Hilafetin kaderi Lozan'da mı yazıldı?

YARD. DOÇ. DR. ALİ SATAN
Abone Ol

Yirminci asrın ilk çeyreğinde ortalama bir Müslüman için Halife, kendi döneminde İslam dininin en üst makamı, temsilcisi, dünyada sığınılacak son merciiydi. Sokaktaki Müslüman siyasî ve hukukî tüm tartışmalardan uzak olarak Hilafet makamının varlığını, Müslümanlığın icabı ve yüzyıllardır devam edegelen İslamî hayat anlayışının ayrılmaz bir parçası olarak görüyordu

İstanbul’daki bir Müslüman için Halifeliğin yok olmasını, kaldırılmasını, ilgasını düşünmek, benzetmek gibi olmasın ama Vatikan’daki bir Katolik için Papalığın ortadan kaldırıldığını düşünmek kadar korkunç, acayip ve olmayacak bir işti. Ama oldu. Geçen zaman içinde bu büyük yok oluş kabullenilip içselleştirildi.

Halifeliğin 3 Mart 1924’teki ilgası Cumhuriyet tarihi boyunca hassas bir konu olarak gözlerden uzak köşelere saklandı; üzerine de kalın bir perde çekildi. Kalemler uzun süre suskun kaldı, akademi yıllar boyu sessizliğini korudu. Konu hakkında ilk doktora çalışması ancak 1980’li yıllarda yapılabildi. Var olan çalışmaların çoğunda da resmî söylem doğrultusunda bir yaklaşım benimsedi.

Hilafetin kaderi Lozan’da mı yazıldı?
Derin Tarih

Cumhuriyet dönemi tarih yazıcılığı, Halifeliğin ilgasını bir yandan müspet ve ilerici bir hareket olarak gösterirken, öte yandan diğer inkılap hareketleri arasında sıradanlaştırdı. Halbuki Halifeliğin kaldırılması, dönemin Adliye Vekili Seyyid Bey’in ifadesi ile “İslam tarihinin en büyük inkılabı” idi.

Cumhuriyet dönemi tarih yazıcılığı Hilafeti önemsiz ve etkisiz bir kurum gibi gösterse de 20. yüzyıla geldiğimizde Hilafet hem büyük güçlerin, hem de Müslümanların birlik ve beraberlik adına önem verdiği bir müessese idi.

Osmanlı Halifeliği, Düvel-i Muazzama’nın emperyalist amaçları karşısında ciddi bir direnç noktası teşkil ettiğinden, İngiltere alternatif Halife arayışlarına girmişti. Bu süreçte ‘Arap Halifeliği’ tezi Londra Dışişleri Bakanlığı koridorlarında kotarıldı ve Mısır üzerinden İslam dünyasına itinayla pazarlandı.

Fransız Hariciyesi ise kendi sömürgelerini Osmanlı Hilafeti nüfuzundan kurtarmak ve İngiltere kontrolünde ortaya çıkacak muhtemel bir Halifenin Fransız sömürgelerinde kabul görmemesi maksadıyla ‘Mağrip Halifeliği’ni icat ve inşa etmeye çalışıyordu.

1.Dünya Harbi patladığında, İtilaf devletleri arasında yapılan gizli anlaşmaların hemen hepsinde Osmanlı Hilafetinin durumu ve akıbeti hakkında çeşitli kararlar alındı. Nitekim gizli anlaşmaların ilki olan İstanbul Anlaşması’nda, Rusya’nın 20 Mart 1915’te İngiltere ve Fransa’ya Hilafetin akıbetine ilişkin gönderdiği notada, “Rusya Hilafetin Türkiye’den ayrılmasını daha uygun görür” ibaresine yer verilmişti.

19 Mart 1915 ‘War Commitee’ toplantısında ise İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, “Osmanlı Devleti Halifelikten feragat eder ve Halifelik Arabistan’a dönebilir” diyordu. Gizli anlaşmaların en ünlüsü olan, İngiliz ve Fransız dışişleri bakanlarının soyadlarını taşıyıp son şeklini 10-23 Ekim 1916’da alan Sykes-Picot Anlaşması’nda da Fransız-İngiliz nüfuz bölgelerinde bir Arap Hilafeti kurulması kararlaştırılmıştı.

Mondros Mütarekesi’nin hemen öncesinde, Kahire’den Londra’ya gönderilen raporda, “İngiliz çıkarlarına göre Halifeliğin Osmanlı Sultanı olmayan ve İstanbul’da oturmayan birine verilmesinin ehemmiyetle gerekmekte olduğu, İstanbul’daki bir Türk Sultanının, sahip olduğu prestijle Pan-İslam oyununu Avrupalı devletlere karşı hasım olarak oynayabileceği, dolayısıyla bunu İstanbul’un Sultan’ın başşehri olarak kalması ile Osmanlı toprak düzenlemesi konularında daima akıllarında tutmaları gerektiği” yazıyordu.

Satranç tahtasında Hilafet

Savaşın sonunda da Hilafet gündemindeydi. İtilaf devletleri İstanbul’u işgal ederken Halifeyi yanlarına almanın hesaplarını yapıyorlardı. İstanbul hükümetiyle durumunu, Halifelik yetkilerini de dikkate alarak kurtarmaya çalışıyordu. Anadolu’daki Milli Mücadele hareketi ise ‘Halifeyi işgalden kurtarma’ mukaddes göreviyle örgütleniyordu.

Gözden kaçmaması gereken bir gelişme de şudur: İstanbul’un işgali ile hemen tüm İslam dünyasında Halifelik etrafında yeniden birleşme hareketi başlamıştı. Bu konuda Londra’ya sayılamayacak kadar çok rapor ulaşıyordu. Gerekçe ise gayet netti: Esir durumuna düşen İstanbul’daki Halife Müslümanların duygusal uyanışına sebebiyet vermiş, sokaktaki Müslümanı bir şeyler yapmaya itmişti.

Burada şu iddiayı da ileri sürebiliriz: Kasım 1918 - Ekim 1923 döneminde İstanbul işgal altında iken İtilaf devletleri Hilafet makamını emperyalist çıkarları doğrultusunda kullanılıp kullanamayacaklarını test ettiler ama olumlu bir sonuca ulaşamadılar. 12 Şubat - 10 Mart 1920 tarihlerinde yapılan 1. Londra Konferansı’nda İngiliz, Fransız ve İtalyan başbakanları İstanbul’un geleceğini konuşurken, Hilafet makamının konumu, durumu ve geleceği de masaya yatırılmıştı. İstanbul’un Türklere bırakılma kararının ardında Halifeliğin de etkili olduğunu söylememiz gerekir.

18 Nisan 1920’de başlayan San Remo Konferansı’nda ise İtilaf devletleri başbakanları, Osmanlı Halifesinin din savaşı çıkartabilme potansiyelinden bahsederek Sevr Antlaşması’nın buna göre hazırlanması gerektiğini müzakere etmişlerdi. Sevr’de Osmanlı Padişahı İstanbul’da ikametine devam ediyor, Halife-Sultan sıfatını koruyor ama bütün etki ve nüfuzundan mahrum, hemen tüm haklarından vazgeçmiş, 900 yıllık Anadolu yurdunun ancak bir kısmına malik biri olarak tasvir ediliyordu.

Elbette bu kabul edilemezdi. TBMM, İslam dünyasına yayınladığı bildiride “esir Halifenin kurtarılmasının Müslümanlar üzerine farz olduğunu” bir kere daha ilan etti. İstanbul ise onay sürecini uzattığı anlaşmayı onaylamadı.

20 Ocak 1921 tarihinde kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye’ye, Meclisin saltanat ve Hilafeti kurtarmak gayesi ile toplandığını belirten 5 Eylül 1920 tarihli Nisab-ı Müzakere Kanunu’na atıf yapan bir madde eklendi.

Millî Mücadele işte bu söylem çerçevesi dahilinde kazanıldı. 20 Kasım 1922’de başlayan müzakereler sonucunda Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923’te imzalandı. 7-8 ay süren uzun ve yorucu müzakerelerin tutanakları elimizde mevcuttur. Bunlarda Halifelik konusu birkaç defa geçmekte ancak hiçbirinde Halifeliğin geleceğine dair herhangi bir konuşma, görüşme, soru vs. bulunmamaktadır. Öte yandan Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından bugüne kadar Halifelik mevzuunun Lozan’da görüşüldüğüne dair rivayetlerin dolaştığı da bir gerçek.

Yukarıda zikrettiğimiz gizli yahut açık antlaşmalarda Hilafetin konu edilmiş olması, Lozan’da da üzerinde konuşulmuş ve tartışılmış olması ihtimalini düşündürmekte, dolayısıyla bu tür rivayetlere kapı aralamaktadır.