduğu yerde yorgun düşen Cumhurbaşkanı yaşlı Celal Bayar, bir ara sol kolunu hemen yanında bulunan bariyerin üzerine koymuştu. Reis Salim Başol, kürsüden bağırdı: “Kolunuzu oradan çekin!"
Bir sabah duruşmaların başladığı saatte ilk söz, sanık müdafilerinden yaşlı bir avukata verilmişti. Avukat yerinden doğrularak lafa başladı. Kürsüden Başol'un sesi duyuldu: “Avukat bey, cübbenizi giyiniz." Avukat şaşırdı, sözünü yarıda kesti. Gerçekten avukatların duruşma salonuna girerken giymeleri gereken ince kumaştan yapılmış siyah cübbe çantadan çıktığı biçimde katlı halde sıranın üzerinde duruyordu. Yaşlı avukat cübbeyi açmaya çalıştı. Önce sağ kolunu uzattı, kol bir türlü cübbenin yenini bulamıyordu. Sonra sol kolunu denedi, onu da beceremedi. Uğraşı devam ediyor, tam açılamayan cübbe giyilemiyordu. Bir ara her şey karıştı; cübbenin kolları, yakası, eteği, sırtı ve avukat bey dertop oldular. Avukat ve cübbe düğümlenmişti sanki. Mücadele sürüyor ama sonuç alınamıyordu. Gülüşmeler başladı. Hakimler de gülüyorlardı. Sonunda düğüm çözüldü ve avukat, cübbesini giyerek kaldığı yerden konuşmasına devam etti.
Yassıada mahkemelerinin devamı sürecinde ben Sultanahmet'te Yüksek Ticaret Mektebi'nde okuyordum. Sonradan Ticari ve İktisadi İlimler Akademisi adını alan bu okulun Marmara Denizi tarafında büyük bir amfi vardı. Arka pencereden de Yassıda görünürdü. Bir gün derste ayağa kalktım ve adayı işaret ederek hukuk hocası rahmetli Reşat Kaynar'a şu soruyu sordum: “Hocam, bu mahkemeden beraat etmek mümkün mü?" Hoca şaşırdı, çekingen bir tavırla, “Elbette mümkündür, neden olmasın?" dedi. “O zaman darbeciler 'Biz hata etmişiz. Gidin Ankara'ya, yerinize oturun' derler mi? Darbe zaten verilmiş ve infaz edilmiş bir mahkumiyet kararı değil midir?" dedim. Bunun üzerine salonu bir sessizlik kapladı. Herkes donup kalmıştı. Ticaret Mektebi'nin “deli" lakaplı ünlü hukuk hocası Reşat Kaynar renkten renge giriyordu. Bir ses duyuldu: “Otur yerine! Salonda polisler var."
Şaşkın bir siyasi organın gayrimeşru hareketi
Yassıada mahkemeleri bir süre sonra sona erdi. Darbenin siyasi organı, 20'ye yakın idam kararından 3'ünü onayladı: Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan. Bir sabah Yassıada'dan ayrılan Deniz Kuvvetleri'ne ait bir hücumbot her 3'ünü de az ilerdeki İmralı Adası'na götürdü. Burada sağlık kontrolünden geçirildiler. Menderes'i muayene eden Cerrahpaşa (veya Çapa Tıp Fakültesi) profesörlerinden Sedat Tavat rapor verdi: “Bir şeyi yok. Asabilirsiniz."
Ve Menderes asıldı. Türk tarihinde Genç Osman ve III. Selim gibi başını vererek şehadet şerbeti içen halk önderlerinden biri oldu. Hataları elbette vardı. Ama bunlar yine demokratik yoldan çözülebilecek hatalardı. Kendisinden sonra gelenler daha büyük hatalar işledikleri halde Menderes'in akıbetinden derin yeise kapılan Türk kamuoyunda geniş bir hoşgörüye kavuştular.
Şaşkın bir siyasi organın gayrimeşru hareketi ile idama mahkum edilen Menderes'i Türk kamuoyu hiçbir zaman mahkûm etmedi. O, tarihe şerefli bir başbakan olarak geçti. Ve öyle kaldı. 50 yıl sonra adı hâlâ anılıyorsa, işin sırrı buradadır.
İdamın hayatta kalan sorumluları
Mahkemelerin üzerinden bir hayli zaman geçmişti. Bir gün Boğaz'da Emirgan bahçesinde Üsküdar Özbekler Tekkesi son şeyhi Necmeddin Efendi ile çay içiyorduk. Gözüm gerilerde bir yerde, duvar kenarında nargile tüttüren birine takıldı. Bu adamı bir yerden tanıyordum. Dikkatli bakınca o ünlü yargıcı fark ettim. Menderes'i idama mahkum eden Salim Başol duvar kenarına büzülmüş, donuk gözlerle, sessizce nargile içiyordu. Yanında kimse yoktu. Özbek şeyhi ile bakıştık. Şeyh kolumdan tuttu, bir delilik yapacağımdan korkmuştu. Koca bir ulusun her akşam duyarak ezberlediği, yıllarca kulaklardan silinmeyen meşhur “Sanıklar getirildiler, bağlı olmayarak..." cümlesi o anda tüm benliğimde çın çın ötüyordu.
Yassıada'nın gaddar kumandanı Tarık Güryay ise yaşlılığında Kadıköy'de oturur, akşamları tek başına sahile inerek vapur iskelesinin yanındaki parkta vakit geçirirdi. Onun da yanında kimse yoktu. Herkes kendisini tanır, uzaktan parmakla göstererek “İşte o, yine geldi" derlerdi. Güryay bu geliş gidişlerin birinde yolda kazılmış bir çukura düştü. Buldular ve evine götürdüler. Ölümü bu yüzden oldu denir.
Vapur hareket etti, suları yararak hızla Sarayburnu'na doğruldu. Geminin iki yanında dehşetli iki hücumbot, aynı sürat ve seri hareketlerle gemiye refakat ediyordu. Hücumbotların silahları gemiye dönüktü. Az sonra gemi Yassıada'ya ulaştı. Yolcular bir bir indirildiler. Dar bir yoldan ilerlediler. Yolun iki tarafında silahlarını üzerlerine çevirmiş nöbetçilerin arasından geçerek, mahkeme salonu haline getirilmiş spor salonuna girdiler. Herkes yerini aldı. Gazetecilere savcıların sağ tarafında bir yer gösterilmişti.
Mahkeme salonu hıncahınç doluydu. Saatler 8.30'u gösterdiğinde mırıltılar kesildi, hüzünlü bir sessizlik kapladı ortalığı. Kulaktan kulağa esrarlı bir kelime yayıldı: “Geliyorlar!" Herkesin gözü salonun köşesindeki büyük kapıya doğruldu. Gelenler tek sıra halinde, ağır ve tekinli adımlarla ilerliyorlardı. En önde yer alan birkaç kişi salonun ortasına kadar gelmişti bile. Bunların ilki Celal Bayar'dı. Hemen arkasında Adnan Menderes yürüyordu. Sonra sırası ile Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve son Menderes Hükümeti'nin tüm üyeleri dizilmişlerdi. Celal Bayar'ın üzerinde koyu gri bir kostüm, Menderes'in üzerinde ise kahverengi bir takım vardı. Menderes zayıftı, elbise üzerinden düşüyordu.
Salonun tam ortasına gelen Celal Bayar sola dönerek en öndeki iskemlelerin en başına oturdu. Onu Menderes takip etti. Sonra “sabık ve sakıt" bakanlar, milletvekilleri ve o gün görülecek davaya katılan ilgililer ile bazı bürokratlar…
Yarım saate yakın süren yerleşme sona erdikten sonra yargıçların tarafında büyük bir kapı açıldı ve siyah cübbeli, kırmızı yakalıklı, geniş kolluklu dehşetengiz hakimler yine sıra ile salona girerek yerlerine oturdular. Önlerine konmuş dosyaları karıştırmaya başladılar. Salonda bir süre kağıt hışırtısı duyuldu. Az sonra bir ses yükseldi: “Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerini aldılar."
Bu ses, Yassıada mahkemelerinin, adı Türk adliye tarihine geçmiş ünlü yargıcı Salim Başol'a aitti. Başol, ihtilalciler tarafından ülkenin en ünlü hukukçuları arasından özenle seçilmiş bir heyetin başkanıydı. Bu mahkemenin kalabalık savcı kadrosunun başında bulunan kişi de Başsavcı Ömer Altay Egesel'di. Avukat ordusu gazetecilerin bulunduğu tarafın önündeydi.
Yassıada'nın dikensiz gül bahçesi
Manzaranın dehşetinden hepimiz donmuş kalmıştık. Ülkeyi 10 yıl yöneten ve Türkiye'de rejim farklarına yol açan bir siyasi iktidar, neredeyse tamamına yakın bir kadro ile yargıçların karşısına dizilmişti. Siyasetin adliye ile buluştuğu bir zaman biriminin içine girmiştik. Bu tarihten az bir zaman önce bu ülkede kimse böyle bir sonucu hayal dahi edemezdi. Başbakan Menderes eski meclis tartışmalarından birinde muhalefetten şikayet ederek, “Dikensiz gül bahçesi istiyorum" demişti. İşte şimdi “dikensiz gül bahçesi" karşısındaydı. Ama hakimlerin karşısında…
Yassıada mahkemeleri uzun sürdü. Duruşmalar her akşam belli saatte radyolardan canlı olarak verildi. Henüz televizyona kavuşmamış olan Türkiye, her akşam radyo başına kilitlenerek bu mahkemenin gidişatını izledi. Darbeciler adliyeyi kullanarak yaptıkları işin doğru olduğunu kanıtlamak için hiçbir ayrıntıyı eksik bırakmadılar. Kamuoyunu yıllarca meşgul edecek biçimde yapay davalar uydurdular. Bu davalar Türk kamuoyunu tatmin etmedi, “köpek davası, bebek davası" olarak anıldı, bazıları ise alay konusu oldu. Rahmetli şehit Başbakan Menderes'in dolabından çıkan bir kadın çamaşırını başsavcı Egesel'in elinde sallayarak mahkemeye ibrazı uzun yıllar belleklerden çıkmadı. Bu resim, mahkeme sürecini yakından izleyen Batı basınında, ünlü Fransız Paris Match dergisinde de yer aldı.
Mahkemeye gittiğimiz her gün kulaktan kulağa inanılmaz fısıltılar yayılırdı. Söylentiler hemen her zaman koğuşlarda yapılan zulümlerle ilgiliydi. Örneğin kısa boylu ve kısa kollu bir bakan olan Emin Kalafat elleri arkasından kelepçeli olarak bir gece sabaha kadar inletilmişti. Menderes hastalanmış, kendisine ilaç verilmemişti. Celal Bayar açlık grevi yapmış, ilgilenen olmamıştı. Ada kumandanı Tarık Güryay hakkında anlatılanlar gündemin ön sıralarında yer alıyordu. Güryay'ın yapılan işkencelerde bizzat bulunduğu pek sık dillerde dolaşırdı.
Örtülü ödenek fırtınaya tutulunca…
Mahkemede “devlet sırrı" diye bir şey kalmamıştı. Kamu güvenliğini ilgilendiren her konu adlî bir kararlılıkta ortaya dökülüyor, milli güvenlik adına gizli kalması gereken her konu açığa çıkarılıyordu. Ortada devlet ciddiyeti ve siyasi terbiyeden eser kalmamıştı. Bu durum özellikle örtülü ödenek davasında belirgindi. Başbakanların devlet güvenliği adına kullanımlarına verilen ve isminden de anlaşılacağı gibi ne zaman, nerede, nereye kullanıldığının sorulmaması gereken “örtülü ödenek" kavramının üzerindeki “ödenek" kelimesi, fırtınaya tutulmuş pazarcı tentesi gibi uçup gitmişti. Tüm hukuki pejmürdeliğine rağmen Türk siyasi tarihinin ünlü “Yassıada mahkemeleri" yine de disiplinliydi. Duruşmalarda sanıkların uygun kıyafet giymeleri, düzgün oturmaları, bacak bacak üstüne atmamaları, tespih çekmemeleri gerekiyordu. Bunu yapan, mahkeme heyetinden derhal ihtar alırdı. Saatler süren iddianamelerin okunuşu sırasında oturduğu yerde yorgun düşen Cumhurbaşkanı yaşlı Celal Bayar, bir ara sol kolunu hemen yanında bulunan bariyerin üzerine koymuştu. Reis Salim Başol, kürsüden bağırdı: “Kolunuzu oradan çekin!"
Bir sabah duruşmaların başladığı saatte ilk söz, sanık müdafilerinden yaşlı bir avukata verilmişti. Avukat yerinden doğrularak lafa başladı. Kürsüden Başol'un sesi duyuldu: “Avukat bey, cübbenizi giyiniz." Avukat şaşırdı, sözünü yarıda kesti. Gerçekten avukatların duruşma salonuna girerken giymeleri gereken ince kumaştan yapılmış siyah cübbe çantadan çıktığı biçimde katlı halde sıranın üzerinde duruyordu. Yaşlı avukat cübbeyi açmaya çalıştı. Önce sağ kolunu uzattı, kol bir türlü cübbenin yenini bulamıyordu. Sonra sol kolunu denedi, onu da beceremedi. Uğraşı devam ediyor, tam açılamayan cübbe giyilemiyordu. Bir ara her şey karıştı; cübbenin kolları, yakası, eteği, sırtı ve avukat bey dertop oldular. Avukat ve cübbe düğümlenmişti sanki. Mücadele sürüyor ama sonuç alınamıyordu. Gülüşmeler başladı. Hakimler de gülüyorlardı. Sonunda düğüm çözüldü ve avukat, cübbesini giyerek kaldığı yerden konuşmasına devam etti.
Yassıada mahkemelerinin devamı sürecinde ben Sultanahmet'te Yüksek Ticaret Mektebi'nde okuyordum. Sonradan Ticari ve İktisadi İlimler Akademisi adını alan bu okulun Marmara Denizi tarafında büyük bir amfi vardı. Arka pencereden de Yassıda görünürdü. Bir gün derste ayağa kalktım ve adayı işaret ederek hukuk hocası rahmetli Reşat Kaynar'a şu soruyu sordum: “Hocam, bu mahkemeden beraat etmek mümkün mü?" Hoca şaşırdı, çekingen bir tavırla, “Elbette mümkündür, neden olmasın?" dedi. “O zaman darbeciler 'Biz hata etmişiz. Gidin Ankara'ya, yerinize oturun' derler mi? Darbe zaten verilmiş ve infaz edilmiş bir mahkumiyet kararı değil midir?" dedim. Bunun üzerine salonu bir sessizlik kapladı. Herkes donup kalmıştı. Ticaret Mektebi'nin “deli" lakaplı ünlü hukuk hocası Reşat Kaynar renkten renge giriyordu. Bir ses duyuldu: “Otur yerine! Salonda polisler var."
Şaşkın bir siyasi organın gayrimeşru hareketi
Yassıada mahkemeleri bir süre sonra sona erdi. Darbenin siyasi organı, 20'ye yakın idam kararından 3'ünü onayladı: Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan. Bir sabah Yassıada'dan ayrılan Deniz Kuvvetleri'ne ait bir hücumbot her 3'ünü de az ilerdeki İmralı Adası'na götürdü. Burada sağlık kontrolünden geçirildiler. Menderes'i muayene eden Cerrahpaşa (veya Çapa Tıp Fakültesi) profesörlerinden Sedat Tavat rapor verdi: “Bir şeyi yok. Asabilirsiniz."
Ve Menderes asıldı. Türk tarihinde Genç Osman ve III. Selim gibi başını vererek şehadet şerbeti içen halk önderlerinden biri oldu. Hataları elbette vardı. Ama bunlar yine demokratik yoldan çözülebilecek hatalardı. Kendisinden sonra gelenler daha büyük hatalar işledikleri halde Menderes'in akıbetinden derin yeise kapılan Türk kamuoyunda geniş bir hoşgörüye kavuştular.
Şaşkın bir siyasi organın gayrimeşru hareketi ile idama mahkum edilen Menderes'i Türk kamuoyu hiçbir zaman mahkûm etmedi. O, tarihe şerefli bir başbakan olarak geçti. Ve öyle kaldı. 50 yıl sonra adı hâlâ anılıyorsa, işin sırrı buradadır.
İdamın hayatta kalan sorumluları
Mahkemelerin üzerinden bir hayli zaman geçmişti. Bir gün Boğaz'da Emirgan bahçesinde Üsküdar Özbekler Tekkesi son şeyhi Necmeddin Efendi ile çay içiyorduk. Gözüm gerilerde bir yerde, duvar kenarında nargile tüttüren birine takıldı. Bu adamı bir yerden tanıyordum. Dikkatli bakınca o ünlü yargıcı fark ettim. Menderes'i idama mahkum eden Salim Başol duvar kenarına büzülmüş, donuk gözlerle, sessizce nargile içiyordu. Yanında kimse yoktu. Özbek şeyhi ile bakıştık. Şeyh kolumdan tuttu, bir delilik yapacağımdan korkmuştu. Koca bir ulusun her akşam duyarak ezberlediği, yıllarca kulaklardan silinmeyen meşhur “Sanıklar getirildiler, bağlı olmayarak..." cümlesi o anda tüm benliğimde çın çın ötüyordu.
Yassıada'nın gaddar kumandanı Tarık Güryay ise yaşlılığında Kadıköy'de oturur, akşamları tek başına sahile inerek vapur iskelesinin yanındaki parkta vakit geçirirdi. Onun da yanında kimse yoktu. Herkes kendisini tanır, uzaktan parmakla göstererek “İşte o, yine geldi" derlerdi. Güryay bu geliş gidişlerin birinde yolda kazılmış bir çukura düştü. Buldular ve evine götürdüler. Ölümü bu yüzden oldu denir.