İnsanlık tarihinin müstesna hâli: Osmanlı Şehri
Türkiye’nin yetiştirdiği ender fikir insanlarından ve projeleriyle üç kez Ağa Han Mimarlık Ödülü’nü alan Bilge Mimar Turgut Cansever’in (1920-2009) İslâm’da Şehir ve Mimari adlı kitabından iktibas ettiğimiz aşağıdaki metninden Osmanlı şehrinde nasıl kendine mahsus bir dünya kurulduğunu ve Batılı şehirlerden hangi noktada ayrıştığını öğreniyoruz.
Şehrin, Batı Avrupa an’anesinden tamamen farklı bir biçimde oluşumunun en belirgin örnekleri İslam şehirleridir. En parlak ve İslamî özelliği en üst düzeyde yansıtan şehirlerin de Osmanlı şehirleri olduğu söylenebilir.
Şehrin kalıcı ve değişmeye açık kısımlarını belirleyen ve bu düzeni yaratacak hukukî ve mahallî teşkilat gibi bir sosyal altyapıyı da vücuda getiren üst irade, şehir merkezinin oluşturduğu artı değerin ve bu bölgedeki işyeri yapımlarının sahipliğini de vakıflara tahsis ederek şehirlerde görülebilecek spekülatif kazanca yönelik sapmaları bertaraf etmiştir.
Bunun ötesinde teknik ve mimarlık sanatı alanında vücuda getirilen bir diğer altyapı sayılabilecek olan mahallî bölge şartlarından hareket edilerek geliştirilmiş mimarî çözümleri, yaygın ve her eve özel bir şahsiyet kazandırmaya imkân veren bir üstyapıyı ve bir standartlar düzenini de tesis ettikten sonra her ailenin, mimarın, mahallî ve aktüel gerçeğin ışığında nihaî mimarî çözümü her yapıya şahsiyet kazandıracak şekilde geliştirilmesi mümkün olmuştur.
Bu üst ve mahallî iradenin, evrensel olan ile ferdî, mahallî ve aktüel olanın zahirî tezadının insanlık tarihinde belki de benzeri olmayan çözümlemesi; her yapıya bir kimlik kazandırarak, her yapıyı bir tektonik olma vasfına ulaştırarak şehri, tektoniklerin tezyinî topluluğu olarak düzenleyen Osmanlı şehirlerinde gerçekleştirilmiştir. Osmanlı şehri insanlık tarihinin müstesna bir kültürel aşamasıdır.
Bu noktada öncelikle Rönesans’ta, insanın dünyayı anlamak için durduğu yerden karşısına bakması esas iken, hareketli kültürlerde, insanın bir nesneyi algılamak için o nesnenin etrafında dolaşması, ona her cepheden; üstten, alttan bakması, varlığı hareket eden insanın gözü ile algılaması, şehirlerin yapılanmasını düzenleyen iki farklı varlık telakkisi, şehre iki farklı nitelik kazandırmaktadır.
Hareket eden göz ile algılanan varlık telakkisinin en çarpıcı örnekleri, Asya steplerinin hareketli kültürlerinin aslî bir özelliği olan menhirler ve daha sonra da minareler, İran ve Orta Asya’nın renkli kubbeleri her yönden görmek için tasarlanmış tektoniklerdir. Bu noktada asır başında Walter Gropius’un, Bauhaus binasını tasarlar ve tanıtırken, yapıyı algılamak için yapıya her yönünden bakmak lazım geldiğini anlatan cümleleri, on asırlık Hıristiyan Ortaçağ, Rönesans ve Barok çağlarını yaşamış bir kültür açısından son derece önemliydi.
Hareket halindeki insanın ve var olan tektoniklerin, içinde yer aldıkları mekânın sonsuzluğunun kabulü de zarurîdir. Nitekim Allah’tan başka hiç kimsenin zaman ve mekândan münezzeh olmadığı şeklindeki İslamî varlık ve zaman-mekân telakkisinin zarurî neticesi olarak İslamî inanca göre, tektonikler ve insanlar bu iki temel kategorinin ve bunların oluşturduğu zaman-mekân bütünlüğünün içinde var olmaya mahkûmdurlar.
Sonsuzluk içinde var olan tektoniklerin bir arada bulunmaları ile oluşan, açık, üzerlerine ilaveler alabilen bütünlük biçimi; Osmanlı şehirlerinde bütünlüğünün biçimi belirlediği gibi bazen de bu bütünlüklerin mekân içinde yıldız kümesi gibi yerleşmelerine imkân veren yaradılışın yapısının kaçınılmaz ve uyulması zarurî olan düzenleme biçimidir.
Türkiye’de herkesin kolaylıkla hatırlayabileceği böyle bir örnek 19. asır başına kadarki İstanbul idi. Dârüssaâde, Eyüp, Galata, Üsküdar, Boğaz köyleri, Anadolu ve Rumeli yakası yerleşmelerinin oluşturduğu “Yıldız Kümesi” biçimindeki İstanbul, geç Ortaçağ’ın mükemmel metropolü idi.
Hayatın Boğaz, Haliç, Marmara su hattı üzerinde geçtiği sırada birbirinden uzun mesafeler ile ayrı duran ve her biri kendi başına yaşayabilen varlıklar olan bu yerleşmelerin arasında dolaşmak, kâinatta bir yıldızlar arası seyahat gibiydi.