İngiltere’nin gözüyle Kût yenilgisi
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’nda en fazla cephede varoluş mücadelesi verdiğini hatırlamak, birbirini izleyen Çanakkale ve Kûtu’l-Amâre zaferlerini bu büyük mücadele tarihi içindeki doğru yerine oturtmak için Derin Tarih'in fedakar ve vefalı çalışmalarından biri olarak vatan borcu bilinciyle dergide yerini aldı.
Galiplerin anlatımının 100 yıl sonra dahi baskın çıkması, Osmanlıları doğru kavramamızı engelliyor. Baskın İngiliz tarih anlatımı, Çanakkale örneğinde sıkça rastlanıldığı gibi, Osmanlıların Kûtu’l-Amâre zaferi hususunda da gözden kaçırılmaması gereken eksiklik, saptırma ve izahat boşluklarıyla maluldür. Bu bakımdan Kûtu’l-Amâre zaferinin tarihimizdeki yerinin hakkıyla kavranabilmesi, nasıl ve niçin cereyan ettiğinin anlaşılabilmesi için öncelikle Kût’u 1. Dünya Savaşı bağlamındaki doğru yerine oturtmak, ardında duran ana oluşumları doğru tahlil etmek gereklidir.
Ne var ki, galiplerin anlatısı hemen hiç gözden geçirilmeksizin nesilden nesile aktarılmış, bir kere baskın çıkan hep baskın kalmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun modern dünyayı doğurmuş bu savaştaki yerini gerçekten doğru teşhis etme yönünde bir istekliliğin olmaması, bu metodolojiden uzak, yanlış ve yanlı anlatının iyice yerleşmesine yol açmış bulunuyor. Bu yüzdendir ki, şimdi tam bir asır sonra dahi galipler ne derse ona inanmamız bekleniyor. Daha da kötüsü, ülkemizde de çoğunluk bu anlatıma inanıyor.
İngiliz tarih yazımına göre, Mezopotamya’daki şartlar “Çanakkale için de geçerli olduğu üzere” anlatılabilecek gibi değildir. Kûtu’l-Amâre yenilgisinde son derece sıcak ve kuru bir iklim, sivrisinekler ve diğer zararlı mahlûkatın varlığı hastalıktan ölümleri arttırmış, bu berbat şartlar altında zaten iyi eğitim verilememiş birlikler hiçbir zaman tam mevcutlarına ulaşamamış, bütün bu etkenler bir araya gelerek yenilgiyi ortaya çıkartmıştır. Kuşkusuz bu berbat şartlar muzaffer Osmanlı askerleri için de aynen geçerliydi.
İmparatorluğun çıkış noktaları Çanakkale ve Basra, Osmanlıların savaşa girmesinden tam bir ay önce zaten abluka altına alınmıştı. Mezopotamya harekâtına ilişkin çok önemli bir dizi ayrıntı da aynı şekilde geri planda tutulmuştur: Osmanlı İmparatorluğu’nun 29 Ekim 1914 sabahı gerçekleştirilen Karadeniz harekâtıyla 1. Dünya Savaşı’nın muharip tarafı haline gelmesine henüz bir ay varken, 29 Eylül 1914 günü Espiegle ve Dalhousie isimli İngiliz zırhlıları Osmanlı iç suyu statüsündeki Şattülarap’a girerek, Muhammerah (bugünkü Hürremşehr) yönünde ilerlemiş, bilahare Odin ve Lawrence zırhlıları da Basra’da Şattülarap çıkışına konuşlandırılmıştır.
Böylece Alman zırhlılarının varlığı bahanesiyle kısa süre önce Çanakkale önünde abluka tesis eden İngiltere, bu defa Basra önünde abluka tesis etmiş oluyordu. Uluslararası hukuka göre ablukanın meşru bir savaş sebebi olduğu hatırlanacak olursa İngiltere’nin o sıralarda ne derece cüretkârca hareket ettiği daha iyi anlaşılacaktır.
Osmanlı Hükümeti 3 Ekim 1914 günü İngiltere’yi protesto etmiş ve zırhlılarını geri çekmesini istemiştir.
Osmanlılar buraya mayın da yerleştirmek istemiş, ancak İngiltere’nin peyki durumundaki Muhammerah Şeyhi bu niyeti gammazlamış, bunun üzerine İngiltere bölgedeki savaş gemilerine Osmanlıların mayın yerleştirme teşebbüsüne girişmeleri halinde derhal ateş açılması talimatını vermiştir. Açıkçası İngiltere sıkça yaptığı gibi Osmanlıların münhasıran savunmaya yönelik almaya çalıştıkları bir tedbir karşısında elini hemen silaha götürmüştür.
The Times’ın propagandası
O günlerde İngiliz Dışişleri’nin yarı-resmî ağzı gözüyle bakılan The Times gazetesi dâhil olmak üzere İngiliz basınında Osmanlılar aleyhine çok sert bir propaganda kampanyası sürdürülmektedir. İngiltere, kısa süre sonra ablukalarını daha da genişletmiş, İskenderun’daki birkaç eski Osmanlı hücumbotunun oldukları yerden ayrılmalarına müsaade etmeyeceğini bildirmiştir. Bu bilinçli tırmandırma stratejisiyle Çanakkale ve Basra’dan sonra Suriye ve Filistin kıyıları da abluka altına alınmış oluyordu.
Bu resme Hindistan’dan getirilerek 20 Ekim 1914 günü Bahreyn’e konuşlandırılmış olan birlikler (Sefer Görev Gücü D) de eklenecek olursa İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’na karşı her an şiddet uygulamasını sağlayabilecek bir altyapının tesisine yönelmiş olduğu açıklık kazanır.
Nitekim, İngiltere’nin Mezopotamya harekâtı üzerine uzman olan Paul K. Davis de İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilân etmesinin ardından 24 saat içinde söz konusu Sefer Görev Gücü’nün Şattülarap ağzındaki Fav’ı işgale girişebildiğine işaret ederek, bu gücün esasen Osmanlı İmparatorluğu’na karşı bir harekât amacıyla oluşturulduğunu, yani niyetin önceden orada bulunduğunu vurgulamakta, konuşlandırmanın Suriye ya da Filistin gibi Osmanlı sınırlarında değil de Körfez’de yapılmış olmasının Irak Cephesi’nin İngiltere için daha öncelikli bir yer işgal etmesine bağlamaktadır.
Şüphesiz İngiltere’nin donanmasını dünyanın her köşesinde gezgin ve işler halde tutabilmesi, bu en büyük deniz gücünü petrole bağımlı kılmıştır. Bu açıdan Osmanlı toprakları olan Basra ve civarındaki petrol yataklarının güvenliklerinin korunması gerekçesiyle işgali İngiltere için başlıca hedef teşkil etmekteydi.
Irak, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesinden bağımsız olarak İngiltere için önemli bir cepheydi. 20. yüzyıl başındaki jeopolitik, Hindistan’a giden yollar bağlamında Körfez’in her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz unsuru olmasına şaşırmamak gerektiğini söyler. Tam olarak bu nedenledir ki, Dışişleri Bakanı Grey’in, İngiliz çıkarlarının korunması yolunda Basra Körfezi bölgesinde bir saptırma harekâtı düzenlenmesi için ne gibi önlemler alınması gerektiği hususunu daha 18 Ağustos 1914’de Hindistan Genel Valisi Hardinge nezdinde soruşturduğunu görürüz. Bahreyn’e konuşlandırılmasına karar verilen Sefer Görev Gücü’nün, Osmanlı İmparatorluğu savaşa girsin girmesin, her halükârda Abadan’daki İngiliz yatırımları ve petrol tesislerinin korunması gerekçesi ileri sürülerek neticede Basra’ya çıkarılmalarının öngörüldüğü, birliklerin de bu yönde bir harekât için hazırlandıkları açıktır.
Fakat asıl bu konuşlandırmanın daha ileri giden nedenleri üzerinde durmak gerekir. Bu güç gösterisiyle aynı zamanda bazı Arap grupları ve Körfez’deki şeyhlere İngiltere’nin Osmanlılara karşı kendilerini desteklemeye hazır olduğunun işareti verilmiş oluyordu. Basra ve Irak içine yönelik harekâtın askerî planlamasını hazırlayan General Barrow da görünürdeki amaç her ne kadar petrol yatakları ve tesislerin korunması olsa da esas amacın Türkler ile Arapların ayrıştırılması olduğunu kaydetmişti.
Bizzat Grey henüz 1 Ekim 1914 günü Churchill ve Hardinge’e Basra harekâtının asıl amacının Abadan petrolünü korumaktan ziyade Arapların algılamalarını İngiltere lehinde etkilemek, Arapları Türklerden kopartmak olduğunu söylemişti. Abadan petrolünün korunması fikri, gerçekte esas amacı bir sis perdesi gerisine atma işlevi görüyordu.
Petrol yatakları ve petrolü işleyen ve taşıyan sistemlere sahip çıkılması ve bunların korunması İngiltere’nin önemli bir amacı olsa da, 1914-16 döneminde zihinlerini esas meşgul eden husus, Arapların Cihada katılma ihtimaliydi. Şayet İngiliz anlatısının daha ziyade öne çıkartmak istediği gibi esas amaç gerçekten de Abadan rafinerisi, petrol yatakları ve boru hattının korunması olsaydı, buna ilişkin plânların neredeyse tam bir yıl sonra, 22 Ekim 1915 tarihinde tamamlanmamış olması gerekirdi.
Grey aslında General Barrow’un Hindistan Bakanı Crewe’a 26 Eylül 1914 günü sunduğu aşağıdaki görüşleri olduğu gibi benimsemiş bulunmaktaydı:
“Her şey birkaç hafta, hatta birkaç gün içinde Türkiye’yle savaşa tutuşmak üzere olduğumuza işaret ediyor. Türkler Arapları yanlarına çekmeyi başaramadıkları müddetçe bizim açımızdan endişe etmeye mahal yok… Arapları destekleyeceğimize ilişkin kesin bir işaret verilmesi yeterli olacaktır… Bu işaretin savaş başlamadan önce verilmesi gerektiği kanaatindeyim. Aksi takdirde çok geç kalınmış olmasından korkarım. Bunu yapmanın da en iyi yolu, Hindistan’dan Şattülarap’a asker göndermektir… Askerler görünüşte petrol tesislerinin korunması amacıyla İran toprağındaki Muhammerah ya da Abadan’a konuşlandırılabilir, fakat bu harekât, gerçekte Türklere ciddi olduğumuzu gösterecek, Araplara da kendilerini desteklemeye hazır olduğumuz mesajını verecektir. Bu durumda Türklerle savaş çıkar çıkmaz Basra’yı işgal etmemiz gerekecektir.”
Planları bozan zafer
Yukarıdaki paragraf her şeyi yeterince izah etmekte: Görev sahası Basra Körfezi’ni de kapsayan Hindistan Bakanlığı, ablukalarla etrafı sarılmış Osmanlıların canhıraş bir şekilde savaşa dâhil olmasından tam iki ay önce, Eylül başından itibaren Hint ordusunun Basra limanını işgaline yönelik planlar hazırlamaya başlamış, Hint Sefer Görev Gücü’nün hedefi de Basra olarak belirlenmişti.
Kısaca, Osmanlıların en başta da İngiltere’nin siyaseti yüzünden İtilâf bloğuna dâhil olma şanslarının da tarafsız kalma imkânlarının da hiçbir zaman olmadığı açıktır. İtilâf devletlerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü devletten devlete garanti etmekten kaçınıp bu garantiyi İtilâf bloğu olarak vermek gibi bir yutturmacaya kalkışmalarının sebebi de Osmanlı topraklarının savaş sırasında ama kendilerine en uygun bir zamanda ancak her hâlükârda parçalanmasına girişileceğini biliyor olmalarından başka bir şey değildi.
Müstesna zafer Kût’un ardında İngiliz-Hint ordusunun Selman-ı Pak’ta durdurulup geri çevrilmesi yatar.
Neticede Irak cephesi İngiltere’nin Basra’da giriştiği Bağdat hedefli yarma harekâtıyla açılmış olur. Ardı ardına kazandığı muharebelerle kuzey yönünde tırmanan İngiliz-Hint ordusu, asker sayısı bakımından Osmanlılar karşısında ikiye bir üstünlüğü olduğu halde nihayet durdurulacak, Selman-ı Pak muharebelerinde ağır zayiat vererek güney cihetinde geriye doğru çekilmeye başlayacaktır.
General Townshend komutasındaki ordu (Poona Birlikleri) 11 bin mevcutla 3 Aralık 1915 günü o sırada İngiliz işgali altındaki Kûtu’l-Amâre’ye varır. İngiltere, Osmanlıların ikmal üssü durumundaki Nasiriye’yi Temmuz 1915’te ele geçirmesinin hemen akabinde Kût’u da Es-Sinn muharebeleri sonucunda 28 Eylül 1915 günü ele geçirir. Osmanlı ordusu muharebelerde 5.300 şehit vermiş, bütün silâhlarını kaybetmiştir.
Townshend birliklerinin çok bitap düşmüş olduğunu görmekte, bölgedeki İngiliz varlığı açısından önem taşıyan Kût’ta tutunmayı tercih etmektedir. Savaş Bakanlığı’nın güneye gitmesi yönündeki isteği kendisine ulaştığında, Selman-ı Pak’tan itibaren Townshend’i izleyen Nureddin ve Goltz Paşa’lar komutasındaki Osmanlı ordusu dört gün içinde Kût’a varmış olarak kuşatmayı zaten tesis etmişti. Artık 7 Aralık 1915 tarihinden itibaren, Kût’taki İngiliz ordusunun etrafı, 11 bin askerden müteşekkil Osmanlı ordusu tarafından çevrilmiş durumdadır.
Kuşatmayı takiben ilâve birlikler de ardı ardına orduya sevk edilmeye başlanır. Baron von der Goltz 1883-1895 yılları arasında Osmanlı ordusunun modernizasyonunda görev yapmış, artık yaşlı bir general ve askerî tarihçi olmakla büyük ve içten saygı görmektedir. (Goltz Paşa, maalesef Osmanlıların zafer kazandığını göremeden 19 Nisan günü tifodan hayatını kaybedecektir. Mezarı, İstanbul’daki Almanya Başkonsolosluğu’nun Tarabya’daki binasının bahçesinde bulunmaktadır.) Lâkin, Osmanlı komutanlarının ellerindeki talimatın yerine getirilmesi ne kadar zor ise talimat bir o kadar da açıktır: İngilizler tamamen Irak’tan defedilinceye kadar savaşılacaktır.
Diğer taraftan, İngiliz Savaş Bakanlığı, İran sınırına 40 kilometre kadar yakın bir mesafedeki Kût’un güneye doğru ilerleyen Osmanlı ordusunun eline geçmesi halinde, bölgedeki İngiliz pozisyonu için sürekli bir tehdit ortaya çıkmış olacağını da dikkate almaktadır. İngiltere, bu durumda, bölgedeki aşiretlerin İngiliz kontrolündeki Muhammerah ve petrol yatakları üzerinde tehdit oluşturmalarından çekiniyor, aşiretlerin Osmanlı etkisi dışında tutulmaları gerektiğine inanıyordu. Kût’ta tutunulabilmesi halinde geleneksel Basra-Kût-Ahvaz ticaret yolunun canlandırılmasının da mümkün olacağı, böylece Osmanlı’dan yana çıkmamaları için Araplara ilâve bir ekonomik teşvik unsuru yaratılmış olacağı dahi düşünülüyordu. Kût kuşatmasını kırmak için kararlı olan İngiliz-Hint tarafı, kısa sürede tecrübeli ve yüksek mevcudu olan ilâve birlikleri Basra yoluyla kuzeye Kût yönünde sevk etmeye başlayacaktı [bu ilâve birlikler, 3. (Lahore) 7. (Meerut) ve 13. (Batı) tümenleriydi]. Kût’taki İngiliz garnizonu 29 Nisan 1916 günü teslim oluncaya değin, Osmanlı ordularıyla bu yeni birlikler arasında altı muharebe (Sırasıyla 7 Ocak Şeyh Saad; 13 Ocak Vadi; 21 Ocak Hanna; 7-9 Mart Düceyla; 5-8 Nisan Hanna ve Fellahiyeh; 7-22 Nisan Beyt Ayşe ve Sennaiyat muharebeleri) cereyan etmiştir. Osmanlı ordusu ağır yaralar almasına karşın bu muharebelerin ikisi hariç hepsini kazanmış, olağanüstü bir direnç ortaya koymuştur. Buna karşılık İngiliz-Hint birlikleri de ağır kayıplar vermiştir.
21 Ocak tarihindeki Birinci Hanna muharebesinin de Osmanlılar tarafından kazanılmasından sonra Halil Paşa beraberinde 20 binden fazla askerle Kût’a varmış, Townshend’in teslim olmasıyla Osmanlı ordusunun moralini çok yükselmiş, İngiltere ise büyük prestij kaybına uğramıştır.
İngiltere’nin, her iki tarafın da 30 binin üzerinde mevcutla savaştığı bu muharebeleri arka arkaya kaybetmesi üzerine İngiliz komutanlar görevlerinden alınmış, bu meyanda Düceyla yenilgisi sonrasında General Nixon, General Percy Lake ile General Aylmer ise General Gorringe’le değiştirilmiştir. İngiliz tarafı 5 Nisan’da Fellahiye’yi, 17 Nisan’da ise Beyt Ayşe’yi ağır kayıplar pahasına ele geçirmeye muvaffak olmuşsa da, en kritik muharebe olan Sannaiyat’a 22 Nisan günü yaptıkları saldırı püskürtülmüştür.
Yenilgi ne anlama geliyor?
Kûtu’l-Amâre’nin tarihî anlamı nedir? diye sorulduğunda bu zaferin Irak’ın İngiliz idaresi altındaki Hindistan’a benzetilmesine yol açacak müsaitlikte bir anı, daha ileri, daha karmaşık saatlere tehir edebilmiş olduğu görülür. Kûtu’l-Amâre sonuçta Bağdat’ın düşmesiyle Irak’ta alınacak nihai yenilgiye rağmen bu tehdidinin ayağına dolanmasına yol açmıştır. İngiltere’nin Kûtu’l-Amâre’de bu derece sıkışmış olması, müttefiği Çarlık Rusya’sından yardım talep etmesine yol açmış, nitekim o sırada İran’da bulunan General Baratov komutasındaki daha ziyade Rus Kazaklarından müteşekkil 20 bin kişilik kuvvet Nisan 1916’da Bağdat’a doğru yola çıkmışsa da İngilizlerin teslim olduğu haberinin ulaşması üzerine geri dönüş yapmıştır.
Bir diğer ilginç husus, İngiltere’nin Nisan ayında tarihteki ilk havadan ikmal operasyonunu gerçekleştirmiş olmasıdır. Kût’ta kuşatma altındaki orduya havadan yiyecek ve silâh atılmışsa da ikmalin çok da etkin olamadığı anlaşılmaktadır.
7 Aralık 1915 günü başlayıp 29 Nisan 1916 tarihinde sona eren Kûtu’l-Amâre muharebeleri Osmanlı ordusunun son derece güç şartlar ve çeşitli imkânsızlıklara rağmen yüksek disiplin, sevk ve idare altında kazandığı müstesna bir zaferdir. 25 Nisan 1916 günü İngiltere’nin yenildiği billurlaştığında Savaş Bakanı Kitchener Türklerle müzakerelere başlanması için beklenen talimatı vermiş, ertesi gün sağlanan ateşkesi müteakip Townshend ile Halil Paşa teslim şartlarını konuşmaya başlamışlardır. İngiltere, geri kalan 13 bin civarındaki askerinin esir alınmaması için gizli tutulmak kaydıyla 2 milyon Sterlin vermeyi teklif etmiş, teklifin arz edildiği Enver Paşa bunun kabul edilemeyeceğini bildirince Townshend teslim olmuştur.
İngiliz tarihçi James Morris Kûtu’l-Amâre yenilgisini, “İngiltere’nin askerî tarihindeki en sefilane teslimiyet” olarak tanımlamıştır. Kendileri daha önceki komutanların yerine geçmiş olan Lake ve Gorringe de görevden alınırlar.
Yeni atanan komutan General Maude orduyu derleyip topladıktan sonra Bağdat’a doğru ilerleyişe geçmiş ve şehir, Kût yenilgisinden bir sene kadar sonra, 11 Mart 1917 günü Maude kuvvetlerinin eline geçmiştir. Fakat bu İngiltere’nin müttefiği Çarlık Rusyası’nın artık savaştan düşmeye başladığı geç bir tarihtir.
Rusya’da Ekim Devrimi’nin en gür sesli habercisi Mart devrimi olmuş, 1480 yılından beri hep Çarlık olmuş Rusya’da Çar II. Nikola yerine kimseyi gösteremeden 12 Mart 1917 günü tahttan feragat etmiştir. Geçen yüzyıl başındaki dünya siyaseti artık kimsenin beklemediği, çok kökten bir değişimin kenarında durmaktadır.
Sonuçta, İngiltere’nin Dicle hattındaki varlığının anahtarı olarak gördüğü Kût’taki yenilgiye ilişkin oluşturulmuş İngiliz görüşü, “cesur insanlar ve değerli askerî malzemenin yok yere israf edilmesine yol açmış; mantığı ne o tarihte izah edilebilmiş ne de sonradan kimsenin savunabildiği lüzumsuz bir harekât” şeklinde resmî tarihte yerini almıştır.
Şüphesiz yukarıdaki ifadelerde kendini ortaya koyan anlayış çok ilginç bir tarihî eşiğin önemini oldukça aşağı çekmekte, büyük bir hadiseyi yok yere yavanlaştırmaktadır. Mesele Çanakkale’de, Kafkaslar’da, Galiçya’da, Sina’da, hemen her cephede olduğu gibi Osmanlıların savaştaki performansının herkesin beklediğinin fevkinde tecelli etmiş, büyük bir kararlılıkla ortaya konulmuş olmasıdır. İngiltere, Selman-ı Pak’ta durdurulmamış olsaydı, o zaman Bağdat’ı Antant Bloğu’nun bir bütün olarak savaşmaya devam ettiği daha erken bir tarihte eline geçirmiş olacak, o zaman da askerî tarihçiler Basra’dan başlayıp kuzeye doğru giden bu fetih harekâtının ne denli dâhiyane düşünülmüş olduğunu anlatmaya koyulacaktı. Kaldı ki, Townshend’in Kût’ta tutunma fikri, ikmal sorunları yaşanmasaydı,başarılı da olabilirdi.
İngiliz donanması Kûtu’l-Amâre muharebelerinin sona ermesinden sadece 3 ay 20 gün önce büyük bir mağlubiyete duçar olarak Çanakkale’den ayrılıp gitmiştir.