İngiltere’nin gözüyle Kût yenilgisi

HABER MASASI
Abone Ol

Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı’nda en fazla cephede varoluş mücadelesi verdiğini hatır­lamak, birbirini izleyen Çanakkale ve Kûtu’l-Amâre zaferlerini bu bü­yük mücadele tarihi içindeki doğru yerine oturtmak için Derin Tarih'in fedakar ve vefalı çalışmalarından biri olarak vatan borcu bilinciyle dergide yerini aldı.

Galiplerin anlatımının 100 yıl sonra dahi bas­kın çıkması, Osmanlıla­rı doğru kavramamızı engelliyor. Baskın İngiliz tarih an­latımı, Çanakkale örneğinde sıkça rastlanıldığı gibi, Osmanlıların Kû­tu’l-Amâre zaferi hususunda da göz­den kaçırılmaması gereken eksik­lik, saptırma ve izahat boşluklarıyla maluldür. Bu bakımdan Kûtu’l-Amâ­re zaferinin tarihimizdeki yerinin hakkıyla kavranabilmesi, nasıl ve ni­çin cereyan ettiğinin anlaşılabilmesi için öncelikle Kût’u 1. Dünya Savaşı bağlamındaki doğru yerine oturt­mak, ardında duran ana oluşumları doğru tahlil etmek gereklidir.

Necmettin Özçelik Arşivi.- Enver Paşa

Ne var ki, galiplerin anlatısı he­men hiç gözden geçirilmeksizin nesilden nesile aktarılmış, bir ke­re baskın çıkan hep baskın kalmış­tır. Osmanlı İmparatorluğu’nun modern dünyayı doğurmuş bu sa­vaştaki yerini gerçekten doğru teş­his etme yönünde bir istekliliğin olmaması, bu metodolojiden uzak, yanlış ve yanlı anlatının iyice yer­leşmesine yol açmış bulunuyor. Bu yüzdendir ki, şimdi tam bir asır sonra dahi galipler ne derse ona inanmamız bekleniyor. Daha da kö­tüsü, ülkemizde de çoğunluk bu an­latıma inanıyor.

İngiliz tarih yazımına göre, Me­zopotamya’daki şartlar “Çanakkale için de geçerli olduğu üzere” anlatı­labilecek gibi değildir. Kûtu’l-Amâre yenilgisinde son derece sıcak ve ku­ru bir iklim, sivrisinekler ve diğer zararlı mahlûkatın varlığı hastalık­tan ölümleri arttırmış, bu berbat şartlar altında zaten iyi eğitim veri­lememiş birlikler hiçbir zaman tam mevcutlarına ulaşamamış, bütün bu etkenler bir araya gelerek yenil­giyi ortaya çıkartmıştır. Kuşkusuz bu berbat şartlar muzaffer Osman­lı askerleri için de aynen geçerliydi.

Muzaffer komutan İngiltere daha Osmanlı İmparatorluğu savaşa girmeden 1 ay önce Basra’yı abluka altına almıştı. İngilizlerin bölgedeki ilerleyişini durduran ve Kûtu’l-Amâre zaferini kazanan Halil Paşa (oturan) kurmaylarıyla birlikte.

İmparatorluğun çıkış noktaları Çanakkale ve Basra, Osmanlıların savaşa girmesinden tam bir ay ön­ce zaten abluka altına alınmıştı. Me­zopotamya harekâtına ilişkin çok önemli bir dizi ayrıntı da aynı şekil­de geri planda tutulmuştur: Osman­lı İmparatorluğu’nun 29 Ekim 1914 sabahı gerçekleştirilen Karadeniz harekâtıyla 1. Dünya Savaşı’nın mu­harip tarafı haline gelmesine henüz bir ay varken, 29 Eylül 1914 günü Es­piegle ve Dalhousie isimli İngiliz zırh­lıları Osmanlı iç suyu statüsündeki Şattülarap’a girerek, Muhammerah (bugünkü Hürremşehr) yönünde ilerlemiş, bilahare Odin ve Lawrence zırhlıları da Basra’da Şattülarap çı­kışına konuşlandırılmıştır.

Böylece Alman zırhlılarının var­lığı bahanesiyle kısa süre önce Ça­nakkale önünde abluka tesis eden İngiltere, bu defa Basra önünde ab­luka tesis etmiş oluyordu. Uluslara­rası hukuka göre ablukanın meşru bir savaş sebebi olduğu hatırlana­cak olursa İngiltere’nin o sıralarda ne derece cüretkârca hareket ettiği daha iyi anlaşılacaktır.

Osmanlı Hükümeti 3 Ekim 1914 günü İngiltere’yi protesto etmiş ve zırhlılarını geri çekmesini istemiş­tir.

Osmanlılar buraya mayın da yerleştirmek istemiş, ancak İngil­tere’nin peyki durumundaki Mu­hammerah Şeyhi bu niyeti gam­mazlamış, bunun üzerine İngiltere bölgedeki savaş gemilerine Osman­lıların mayın yerleştirme teşebbü­süne girişmeleri halinde derhal ateş açılması talimatını vermiştir. Açık­çası İngiltere sıkça yaptığı gibi Os­manlıların münhasıran savunmaya yönelik almaya çalıştıkları bir ted­bir karşısında elini hemen silaha götürmüştür.

The Times’ın propagandası

O günlerde İngiliz Dışişleri’nin yarı-resmî ağzı gözüyle bakılan The Times gazetesi dâhil olmak üzere İn­giliz basınında Osmanlılar aleyhine çok sert bir propaganda kampanya­sı sürdürülmektedir. İngiltere, kı­sa süre sonra ablukalarını daha da genişletmiş, İskenderun’daki birkaç eski Osmanlı hücumbotunun ol­dukları yerden ayrılmalarına mü­saade etmeyeceğini bildirmiştir. Bu bilinçli tırmandırma stratejisiyle Çanakkale ve Basra’dan sonra Suri­ye ve Filistin kıyıları da abluka altı­na alınmış oluyordu.

Bu resme Hindistan’dan getirile­rek 20 Ekim 1914 günü Bahreyn’e konuşlandırılmış olan birlikler (Se­fer Görev Gücü D) de eklenecek olursa İngiltere’nin Osmanlı İmpa­ratorluğu’na karşı her an şiddet uy­gulamasını sağlayabilecek bir alt­yapının tesisine yönelmiş olduğu açıklık kazanır.

Nitekim, İngiltere’nin Mezopo­tamya harekâtı üzerine uzman olan Paul K. Da­vis de İngiltere’nin Os­manlı İmparatorlu­ğu’na savaş ilân etmesinin ardın­dan 24 saat için­de söz konusu Sefer Görev Gü­cü’nün Şattüla­rap ağzındaki Fav’ı işgale girişebildiği­ne işaret ederek, bu gücün esasen Osman­lı İmparatorluğu’na kar­şı bir harekât amacıyla oluşturulduğunu, ya­ni niyetin önceden orada bulunduğu­nu vurgulamak­ta, konuşlandır­manın Suriye ya da Filistin gi­bi Osmanlı sınır­larında değil de Körfez’de yapılmış olmasının Irak Cephe­si’nin İngiltere için da­ha öncelikli bir yer işgal etmesine bağlamaktadır.

Şüphesiz İngiltere’nin donanma­sını dünyanın her köşesinde gezgin ve işler halde tutabilmesi, bu en bü­yük deniz gücünü petrole bağımlı kılmıştır. Bu açıdan Osmanlı top­rakları olan Basra ve civarındaki petrol yataklarının güvenliklerinin korunması gerekçesiyle işgali İngil­tere için başlıca hedef teşkil etmek­teydi.

Irak, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşa girmesinden bağımsız olarak İngiltere için önemli bir cepheydi. 20. yüzyıl başındaki jeopolitik, Hin­distan’a giden yollar bağlamında Körfez’in her zaman İngiltere’nin ana stratejisinin ayrılmaz unsuru olmasına şaşırmamak gerektiğini söyler. Tam olarak bu nedenledir ki, Dışişleri Bakanı Grey’in, İngiliz çı­karlarının korunması yolunda Bas­ra Körfezi bölgesinde bir saptırma harekâtı dü­zenlenmesi için ne gi­bi önlemler alınması gerektiği hususu­nu daha 18 Ağus­tos 1914’de Hin­distan Genel Valisi Hardinge nezdinde soruş­turduğunu görü­rüz. Bahreyn’e ko­nuşlandırılmasına karar verilen Sefer Gö­rev Gücü’nün, Osman­lı İmparatorluğu sava­şa girsin girmesin, her halükârda Aba­dan’daki İngiliz ya­tırımları ve pet­rol tesislerinin korunması ge­rekçesi ileri sü­rülerek neticede Basra’ya çıkarılma­larının öngörüldüğü, birliklerin de bu yönde bir harekât için hazır­landıkları açıktır.

Fakat asıl bu konuşlandırmanın daha ileri giden nedenleri üzerinde durmak gerekir. Bu güç gösterisiy­le aynı zamanda bazı Arap grupları ve Körfez’deki şeyhlere İngiltere’nin Osmanlılara karşı kendilerini des­teklemeye hazır olduğunun işare­ti verilmiş oluyordu. Basra ve Irak içine yönelik harekâtın askerî planlamasını hazırlayan General Barrow da görünürdeki amaç her ne kadar petrol yatakları ve tesislerin korunması olsa da esas amacın Türkler ile Arapların ayrıştırılması olduğunu kaydetmişti.

Bizzat Grey henüz 1 Ekim 1914 günü Churchill ve Hardinge’e Basra harekâtının asıl amacının Abadan petrolünü korumaktan ziyade Arapların algılamalarını İngiltere lehinde etkilemek, Arapları Türklerden kopartmak olduğunu söylemişti. Abadan petrolünün korunması fikri, gerçekte esas amacı bir sis perdesi gerisine atma işlevi görüyordu.

Petrol yatakları ve petrolü işleyen ve taşıyan sistemlere sahip çıkılması ve bunların korunması İngiltere’nin önemli bir amacı olsa da, 1914-16 döneminde zihinlerini esas meşgul eden husus, Arapların Cihada katılma ihtimaliydi. Şayet İngiliz anlatısının daha ziyade öne çıkartmak istediği gibi esas amaç gerçekten de Abadan rafinerisi, petrol yatakları ve boru hattının korunması olsaydı, buna ilişkin plânların neredeyse tam bir yıl sonra, 22 Ekim 1915 tarihinde tamamlanmamış olması gerekirdi.

Grey aslında General Barrow’un Hindistan Bakanı Crewe’a 26 Eylül 1914 günü sunduğu aşağıdaki görüşleri olduğu gibi benimsemiş bulunmaktaydı:

“Her şey birkaç hafta, hatta birkaç gün içinde Türkiye’yle savaşa tutuşmak üzere olduğumuza işaret ediyor. Türkler Arapları yanlarına çekmeyi başaramadıkları müddetçe bizim açımızdan endişe etmeye mahal yok… Arapları destekleyeceğimize ilişkin kesin bir işaret verilmesi yeterli olacaktır… Bu işaretin savaş başlamadan önce verilmesi gerektiği kanaatindeyim. Aksi takdirde çok geç kalınmış olmasından korkarım. Bunu yapmanın da en iyi yolu, Hindistan’dan Şattülarap’a asker göndermektir… Askerler görünüşte petrol tesislerinin korunması amacıyla İran toprağındaki Muhammerah ya da Abadan’a konuşlandırılabilir, fakat bu harekât, gerçekte Türklere ciddi olduğumuzu gösterecek, Araplara da kendilerini desteklemeye hazır olduğumuz mesajını verecektir. Bu durumda Türklerle savaş çıkar çıkmaz Basra’yı işgal etmemiz gerekecektir.”

Planları bozan zafer

Yukarıdaki paragraf her şeyi ye­terince izah etmekte: Görev sahası Basra Körfezi’ni de kapsayan Hin­distan Bakanlığı, ablukalarla etra­fı sarılmış Osmanlıların canhıraş bir şekilde savaşa dâhil olmasından tam iki ay önce, Eylül başından iti­baren Hint ordusunun Basra lima­nını işgaline yönelik planlar hazır­lamaya başlamış, Hint Sefer Görev Gücü’nün hedefi de Basra olarak be­lirlenmişti.

Kısaca, Osmanlıların en başta da İngiltere’nin siyaseti yüzünden İtilâf bloğuna dâhil olma şansları­nın da tarafsız kalma imkânlarının da hiçbir zaman olmadığı açıktır. İtilâf devletlerinin Osmanlı İmpa­ratorluğu’nun toprak bütünlüğünü devletten devlete garanti etmekten kaçınıp bu garantiyi İtilâf bloğu ola­rak vermek gibi bir yutturmacaya kalkışmalarının sebebi de Osmanlı topraklarının savaş sırasında ama kendilerine en uygun bir zamanda ancak her hâlükârda parçalanması­na girişileceğini biliyor olmaların­dan başka bir şey değildi.

Müstesna zafer Kût’un ardında İngiliz-Hint ordusunun Selman-ı Pak’ta durdurulup geri çevrilmesi yatar.

Neticede Irak cephesi İngilte­re’nin Basra’da giriştiği Bağdat he­defli yarma harekâtıyla açılmış olur. Ardı ardına kazandığı muha­rebelerle kuzey yönünde tırmanan İngiliz-Hint ordusu, asker sayısı bakımından Osmanlılar karşısın­da ikiye bir üstünlüğü olduğu hal­de nihayet durdurulacak, Selman-ı Pak muharebelerinde ağır zayiat ve­rerek güney cihetinde geriye doğru çekilmeye başlayacaktır.

General Townshend komuta­sındaki ordu (Poona Birlikleri) 11 bin mevcutla 3 Aralık 1915 günü o sırada İngiliz işgali altındaki Kû­tu’l-Amâre’ye varır. İngiltere, Os­manlıların ikmal üssü durumun­daki Nasiriye’yi Temmuz 1915’te ele geçirmesinin hemen akabin­de Kût’u da Es-Sinn muharebeleri sonucunda 28 Eylül 1915 günü ele geçirir. Osmanlı ordusu muhare­belerde 5.300 şehit vermiş, bütün silâhlarını kaybetmiştir.

Townshend birliklerinin çok bi­tap düşmüş olduğunu görmekte, bölgedeki İngiliz varlığı açısından önem taşıyan Kût’ta tutunmayı ter­cih etmektedir. Savaş Bakanlığı’nın güneye gitmesi yönündeki iste­ği kendisine ulaştığında, Selman-ı Pak’tan itibaren Townshend’i izle­yen Nureddin ve Goltz Paşa’lar ko­mutasındaki Osmanlı ordusu dört gün içinde Kût’a varmış olarak ku­şatmayı zaten tesis etmişti. Artık 7 Aralık 1915 tarihinden itibaren, Kût’taki İngiliz ordusunun etrafı, 11 bin askerden müteşekkil Osman­lı ordusu tarafından çevrilmiş du­rumdadır.

Kuşatmayı takiben ilâve birlik­ler de ardı ardına orduya sevk edil­meye başlanır. Baron von der Goltz 1883-1895 yılları arasında Osman­lı ordusunun modernizasyonunda görev yapmış, artık yaşlı bir gene­ral ve askerî tarihçi olmakla büyük ve içten saygı görmektedir. (Goltz Paşa, maalesef Osmanlıların zafer kazandığını göremeden 19 Nisan günü tifodan hayatını kaybedecek­tir. Mezarı, İstanbul’daki Almanya Başkonsolosluğu’nun Tarabya’daki binasının bahçesinde bulunmak­tadır.) Lâkin, Osmanlı komutanları­nın ellerindeki talimatın yerine ge­tirilmesi ne kadar zor ise talimat bir o kadar da açıktır: İngilizler tama­men Irak’tan defedilinceye kadar savaşılacaktır.

Diğer taraftan, İngiliz Savaş Ba­kanlığı, İran sınırına 40 kilometre kadar yakın bir mesafedeki Kût’un güneye doğru ilerleyen Osmanlı or­dusunun eline geçmesi halinde, böl­gedeki İngiliz pozisyonu için sürek­li bir tehdit ortaya çıkmış olacağını da dikkate almaktadır. İngiltere, bu durumda, bölgedeki aşiretlerin İn­giliz kontrolündeki Muhammerah ve petrol yatakları üzerinde tehdit oluşturmalarından çekiniyor, aşi­retlerin Osmanlı etkisi dışında tu­tulmaları gerektiğine inanıyordu. Kût’ta tutunulabilmesi halinde ge­leneksel Basra-Kût-Ahvaz ticaret yo­lunun canlandırılmasının da müm­kün olacağı, böylece Osmanlı’dan yana çıkmamaları için Araplara ilâ­ve bir ekonomik teşvik unsuru yara­tılmış olacağı dahi düşünülüyordu. Kût kuşatmasını kırmak için ka­rarlı olan İngiliz-Hint tarafı, kısa sürede tecrübeli ve yüksek mevcu­du olan ilâve birlikleri Basra yoluy­la kuzeye Kût yönünde sevk etme­ye başlayacaktı [bu ilâve birlikler, 3. (Lahore) 7. (Meerut) ve 13. (Batı) tümenleriydi]. Kût’taki İngiliz gar­nizonu 29 Nisan 1916 günü teslim oluncaya değin, Osmanlı ordula­rıyla bu yeni birlikler arasında al­tı muharebe (Sırasıyla 7 Ocak Şeyh Saad; 13 Ocak Vadi; 21 Ocak Hanna; 7-9 Mart Düceyla; 5-8 Nisan Hanna ve Fellahiyeh; 7-22 Nisan Beyt Ayşe ve Sennaiyat muharebeleri) cereyan etmiştir. Osmanlı ordusu ağır yara­lar almasına karşın bu muharebe­lerin ikisi hariç hepsini kazanmış, olağanüstü bir direnç ortaya koy­muştur. Buna karşılık İngiliz-Hint birlikleri de ağır kayıplar vermiştir.

21 Ocak tarihindeki Birinci Han­na muharebesinin de Osmanlılar tarafından kazanılmasından son­ra Halil Paşa beraberinde 20 bin­den fazla askerle Kût’a varmış, Townshend’in teslim olmasıyla Os­manlı ordusunun moralini çok yük­selmiş, İngiltere ise büyük prestij kaybına uğramıştır.

İngiltere’nin, her iki tarafın da 30 binin üzerinde mevcutla savaştı­ğı bu muharebeleri arka arkaya kay­betmesi üzerine İngiliz komutanlar görevlerinden alınmış, bu meyan­da Düceyla yenilgisi sonrasında Ge­neral Nixon, General Percy Lake ile General Aylmer ise General Gorrin­ge’le değiştirilmiştir. İngiliz tarafı 5 Nisan’da Fellahiye’yi, 17 Nisan’da ise Beyt Ayşe’yi ağır kayıplar pa­hasına ele geçirmeye muvaffak ol­muşsa da, en kritik muharebe olan Sannaiyat’a 22 Nisan günü yaptıkla­rı saldırı püskürtülmüştür.

Yenilgi ne anlama geliyor?

Kûtu’l-Amâre’nin tarihî anlamı nedir? diye sorulduğunda bu zafe­rin Irak’ın İngiliz idaresi altındaki Hindistan’a benzetilmesine yol aça­cak müsaitlikte bir anı, daha ileri, daha karmaşık saatlere tehir ede­bilmiş olduğu görülür. Kûtu’l-Amâ­re sonuçta Bağdat’ın düşmesiyle Irak’ta alınacak nihai yenilgiye rağ­men bu tehdidinin ayağına dolan­masına yol açmıştır. İngiltere’nin Kûtu’l-Amâre’de bu derece sıkış­mış olması, müttefiği Çarlık Rus­ya’sından yardım talep etmesine yol açmış, nitekim o sırada İran’da bulunan General Baratov komuta­sındaki daha ziyade Rus Kazakların­dan müteşekkil 20 bin kişilik kuv­vet Nisan 1916’da Bağdat’a doğru yola çıkmışsa da İngilizlerin teslim olduğu haberinin ulaşması üzerine geri dönüş yapmıştır.

Bir diğer ilginç husus, İngilte­re’nin Nisan ayında tarihteki ilk ha­vadan ikmal operasyonunu gerçek­leştirmiş olmasıdır. Kût’ta kuşatma altındaki orduya havadan yiyecek ve silâh atılmışsa da ikmalin çok da etkin olamadığı anlaşılmaktadır.

7 Aralık 1915 günü başlayıp 29 Nisan 1916 tarihinde sona eren Kû­tu’l-Amâre muharebeleri Osmanlı ordusunun son derece güç şartlar ve çeşitli imkânsızlıklara rağmen yüksek disiplin, sevk ve idare altın­da kazandığı müstesna bir zaferdir. 25 Nisan 1916 günü İngiltere’nin yenildiği billurlaştığında Savaş Ba­kanı Kitchener Türklerle müzake­relere başlanması için beklenen ta­limatı vermiş, ertesi gün sağlanan ateşkesi müteakip Townshend ile Halil Paşa teslim şartlarını konuş­maya başlamışlardır. İngiltere, geri kalan 13 bin civarındaki askerinin esir alınmaması için gizli tutulmak kaydıyla 2 milyon Sterlin vermeyi teklif etmiş, teklifin arz edildiği En­ver Paşa bunun kabul edilemeyece­ğini bildirince Townshend teslim ol­muştur.

Esaret hatırası General Charles Townshend komutasındaki İngiliz tümeninin teslim alınması, aynı anda pek çok cephede savaşan Türk askerlerinin moralini yükseltmişti. Kût’ta esir alınan İngiliz askerleri.

İngiliz tarihçi James Morris Kû­tu’l-Amâre yenilgisini, “İngilte­re’nin askerî tarihindeki en sefilane teslimiyet” olarak tanımlamıştır. Kendileri daha önceki komutanla­rın yerine geçmiş olan Lake ve Gor­ringe de görevden alınırlar.

Yeni atanan komutan General Maude orduyu derleyip topladıktan sonra Bağdat’a doğru ilerleyişe geç­miş ve şehir, Kût yenilgisinden bir sene kadar sonra, 11 Mart 1917 günü Maude kuvvetlerinin eline geçmiş­tir. Fakat bu İngiltere’nin müttefi­ği Çarlık Rusyası’nın artık savaştan düşmeye başladığı geç bir tarihtir.

Rusya’da Ekim Devrimi’nin en gür sesli habercisi Mart devrimi ol­muş, 1480 yılından beri hep Çarlık olmuş Rusya’da Çar II. Nikola yeri­ne kimseyi gösteremeden 12 Mart 1917 günü tahttan feragat etmiştir. Geçen yüzyıl başındaki dünya siya­seti artık kimsenin beklemediği, çok kökten bir değişimin kenarında durmaktadır.

Sonuçta, İngiltere’nin Dicle hat­tındaki varlığının anahtarı olarak gördüğü Kût’taki yenilgiye ilişkin oluşturulmuş İngiliz görüşü, “ce­sur insanlar ve değerli askerî mal­zemenin yok yere israf edilmesine yol açmış; mantığı ne o tarihte izah edilebilmiş ne de sonradan kimse­nin savunabildiği lüzumsuz bir ha­rekât” şeklinde resmî tarihte yerini almıştır.

Şüphesiz yukarıdaki ifadelerde kendini ortaya koyan anlayış çok ilginç bir tarihî eşiğin önemini ol­dukça aşağı çekmekte, büyük bir hadiseyi yok yere yavanlaştırmak­tadır. Mesele Çanakkale’de, Kafkas­lar’da, Galiçya’da, Sina’da, hemen her cephede olduğu gibi Osmanlı­ların savaştaki performansının her­kesin beklediğinin fevkinde tecelli etmiş, büyük bir kararlılıkla orta­ya konulmuş olmasıdır. İngiltere, Selman-ı Pak’ta durdurulmamış ol­saydı, o zaman Bağdat’ı Antant Blo­ğu’nun bir bütün olarak savaşmaya devam ettiği daha erken bir tarih­te eline geçirmiş olacak, o zaman da askerî tarihçiler Basra’dan baş­layıp kuzeye doğru giden bu fetih harekâtının ne denli dâhiyane dü­şünülmüş olduğunu anlatmaya ko­yulacaktı. Kaldı ki, Townshend’in Kût’ta tutunma fikri, ikmal sorun­ları yaşanmasaydı,başarılı da olabi­lirdi.

İngiliz donanması Kûtu’l-Amâre muharebelerinin sona ermesinden sadece 3 ay 20 gün önce büyük bir mağlubiyete duçar olarak Çanakka­le’den ayrılıp gitmiştir.